Ne Kadar Dünya, Ne Kadar Ahiret Endişesi İçindeyiz?
Sanki İslâm’ın birtakım hassas ölçüleri sadece Allah dostlarının yaşayacağı şeylerdir. Bunlar âlim, ârif, ehl-i havâs zâtlar için gâyet tabiî deniyor. Fakat sıradan bir müslüman, başka şeylerle hayatını düzenleyebilirmiş gibi bir telâkkî oluşuyor. Bu doğru bir yaklaşım mıdır?
Allah Teâlâ; “…Takvâ sahibi olun, Allah size öğretir…” (el-Bakara, 282) buyuruyor. Kur’ân-ı Kerîm’de 258 yerde muhtelif şekillerde takvâ geçiyor. Bu ilâhî emre itaat, elbette bütün müʼminlerin mesʼûliyeti. Fakat herkesin kalbî hassâsiyeti farklı.
Tabiî şu var: İtaat, muhabbete bağlı. Gerçek bir muhabbet ise, iki kalp arasındaki bir cereyan hattı gibidir. İşte sahâbe-i kirâm, o muhabbet hattını Allah Rasûlü ile kurdu. O muhabbetle öyle bir hâle geldi ki Efendimizʼin en ufak bir arzusunu;
“Canım, malım Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” diyerek yerine getirdi. Canını ve malını Allah Rasûlü için bezletmeyi, kendisi için bir nîmet, bir saâdet bildi.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“‒Bu tebliğ mektubunu krallara kim götürecek?” dediği zaman, sahâbenin yaşlısı-genci ânında;
“‒Yâ Rasûlâllah, bu şerefi bana ver!” diyordu. Hâlbuki kralların cellâtlarının önünde Allah Rasûlüʼnün mektubunu okumaya tâlip olmak, ölümü göze almaktı.
“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler, size Allah’tan, Rasûlü’nden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin! Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” (et-Tevbe, 24)
Allah Rasûlüʼne muhabbet, bütün dünyevî arzuları bastırıyordu. Mekkeʼnin yakışıklı delikanlısı Musʼab bin Umeyr -radıyallâhu anh-, zengin bir ailedendi. Sürdüğü koku, bütün Mekke’de moda olurdu. Genç kızlar onun geçtiği yerlere yığılırlardı. Ama o, hepsini bir tarafa itti. Îman muhabbetiyle bütün nefsânî rahatlık imkânlarını terk etti. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, işte o Musʼab bin Umeyr’i Ravza’da, eski, yamalı bir elbise içinde görünce kendini tutamayıp gözyaşları içinde kalmıştı.
Bu nasıl oluyor? Bunun sırrı, Allah Rasûlüʼnü doğru tanıyabilmekte gizli. Onu kalben tanıyabilmek, Oʼnun gönül dokusundan hisse alabilmek ve Oʼna cân u gönülden râm olabilmekle mümkün… Bugün toplum olarak bütün mânevî hastalıklarımızın temelinde, Allah Rasûlüʼnü lâyıkıyla tanıyamamak var.
Bu yüzden “Siyer dersleri” çok mühim. Siyer, bir kronoloji bilgisi değil. Altını çizerek, gözümüzden ziyâde kalbimizle Siyer okumamız gerekiyor. Zira Siyer, okuyanın kalbindeki muhabbet ve iştiyâka göre kendisini açar. Kişinin kalbî durumuna göre, hâlini seyredeceği bir ayna mesâbesindedir.
Bugünkü hastalıkların pek çoğu psikolojik sebeplerden kaynaklanıyor. Kazananda da buhran var, kazanamayanda da. Hiç asr-ı saâdette psikiyatrik bir vakʼa görüyor muyuz? Ben buhran geçiriyorum diyerek Allah Rasûlüʼne gelen bir sahâbe biliyor muyuz? Dengemi, muvâzenemi kaybettim diyen bir tek sahâbî var mı?
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- nasıl azgın bir câhiliye devrine derman oldu ve onu asr-ı saâdete dönüştürdü ise, bugün de insanlığı huzura erdirip kurtaracak olan, yine O’nun rahmet saçan nefesidir.
