Nebevi İyilik
Peygamber Efendimiz’in insanların iyiliğini istemede hassâsiyeti... Nebevi iyilik...
Hazret-i Muhammed (s.a.v.), insanların çektiği ıztıraplardan elem duymakla kalmaz, onların muvaffakıyetleri husûsunda da hassâsiyet gösterirdi. Kur’ân-ı Kerîm’de O’nun bu özelliğinden şöyle bahsedilmektedir:
“Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız O’na çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.” (et-Tevbe, 128)
Bu âyette Allah Teâlâ, Peygamberi’ni kendine has “Raûf ve Rahîm” isimleriyle taltîf ve takdîm etmektedir.
İnsanların dâimâ başarısını diler ve ne zaman onları, kendi fazîlet ve iyilikleri istikâmetinde fiiller işlerken görürse bundan dolayı huzur ve sürûra kavuşurdu.
İSLAM REHBERİ
O herhangi bir lider gibi sadece bir iyilik temennîcisi değil, ümmetine bütün gücüyle destek olan bir rehber idi.
Bir sahâbî, Hazret-i Peygamber’e hâlinin iyi veya kötü olduğunu nasıl bilebileceğini sordu. Allah Resûlü de ona:
“Âhiret işlerinden birini arzu ettiğinde onu yapmak sana kolay geliyor ve dünyâ işlerinden birini arzu ettiğinde onu yapmak sana zor geliyorsa, bilmiş ol ki, muhakkak sen iyi bir hâl üzeresin! Şâyet âhiret işlerinden birini istediğin zaman onu yapmak sana zor geliyor ve dünyâ işlerinden birini istediğin zaman onu yapmak sana kolay geliyorsa, kötü bir hâldesin!..” buyurdular. (Abdullah bin Mübârek, Kitâbü’z-Zühd, s. 29; İbn-i Ebi’d-Dünyâ, Mevsû‘a, I, 48)
PEYGAMBERİMİZİN ÇİLESİ
O, fiilleriyle, sözleriyle ve ahlâkî yaşayışıyla bütün insanlığı kuşatan bir rahmetti; yol göstericiydi. Hidâyet yolunda her türlü meşakkat ve çilenin en büyüğü O’nun sırtındaydı. Nitekim bir defâsında şöyle buyurmuştur:
“Allah yolunda hiç kimsenin korkutulmadığı kadar korkutuldum, Allah yolunda hiç kimsenin görmediği eziyetlere mâruz kaldım. Otuz gün geçerdi de Bilâl ile ikimizin yemeği, Bilâl’in koltuğunda taşıdığı bir parça yiyecek olurdu.” (Tirmizî, Kıyâmet, 34/2472)
O, aldığı ilâhî vazîfeyi, en mükemmel bir şekilde îfâ ediyordu. Bu hususta öyle bir sabır ve gayretin içindeydi ki, bâzen kendisini bu denli harâb etmemesi yönünde îkâz-ı ilâhî sâdır oluyordu.
İnsanların selâmeti için Hazret-i Peygamber’in gösterdiği bu yüksek fazîlet, Kur’ân-ı Kerîm’deki şu âyette ifâdesini bulur:
“(Rasûlüm!) Onlar îmân etmiyorlar diye neredeyse kendine kıyacaksın!..” (eş-Şuarâ, 3)
Efendimiz de bu hâlini şöyle ifâde buyurur:
“Benimle sizin durumunuz şuna benzer: Bir adam ateş yakar. Ateş etrafı aydınlatınca pervâneler (gece kelebekleri) ve aydınlığı seven bir kısım hayvanlar bu ateşe kendilerini atmaya başlarlar. Adamcağız onlara mânî olmaya çalışır. Ancak hayvanlar galebe çalarak pek çoğu ateşe düşerler. Ben, ateşe düşmemeniz için sizi belinizden yakalıyorum, ancak siz ateşe atılmak için koşuyorsunuz!” (Buhârî, Rikâk, 26)
Bu âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf, Peygamber Efendimiz’in, dünyâda yaşayan her insanın Allâh’a inanmasını ve kendisini cehennem azâbından kurtarmasını, şefkat ve merhameti gereği olarak istediğinin çok açık bir delîlidir.
