Nasıl Zarif Olunur?
Zarafet ne demek? Nasıl zarif olunur? Zarafet eğitimi nedir? Özüne sahip çıkma gayreti gösteren, yaratılış gâyesini unutmayan her insan zariftir diyebilir miyiz, ne dersiniz?
Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in dîni tebliğ etmeye başladığı yıllardaki azmiyle bıkmadan, usanmadan, kızmadan “ahlâk, âdâb, incelik” anlattığını her tefekkür ettiğimde, gönlüme huzur kokulu bir zarâfet rüzgârı eser.
ZARAFET NE DEMEK?
Zarâfet; hoşluk, güzellik, incelik olarak tarif edilir. Zarâfetin hayatımızda değmediği hiçbir alan yok. Doğumdan ölüme kadar uzanan dünya hikâyesini yaşanır hâle getiren zarâfet... Rabbimiz’e olan tâzim ve hürmetimizle başlayıp kendimize kadar gelen, bizden de çevremize hâre hâre yayılan zarâfet...
Yaratıcı’dan ötürü yaratılanı sevmek hassasiyetiyle başlayan zarâfet...
Kimsenin olmadığı anda bile, seninle olan en kıymetli ziynet; zarâfet...
Aklı, gönlü, davranışları hayran olunası bir hâle getiren zarâfet...
Gönüllü olarak vazife aldığım gençlik merkezinde, yıllardır gençlerle “âdâb-ı muâşeret” dersleri işliyoruz. İlk derste onlara anlattığım minik hikâyeyi sizlerle de paylaşmak isterim:
Hikâye bu ya; su, ateş ve edep arkadaş olurlar. Bir gün canları sıkılır ve ormanda dolaşmaya gitmek isterler. Sonra ormanda birbirlerini kaybederlerse, nasıl bulacaklarını konuşurlar. Sözü önce su alır:
“-Eğer kaybolursam beni şırıltımdan bulabilirsiniz.” der.
Sıra ateştedir:
“-Beni dumanımdan bulabilirsiniz.”
Ve sıra edebe gelince, şu mânidar cevabı verir:
“-Eğer beni bir kez kaybederseniz, bir daha aslâ bulamazsınız.”
Mevlânâ Hazretleri’nin buyurduğu gibi; “Sükût, incelik, edep ve zarâfet insanı gittiği yerde sultan yapar.”
HER İNSAN ZARİFTİR DİYEBİLİR MİYİZ?
Tîn sûresinde Rabbimiz, “İnsanı en güzel şekilde yarattık.” buyuruyor.
Yani özüne sahip çıkma gayreti gösteren, yaratılış gâyesini unutmayan her insan, zariftir diyebilir miyiz, ne dersiniz?
“Zarâfet eğitmeni”, “âdâb-ı muâşeret dersi” gibi kavramlar, bir jenerasyonun sinema filmleri sebebiyle zihnimizde garip bir yer edindi maalesef! Şöyle ki:
Kezban, köyden gelir. Onu nâzik bir hanımefendi hâline getirebilmek için, yabancı uyruklu bir eğitmen gelir. İlk şart, öncelikle başörtüsü ve uzun etekten kurtulmaktır(!)… Sonra bol makyaj, dans dersleri, dekoltesi bonkör elbiseler...
Sizce zarâfet kelimesini karşılıyor mu bu sahne!
ZARAFET DERSİ
Bu görüntüler zihinlerde yer edinmiş ki, birkaç yaz önce ortaokul grubu zarâfet dersinde şöyle bir hâdise yaşadım:
Sınıfın olduğu kata çıktığımda, sınıftaki hareketliliği fark edip bir süre uzaktan izledim. Kiminin başında kitap, kiminin dişleri arasında kalem... Belli ki zarâfet dersi deyince, onların da zihninde sığ, yapmacık bir görsellikten ibaret bir algı vardı! Selâm vererek girdim sınıfa:
“-Ne yapıyorsunuz böyle gençler?” dedim.
“-Hocam, dersimiz zarâfetmiş ya, çalışıyoruz!” dediler.
Onlar anlattı, ben dinledim. Kısa bir sohbetten sonra, ders muhtevasından bahsedince fark ettiler ki, zarâfet dersi, kitapla endâmını göstererek yürümekten çok daha özel ve kıymetli! Elbette diksiyon uygulamalarımızda, kalemi dişlerimizin arasına sıkıştırdık. Elbette nasıl yürümemiz gerektiğini de konuştuk. Ancak Müslüman genç idrâki ile...
