Nankörlük Ne ile Bertaraf Edilir?

Nankörlük ne ile bertaraf edilebilir? İnsan ve cinler neden nankördür? Nankör olmamanın yolu nedir? Nankörlüğe dair hem ilahi hem nebevi tavsiye ve ikazlar...

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem bir defasında ashâbına Rahmân sûresini başından sonuna kadar okudu, onlar da sessizce dinlediler. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimiz Mekke’de indiği rivayet edilen bu sûreyi bitirince ashâbına şu sözleri söyledi: “Yemin ederim ki, cin gecesi, cinlere Rahmân sûresini okudum. Sizden daha iyi, cevap vererek dinliyorlardı. Orada geçen: (Ey insanlar ve cinler!) o halde Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız?’ ayetine, ne zaman gelirsem şöyle diyorlardı: ‘Ey Rabbimiz! Senin nimetinden hiçbirini yalanlamıyoruz, hamd sana mahsustur.″ (Tirmizi, Tefsir 55/1)

NANKÖRLÜĞE KARŞI ŞÜKÜR

Cinlerin her defasında mukabelede bulundukları o soru Rahman sûresinde tam otuz bir kere tekrar edilir. “‘Febi eyyi âlâi Rabbikuma tükezziban-O halde Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız?” Yalanlamak, nimeti inkâr etmektir. Nimetin nimet olduğuna şahitlik etmek ise iman gereğidir. Nimeti takdir etmek şükür, yalanlamak ise küfürdür. Nankörlük ya da şükürsüzlüğe “küfrân-ı nimet” derler. Küfür, örtmek demektir. İnsanın sahip olduğu nimetleri mirasyedi edası ile kullanması tıynetindendir, çünkü “kahrolası insan; ne kadar da nankördür.” (Abese, 17)

“O halde Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız?” ifadesinin sekizi yaratılışa dair ayetlerden sonra, takip eden yedisi ise cehennemin yedi kapısına karşılık, cehennem ahvali ve cehennemin zorluklarına dair ayetlerden sonra gelmiştir. Bu yediden sonra, cennetin sekiz kapısına karşılık olarak cennet ve cennetliklerin sahip olduğu güzelliklere dair sekiz ifade, daha sonra da iki cennetle ilgili olarak yine sekiz ifade zikredilmiştir. Tefsirlerde “ilk sekizine kim itikad eder, gereğince amelde bulunursa her iki sekizde vaad edilen nimetleri hak eder ve Allah onu yedi ayette geçen cehennem sıkıntılarından korur" denmiştir.

Rahman sûresi Peygamberimizin ifadesiyle Arûs-ı Kur’ân (Kur’ân’ın Gelini)’dır. Bu güzelliğin en bariz işareti sûrenin başında yer alan Rabbimizin Rahman ismidir. Rahman esmâsı insanların ve cinlerin nankörlüğünü göz önüne seren bütün muhtevaya ve otuz bir kere tekrar edilen o zor soruya rağmen kâinatı kuşatan rahmet misali bir şefkat şemsiyesi gibi sûreye damgasını vurur. Bu tertip, Rasûlü’nü tedip edeceği ayete “Allah seni affetti…” diyerek başlayan Rabbimizin yüce ahlâkının bir diğer misali gibidir. Rabb-i Rahimimiz ne kadar merhametlidir ve insan ne kadar nankördür.

Rabb-i Rahimimiz çok merhametlidir. Merhametinin en büyük tezahürü öğrettiği Kur’ân’dır. Bu insanın yaratılışından önce zikredilecek en büyük nimettir. Yaratılmak, var edilmek, hiçbir ücret ödemeden emrimize verilmiş şu âlemlere gönderilmek ve ebedi bir hayata namzet kılınmak bir diğer nimettir. Üçüncü bir nimet de kendimizi ifade edebilmek anlamındaki beyandır. Onu da bize öğreten Rabbimizdir. Gözümüzü açıp kendimizi fark ettiğimiz ve kendimizi ifade edebildiğimizi, anlayıp anlattığımızı gördüğümüz andan itibaren bize eşlik etmesi gereken his sadece ve sadece derin bir minnettarlık ve şükran duygusu olmalıdır.