Bir de bugünkü toplumlara bakın: Niceleri maddî bakımdan alabildiğine imkânlar elde etmiş, lâkin rûhî buhranlar içinde huzursuz. Eskiye nazaran zenginlik ve refah seviyesi hayli arttı, ancak buhranlar ve cinnetler daha da fazlalaştı. Huzurlu âile yuvaları târumâr oldu. Boşanmalar arttı. Evlâtlar perişan. Nesiller, âile sıcaklığından mahrum kaldığından, saâdeti yanlış adreslerde arar hâle geldi ve sokakların insafına itildi.
Bu sebeple, günümüzde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin mânevî terbiyesine şiddetle muhtacız. Oʼna muhabbetle râm olmaya muhtacız. Zira muhabbet sermayesini yanlış yerlere sarf edenler, kaldırım kenarında açmış çiçekler gibi ayaklar altında kalmaya mahkûm oluyor...
Velhâsıl, Allah Rasûlüʼne muhabbetle bağlanmamız zarûrî. Sahâbe-i kirâm, bu sâyede merhale aldı.
RABITA NEDİR?
Bu sebeple; “Râbıta nedir?” diye soranlara, “Muhabbeti gönülde taze tutabilmektir.” diyorum. Gönüldeki muhabbet ışığını söndürmemek lâzım. Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-ʼın Peygamber Efendimizʼe olan muhabbet, fedakârlık ve alâkası, Oʼnda fânî olması, râbıtaya en güzel misaldir.
Ashâbın gönlünde hiçbir sevgi, Allah ve Rasûlullah sevgisinin önüne geçmedi. Ne mal-mülk, ne çoluk-çocuk, ne de can sevgisi… Zira bunların hepsi dünyada kalacak, Allah ve Rasûlü’nün sevgisi ise, ebedî saâdetin gönül sermâyesi olacaktır.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bizim en büyük gönül servetimiz. O bizim sonsuz hayatımızı şekillendirecek. Ne büyük bir lûtuf! Bir Budist cemaatinin içinde doğsaydık, İslâm’dan uzak kalsaydık, bununla beraber bütün dünya nîmetleri bizim olsaydı, ne kıymet ifade ederdi? İnsan maddiyatta küçük bir şey kaybettiği zaman üzülüyor. Onu tekrar bulabilir miyim, kaygısı içinde oluyor. Mânevî kayıplarımız karşısında da bu endişeyi daha derinden duymamız lâzım.
NE KADAR DÜNYA, NE KADAR AHİRET ENDİŞESİ İÇİNDEYİZ?
Hakîkaten kendi kendime soruyorum;
“Ne kadar dünya, ne kadar âhiret endişesi içindeyiz? Ne kadar son nefes ve kabir endişesi içindeyiz? Ne kadar kıyâmet endişesi içindeyiz? Ne kadar Allah Teâlâ’nın gazabına muhâtap olma kaygısı taşıyor, azâbına dûçâr olmaktan endişe ediyoruz?”
Bunları düşünmeyi engelleyen, fânîliğe isyan hâlindeki ham nefsin gafleti. Gafleti yırtıp atacak olan ise zikrullahtır. Allah Teâlâ; “…Kalpler ancak zikrullah ile mutmain olur / huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) buyuruyor. Zikrin de sadece dilde değil, aynı zamanda kalpte tezâhür etmesi lâzım.
“Yâ Rabbî! Senʼi bulan neyi kaybetti? Senʼi kaybeden neyi buldu?” (Hikem-i Atâiyye)
Mü’minin kalbi; “Ben nasıl Cenâb-ı Hak ile dost olabilirim?” çırpınışı içinde olacak. İlâhî kameranın altında olduğumuzu unutmayacağız. Basit bir dünya kamerasının önünde bile rahat hareket edemiyoruz. Çünkü çekiyor bizi. Bu görüntüleri bizim gibi fânîler seyredecek diye dikkat ediyoruz kendimize. Fakat esas ilâhî kameralar devamlı bizi çekiyor. Zamanı gelince o kameranın kayıtları ortaya çıkacak; “Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin kâfîdir.” (el-İsrâ, 14) denilecek.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Müslümanın Para ile İmtihanı, Erkam Yayınları