EN GÜZEL ÖRNEK
Kendimizi inşâ etmek için hayatın her alanında örnek alacağımız kusursuz bir örnek lâzım bize… Başka bir ifadeyle “üsve-i hasene” (en güzel örnek)… Bir Müslüman için en güzel örnek, değişmez rehber; tabiî ki Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir. Müslüman için zarâfet, Peygamber Efendimiz’in ahlâkının hayata yansımasından ibarettir.
İbadet, kulun Rabbi ile arasındaki mahrem bir konu... Ancak muamelât, yani beşerî münâsebetler, kul haklarını kapsadığı için herkesi ilgilendirir. Yani ilk tanıdığımız insanı, kıldığı huşû içindeki namaza göre değerlendiremeyiz. Onun insanlara nasıl davrandığına bakar, konuşma üslûbunu binbir süzgeçten geçiririz. Cenâb-ı Hak, şirki de affetmeyeceğini bildirmiş, kul hakkını da… O’nun huzûruna kul hakkı yüklenerek çıkmamak lâzım… İncitici bir söz de kul hakıdır; beklemek veya bekletmek de, hakkın olmayan bir mala el uzatmak da!
ZARAFET EĞİTİMİ
Zarâfet eğitimi; dünyaya gelişimizle başlar. Hattâ bebekken bile… Mini minicik bir bebekken, henüz konuşamasak da anne-babamızın her hâli ve tavrı, cümleleri, hattâ mimikleri zihnimize, gönlümüze kodlanmaya başlar.
Şöyle bir hikâye anlatılır: Minik yavru, babasının çok çalışıyor olmasından dolayı onu çok özlemiştir. Babasıyla zaman geçirmeye ihtiyaç duymaktadır. Babasının yanına gidip:
“-Babacığım, parka gidip oynasak bugün seninle?” der. Baba:
“-Hafta sonu…” deyip başından savar o anlık…
Minik yavru, bir randevu kopardığı için mutludur ve gün saymaya başlamıştır bile! Nihayet cumartesi sabahı olur ve yataktan neşeyle fırlayıp salona koşar. Babası, salonda gazete okumaktadır.
“-Babacığım, hafta sonu oldu. Hadi parka gidelim!” diye tekrar hatırlatır sözünü babaya…
“Off, unutmamış!” diye içinden geçirir adam... Ne yapsa da gitmese diye düşünür bir yandan da... Elinde bulunan gazetedeki dünya haritasını fark eder. Birden aklına muhteşem bir fikir gelir. Haritayı tutup parçalar. Çocuk şaşkın gözlerle izler babasını… Baba parçaları çocuğun eline verir:
“-Al bakalım, bu haritayı eski hâline getir, o zaman gideriz.” der.
Baba kendince mutludur; çünkü bugünkü park işi, bulduğu dâhiyâne fikir ile iptal olmuştur. Çocuk mahzun bir şekilde gazete parçaları ile odasına geçer. Ancak çok geçmeden salona, haritayı tamamlamış vaziyette ve gülümseyerek döner. Baba şaşkındır:
“-Nasıl bu kadar hızlı yapabildin bunu?” diye sorar. Çocuk:
“-Babacığım, haritanın arkasında insan resmi vardı. İnsanı düzelttim, dünya da düzeldi.” der.
Yarı şaka, yarı gerçek… Hayat da böyle değil midir?
İnsan, muazzam yaratılışını fark etse, o yaratılıştaki mükemmelliğe denk bir zarâfet ve ahlâkla yaşama gayretinde olsa, Allâh’a kul olduğu şuurunu diri tutsa; yani önce “kendini” düzeltse, dünya düzelmez mi? Eskilerin ifadesiyle, herkes evinin önünü süpürse, mahalle tertemiz olmaz mı?
O hâlde bahane bulmaya, insanlara karşı önyargılı ve suçlayıcı ifadeler kurmaya gerek yok. Bunun kimseye bir faydası da yok. Bir taraftan başlamalı. Önce kendi elimizdeki mumu yakmalı, sonra da o mum ile başka mumları aydınlatmalı…
Kaynak: Ayşenur Sever, Şebnem Dergisi, Sayı: 182 / 183