İnsanlara ve cinlere birlikte hitap eden: “O halde Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız?” ifadesi cinlerin dikkatini çekerken, ashâb tarafından sükût ile karşılanmıştı. Rasûlullah Efendimizin yukarıdaki ifadeleri öğrencilerinin bu sessiz dinleyişlerini tasvip etmediğini ihsas ettirmektedir. Beyan muhatabını sarsmak ve değiştirmek içindir. Cinlerin heyecanlı mukabeleleri sûrede güçlü ve sürekli bir şekilde tekrar edilen o ifadenin karşılığını bulduğunu göstermekteydi. Tabiri caizse cinler mesajı almışlardı. Rasûlullah Efendimiz benzer bir coşkuyu ashâbından da beklemiş ama onların sessiz kalışlarını görünce onlara cinlerin tavrını örnek göstermişti.

Biz maalesef mesajı almıyoruz. Sahip olduğumuz nimetler sayıya gelmez. Yaratılışımızdaki harikalıkları takdir edebilmiş değiliz. İçinde bulunduğumuz muhteşem kurguyu anlamaktan aciziz. Ama gelin görün ki üzerimizde bir aymazlık ve umursamazlık hali var, bizi şükürden aciz bırakıyor. Dahası her şeyi hakkımız gibi gösteren ve sürekli daha fazlasını isteyen bir doymazlık ve tatminsizlik hali ilişkilerimizin üzerine karabasan gibi çökmüş. Ezkaza birisi şükrü, tevekkülü, rızayı tavsiye etsin, bu bile yanlış anlaşılıyor ve söz konusu şahıs atalet, pısırıklık ya da kadercilik gibi ne idüğü belirsiz sıfatlarla itham edilebiliyor.

Cenâb-ı Hakk'ın bu kadar nimetine karşı hem nankörlük hissi içerisinde olacak hem de şükrü tavsiye edenleri susturmaya çalışacak, dahası bunda da başarılı olacaksınız; doğrusu bir toplum üzerinde bundan daha büyük bir bela tasavvur olunamaz. Şükürsüzlük ve nankörlük illeti maalesef günümüzün en büyük hastalığı haline gelmiştir. İnsanın kendisini yaratanın yerine koymaya yeltenmesiyle başlayan bozulmanın zirvesi nankörlüktür. Bu illetin neticelerinin diğer illetlere benzemeyeceğinin delili şu ayettir: “Nankörlük ettikleri için onları böyle cezalandırdık. Biz nankörden başkasını cezalandırır mıyız?” (Sebe, 17)

Nankörlükleri sebebi ile cezalandırılan kavim Yemen’de yerleşmiş Sebe idi. Bağları ve bahçeleri ile meşhur bu kavmin ticareti gayet kârlıydı. Sahip olduklarına şükretmedikleri halde daha fazlasını isteme hırsı ile küstahlaşan bu insanlar böylece Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler. Dahası korumasız insanları soydular, ekonomik ve sosyal yapılarını bir soygun düzenine dönüştürdüler. Allah büyük bir sel felaketi ile onları darmadağın etti, evleri ve bahçeleri viraneye döndü. Öyle ki Araplarda, bir topluluğun perişan oluşundan bahsederken: “Sebe’liler gibi darmadağın oldu” demek darb-ı mesel oldu.

Nankörlük bir küfür çeşididir. Küfür örtmek, gizlemek, umursamamak demektir. Bir minnetsizlik, hatır tanımazlık ve kadir bilmezlik halidir ki nimetin elden çıkmasına sebeptir. Fabrika ayarımızda bulunan bu halden sürekli Allah’a sığınmak icap eder. Hz. Ömer radıyallahu anh bir keresinde şöyle dua etmişti: “Allah’ım! Yaptığım zulmü (haksızlığı) ve küfrümü bağışla.” Bunun üzerine orada hazır bulunan biri “Ey Mü’minlerin Emiri! Zulüm sözünü anladık da küfür sözünü anlayamadık. Onunla neyi kast ediyorsunuz?” deyince Hz. Ömer “Şüphesiz insan çok zalimdir, çok nankördür” (İbrahim, 34) ayetini okudu.

