“Nasıl Kazanırsan Kazan” Görüşü Doğru mudur?

Cemiyet Hayatımız

İslâm’ın şu şu hükümleri falanca zamanda kaldı. Şimdi farklı bir zamandayız deniyor. Sanki kapitalizm de çağın olmazsa olmazıymış gibi lanse ediliyor. Normalde ibadetlerine dikkat eden bir insan, ekonomik faaliyetlerinde “Ne yapayım?” demeye başlıyor, teʼlife gidiyor. Kapitalizme karşı itirazın sistemli olarak sanki ortaya konulamadığı gibi bir durum söz konusu. Müslümanların kapitalizm karşısında aşınmasını önleyebilmek için neler yapılması gerekiyor?

Tarihselcilik görüşü, tamamen yanlıştır. Zira İslâmʼın emir ve yasakları, insan tabiatının değişmeyip hep aynı kalan husûsiyetlerine göre şekillenmiştir. Bu hükümler, bütün zaman ve mekânların ihtiyaçlarına en güzel şekilde cevap verebilecek mükemmelliktedir. Bu sebepledir ki onlar aslâ eskimez, ehemmiyetini kaybetmez. Beşerî ihtiyaçları en güzel bir şekilde karşılama hususundaki mükemmeliyetini dâimâ muhafaza eder. Dolayısıyla Kurʼânî hükümlerin bir kısmının “tarihsel” yani belli bir zaman ve mekâna âit olduğunu söylemek, ucu küfre varan bir dalâlet ifâdesidir.

YALNIZ ŞU İKİ KİŞİYE GIPTA EDİLİR

Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem buyurur:

“Yalnız şu iki kişiye gıpta edilir:

Biri, Allâh’ın kendisine Kur’ân verdiği kişidir. O kişi, Kur’ân ile gece gündüz meşgul olup onunla amel eder. Diğeri, Allâh’ın kendisine mal verdiği kimsedir. O da gece gündüz bu malı infâk eder.” (Müslim, Müsâfirîn, 266, 267)

Diğer taraftan, bu tarihselcilik dalâleti, sonsuz ilim ve kudret sahibi olan Cenâb-ı Hakkʼa acziyet izâfe etmektir. Cenâb-ı Hak, toplumların yapısı değiştiğinde dâimâ peygamberler göndererek zamanın ihtiyaçlarına göre kanunlar vaz etmiştir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise âhir zaman peygamberidir, son peygamberdir. Oʼnun getirdiği hükümler, kıyâmete kadar gelecek bütün insanlığın ihtiyaçlarına cevap verebilecek mâhiyette hükümlerdir. Bunun aksini düşünmek; insanoğlunu yaratan, dolayısıyla onu kendilerinden çok daha iyi tanıyan ve sonsuz ilmi ile, olmuş ve olacak her şeyi bilen Cenâb-ı Hakkʼa acziyet izâfe etmek gibi, dehşetli bir sapıklığın ta kendisidir. Cenâb-ı Hakkʼın verdiği akılla yine Cenâb-ı Hakkʼın hükümlerini tartışmaya kalkışmak kadar abes bir durum olamaz. Böyle bir ahmaklığa düşenlere, şu âyet-i kerîmeleri hatırlatmak gerekir:

“De ki: Siz dîninizi Allâhʼa mı öğretiyorsunuz? Oysa Allah göklerde olanları da bilir, yerde olanları da. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” (el-Hucurât, 16)

“…Yoksa siz Kitabʼın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden öyle davrananların cezası dünya hayatında ancak rüsvaylık; kıyâmet gününde ise en şiddetli azâba itilmektir. Allah sizin yapmakta olduklarınızdan asla gâfil değildir.” (el-Bakara, 85)

Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz de şöyle buyurmuştur:

“Kur’ân-ı Kerîm, öyle bir kelâm-ı ilâhîdir ki o, vukū bulacak her türlü fitneye karşı insanı selâmete erdirir. Onda sizden öncekilerin haberleri, sizden sonrakilerin durumları, insanlar arasında meydana gelecek hâdiselerin hükümleri vardır. O, hak ile bâtılı birbirinden ayırt eder, mâlâyâni (lüzumsuz hükümler) değildir. Kendisini terk eden azgını Cenâb-ı Hak helâk eder. Onun dışında hidâyet arayanı Allah dalâlete düşürür…” (Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 14/2906; Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân, 1)

HELALİNDEN KAZAN

Bu mühim izahın ardından, yine asıl mevzûmuza dönecek olursak, aslında şu hususun altını en kalın çizgilerle çizmek gerekiyor: İslâm; “Nasıl kazanırsan kazan da bolca hayır-hasenat yap.” demiyor. “Mutlakâ helâlinden kazan!” diyor. Mü’minden tâkat fazlasını istemiyor. Tâkatimiz ölçüsünde vazife yüklüyor.

Bir de bahsettiğiniz Ebû Zer radıyallâhu anh misâli var. Ebû Zer misâli, bâzı şahıslara münhasır bir meseledir, onlara has bir durumdur, umûma teşmil edilemez.

YOKSULLAŞTIĞINIZ ZAMAN SADAKA VERİNİZ

Hazret-i Ali radıyallâhu anh buyurur:

“Yoksullaştığınız zaman sadaka veriniz ki Allah da kendisiyle ticaret yapmış gibi size bol rızık versin.” (Şerif er-Radıy, Nehcü’l-Belâğa, no: 258)

Cenâb-ı Allah 200 küsur yerde muhtelif kalıplarda “infâk”ı emrediyor. Müʼmin tesis kuracak, fabrika kuracak ki infâk edebilsin. Kazanmadan nasıl infâk edecek?

Fakat müslüman helâlinden kazanacak, israf etmeyecek, pintilik etmeyecek, mütevâzı bir hayat yaşayacak ve infâk edecek.

Sanayisinin tekâmülü için de dikkat edecek. Gayr-i meşrû bir yola gitmeyecek. İşçisinin emeğini istismâr etmeyecek. Kârını artırmak için hanımların câzibesini kullanıp onları reklâmlarında vitrine etmeyecek.

İsrâ Sûresiʼnin 64. âyetinde, şeytanın mallara ve evlâtlara ortak olmasından bahsedilir. Bugün maalesef kazançlara iblis ortak ediliyor. Siteler kuruluyor, onu yüksek fiyata satayım diye havuzlar tesis ediliyor, orası âdeta bir plâj havasına sokuluyor. Orada yaşayacak olan âilelerin mâneviyâtını ifsâd etmenin yolu açılıyor.

ÖYLE BİR ZAMAN GELECEK Kİ...

Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz buyurur:

“Öyle bir zaman gelecek ki kişi helâlden mi haramdan mı kazandığına aldırmayacak!” (Buhârî, Büyû, 7)

Ticarette rekabetin zorluğuna katlanmaktansa, işi sahtekârlığa döküp, kolay yoldan ucuz ve kârlı mal îmâl edenler oluyor.  Çok kazanma uğruna, bitkilerin, hayvanların genleriyle oynanıyor, gıdâların sâfiyeti bozuluyor, haram katkı maddeleri karıştırılıyor, insanların bedenî ve rûhî sağlıkları tehlikeye atılıyor. Böylece ticârî hayat, meşrû rayından çıkarılıyor.

Şu da çok hazin bir durum ki bâzı mütedeyyin insanlar bile, İslâmʼın ticârî ve iktisâdî hayata dâir ölçüleri hususunda kâfî derecede şuurlu olmadıkları için, neyin helâl neyin haram olduğunun tespitinde zaafa düşebiliyorlar. Bâzıları ise haram olduğunu bildikleri hâlde; “Canım, bu zamanda helâl para mı kaldı?” gibi gaflet lakırdılarıyla şeytânî telkinlere uyarak ilâhî hudutları çiğniyorlar…

Kendi şahsî hayatında dînin emir ve nehiylerine riâyet etmeye çalıştığını söyleyen birçok müslüman, iş ticârî hayata gelince, pek çok İslâmî hükmü gözardı edebiliyor. Meselâ kalkıp bir dükkânını, ilâhî yasakların açıkça çiğnendiği, toplumun mânevî ve ahlâkî yapısına zarar veren bir iş dalına kiraya verebiliyor. Bir hayra delâlet edenin o hayrı işlemiş gibi olacağı, bir şerre delâlet edenin de o şerri işlemiş gibi olacağı yönündeki İslâmî kâideden âdeta habersiz gibi hareket edebiliyor… Sonra da o Müslüman, bu gibi haramlara bulanmış yerlerden gelen parayı, kendi gözünde “temiz para” sayabiliyor. Maalesef günümüzde bu gibi cürümler, mânevî ağırlığı hissedilmeden işlenir hâle geldi.