NANKÖRLÜKTEN KURTULMANIN YOLU

Nankör olmamanın yolu şükür tefekküründe derinleşmekten geçer. Denmiştir ki her nefeste kula üç şükür vazifesi düşer. Biri o nefesi alabildiği için, ikincisi verebildiği için. Alır, aldığını veremeyebilir. Verir, bir sonrakine vakti yetmez, alamayabilir. Zamanında gassallık yapmış bir hocamız göğsüne su döktüğü bir mevtadan çıkan “oh…” sesinin hikâyesini anlatmıştı. Mevta son nefesi almış ama verememiş. Veremediği o nefes ilk fiziki temasta göğüsten çıkıvermiş. Alabilmek şükür vesilesidir. Verebilmek şükür vesilesidir. Peki ya üçüncü şükür? Üçüncü şükür, ilk iki şükre muvaffak kılındığımız içindir.

Şükrün son noktası her nimeti Rabbimize tahsis etmek ve hakiki şükürden aciz olduğumuzu idrak etmektir. Çok şükreden Davut aleyhisselâm bir duasında şöyle bir soru sormuştu: “Ya Rabbi! Ben sana nasıl şükredeyim. Zira Sen’in şükrüne ancak senin nimetinle erişebiliyorum.” O’na şöyle vahyedildi: “Sana olan nimetlerimin hepsinin benden olduğunu biliyor ve bu şekilde düşünüyorsan işte bu benim senden razı olmama kâfidir.” Yine Rabbimiz Hz. Musa aleyhisselam’a: “Nimetlerime şükretmeğe karşı aczini anladınsa bu sana yeterli bir şükür sayılır” hitabında bulunmuştur.

Şükürden aciz olduğunu idrak edebilmiş bahtiyara “şekûr” derler. Şekûr, çok teşekkür eden demektir. O, vaktinin çoğunda kalbiyle, diliyle ve azalarıyla şükrü edaya çalışan kimsedir. Rabbimizin bir esmâsı da Şekûr’dur. O, kendisine hamd ve şükür ile yönelene tıpkı kulu gibi “teşekkür eder.” Ama O’nun teşekkürü azameti ölçüsündedir. Hamd ve şükrün karşılığını nimetlerini ziyade kılarak fazlası ile verir. Zaten şükre muvaffak kılan da O’dur. Şekûr’un hem Rabbimiz hem de kulları için kullanılan bir isim olması üzerinde çokça durulması gereken bir nüktedir. Çokça şükreden Rabbi ile aynı isme mazhar olmanın ihtişamını tadacaktır.

Şükürsüzlük ve nankörlüğün zirve yaptığı bir zamanda şükrü bir hayat tarzına dönüştürmemiz gerekiyor. Allah Hz. Davut ve ehline verdiği nimetleri zikrettikten sonra onlara şükrü bir fiil olarak emreder: “Ey Davud ailesi şükür için çalışın. Kullarımdan şükredenler çok azdır.” (Sebe, 13) Ayette geçen şükürle amel etmek ya da çalışmak ifadesi, şükür için çalışmak, şükürle çalışmak, şükrederek çalışmak şeklinde farklı yorumlara konu olmuştur. Şükrü bir hayat tarzı haline getirmek, şükretmeyi sadece dille sınırlandırmamak, şükürle yaşayıp yaşatmak ve şükrün cazibesini artıracak bir hayata muvaffak olmak şeklinde anlaşılabilir.

Şükrü hayat tarzı yapmak, şükrün şahidi olmaktır. Şahit, nimetlerin nimet olduğunu idrak eden ve kalbi, kavli ve fiili şükrüyle bunların sahibine işaret eden kimsedir. Şükrün şahidi bir farkındalığın sahibidir. Bu farkındalıkla o, Allah’a karşı en büyük aymazlık olan nankörlüğe karşı şükrü bir libas gibi kuşanmıştır. Çok az kişiye nasip olduğu ayetle ifade edilen bu hâlin sahipleri, nankörlüğü markalaştırmış bir toplumun içerisinde şükür elçisi olarak yaşarlar. Onların her sözü, davranışı ve yönelişi nimetleriyle perverde oldukları Rablerinin Şekûr isminin tecellisidir. O tecelli o kadar kıymetlidir ki kendilerini de aynı isimle müsemma kılmıştır.

Kaynak: Mehmet Lütfi Arslan, Altınoluk Dergisi, Sayı: 470

İslam ve İhsan

İNSANOĞLU NEDEN NANKÖRDÜR?

İnsanoğlu Neden Nankördür?

PEYGAMBER EFENDİMİZ NEYİ, NEYLE BERTARAF ETMEYİ ÖĞRETTİ?

Peygamber Efendimiz Neyi, Neyle Bertaraf Etmeyi Öğretti?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.