Hâlbuki Allâhʼın haram kıldığı işlerin yapıldığı yerlerden gelen kira paraları da temiz olmaz. Bu sebeple bir müʼmin, malını mülkünü kullandırırken de dikkat etmeli. Kim çok para verirse ona kiralamak gibi bir ölçüsüzlük içinde olmamalı… Kiracısının da kazancını Allâhʼın râzı olduğu meşrû bir işten kazanıp kazanmadığına dikkat etmeli…

“Alması memnû olan şeyin vermesi dahî memnû olur.” (Mecelle)

Yani bir şeyi almak, yemek, içmek veya kullanmak yasak ve haram ise onu vermek veya satmak da yasaktır, haramdır.

Maalesef bugün servetlere, bu ve benzeri şekillerde her taraftan zehirler saçılıyor. Bu sebeple müslüman, âdeta bir mayın tarlasında yürüyormuş gibi, ticârî ve iktisâdî hayatta da bilgili, dikkatli, hassas ve ihtimamlı olmak zorundadır.

NASIL KAZANIRSAN KAZAN YOK!

Nice firma, reklâmında şehevî unsurları kullanarak müşterisini cezbetmeye çalışıyor. Sonra da çok kazanayım ki çok hayır-hasenat yapayım diye kendisini kandırıyor. Bunlar bugün yaygın bir zaaf hâlinde. Bunlar, parayla imtihandaki hazin aldanışlar…

Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem, en zor şartlar altında bile îmandan en ufak bir tâviz vermedi. Bedir Harbi’nde müslümanlar maddî bakımdan çok zayıftı. Mekke müşrikleri, müslümanları tamamen imhâ etmek için harekete geçmişlerdi. Müslümanlar, canlarını kurtarmak için mallarını mülklerini bırakarak hicret ettiklerinden, son derece fakir düşmüşlerdi. O derecede ki Bedir’e giden İslâm ordusunda bir deveyi üç kişi sırayla kullanıyordu. Hazret-i Ali, Hazret-i Ebû Lübâbe ve Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellemʼe bir deve düşmüştü.

İşte o zor günlerde Allah Rasûlüʼne gayrimüslim bir Medîneli geldi.

“‒Yâ Muhammed, benim gücümü bütün Medîneliler bilir. Mekkeliler çok güçlü, Sen ise zayıfsın. Müsaade et, Senʼin safında savaşayım, ganimetten payıma düşeni alıp gideyim.” dedi. Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem işin zâhirine bakarak; “Gel safımıza katıl.” demedi.

“‒Sen benim Allâh’ın Rasûlü olduğumu kabul ediyor musun?” diye sordu. Adam; “Hayır.” deyince Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem:

“‒O zaman bizim sana ihtiyacımız yok, Allah Teâlâ’nın yardımı bize kâfîdir.” dedi. Adam bir müddet sonra tekrar geldi. Aynı şeyleri söyledi. Efendimiz de aynı soruyu sordu. Adam yine olumsuz cevap verince Allah Rasûlü sallâllâhu aleyhi ve sellem:

“‒Allah bize yeter…” dedi. Adam gidip üçüncü kez geldiğinde:

“‒Evet, Sen Allâh’ın Rasûlüʼsün, Bu kadar zayıf hâlinde ancak ilâhî bir güce dayanan biri bu sözleri söyleyebilir. Evet Sen, Allâh’ın Rasûlüʼsün.” diyerek İslâm’a girdi. Allah Rasûlü ancak bu şartla onun da İslâm ordusunun saflarına katılmasına müsâade etti. Yani Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem hiçbir zaman şer’î bir gâye için gayr-i şer’î bir metod kullanmadı. Bir tâviz vermedi.

Velhâsıl Allah Teâlâ ve Rasûlü; “Nasıl olursa olsun mutlakâ çok kazanın da çok infakta bulunun.” demiyor bizlere…

“Cömertlik çok iyi bir haslettir, onu elden bırakmamalı; fakat el kesesinden cömertlik olmaz!” (Yûsuf Has Hacib, Kutadgu Bilig)

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Müslümanın Para ile İmtihanı, Erkam Yayınları