HZ. HAMZA’NIN (R.A.) MÜSLÜMAN OLUŞU
Ebû Cehil’in Resûlullâh’a saldırdığını duyan Hazret-i Hamza, ırkî asabiyet duygusunun kabarmasıyla Ebû Cehil’e yayı ile vurmuştu. Sonra Resûlullâh’a dönerek:
“–Muhammed (s.a.v.), müsterîh ol! Çünkü Ebû Cehil’den öcünü aldım!..” dedi. Resûlullah ise:
“–Benim öç almakla işim yok; fakat sen Müslüman olursan, o zaman müsterîh olurum!” buyurdu.
Hazret-i Hamza bu cevaptaki inceliği kavradı ve tefekküre daldı.
Hamza (r.a.) îmân etme husûsunda birçok tereddütler yaşayıp geceyi uykusuz geçirdikten sonra sabah erkenden Allah Resûlü’nün yanına geldi. Uykusunu kaçıran şüphe ve tereddütleri ona bir bir anlattı:
“–Ey kardeşimin oğlu! Ben öyle bir çâresizlik içine düştüm ki, çıkış yolu bulamıyorum. Ne olur bana bir şeyler söyle, bir çıkış yolu göster!” dedi.
Bunun üzerine Resûlullah ona va’z u nasihatte bulundu. Âhiret azâbını ve nîmetlerini anlatarak onu azâb ile korkuttu ve cennet ile müjdeledi. Efendimiz’in bu nasihatleri neticesinde, Allâh’ın Arslanı Hazret-i Hamza îmân ile şereflendi.[1]
EBEDİ KURTULUŞA ERMENİN TEMEL ŞARTI
İslâm’a girmek, ebedî kurtuluşa ermenin temel şartı olduğundan, Resûlullah, her bir insanın müslüman olmasını, büyük bir iştiyakla arzular ve tek bir insanın dahî hidâyeti sebebiyle son derece sevinirdi. Tâif’te gördüğü hakâret ve zulme mukâbil, Addas isimli bir kölenin Müslüman olması, Efendimiz’e acılarını unutturdu. Tâif’ten Mekke-i Mükerreme’ye döndüğünde, uzaktan yakından pek çok kabile câhiliye haccı için gelmişti. Efendimiz kabîlelerin konak yerlerine gider, onları İslâm’a dâvet ederdi. Peygamberliğini tasdîk etmelerini, Rabbinin kendisine verdiği risâlet vazîfesini îfâ etmede kendisine yardımcı olmalarını isterdi.[2] Onlara:
“−Ben Allâh’ın Rasûlü’yüm! Sizin yanınıza geldiğimde, Rabbimin emirlerini insanlara ulaştırıncaya, elçilik vazîfemi yerine getirinceye kadar beni korur musunuz? İçinizden hiç kimseyi zorlamayacağım!”[3] diyerek insanların hidâyete ermesi için büyük bir heyecan duyar ve bütün gücüyle gayret gösterirdi.
Hazret-i Ali’ye de:
“Allâh’a yemin ederim ki, Cenâb-ı Hakk’ın senin vâsıtanla bir tek kişiyi hidâyete kavuşturması, (en kıymetli dünyâ nîmeti sayılan) kızıl develere sahip olmandan (yâni bütün dünyâ nîmetlerinden) daha hayırlıdır.” buyurmuştu. (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 9)
Ebû Zer,[4] Hâlid bin Zeyd,[5] Hubeyb bin Yesâf[6] ve Reyhâne bint-i Amr[7] gibi Allâh’ın her bir kulu İslâm’a girip felâh bulduğunda, Peygamber Efendimiz’in yüzünde büyük bir sevinç, beşâret ve tebessüm görülürdü. Adiy bin Hâtim (r.a.), Allah Resûlü’nün bu huzur ve mutluluğunu:
“Müslüman olduğum zaman Resûlullah Efendimiz’in yüzünün büyük bir sevinçle parladığını gördüm.” şeklinde ifâde etmiştir. (Ahmed, IV, 378)
PEYGAMBERİMİZİN AFFETTİĞİ KİŞİLER
Allah Resûlü, en azılı düşmanları dahî kelime-i şehâdet getirip Müslüman olduklarında onları affetmiş ve ashâbına da onların geçmişteki zâlimâne hâllerini hatırlatacak söz ve davranışlardan uzak durmalarını tembihlemiştir.[8] Kızı Hazret-i Zeynep’i deveden düşürmek sûretiyle vefâtına sebep olan Hebbâr bin Esved, sevgili amcası Hazret-i Hamza’yı şehît eden Vahşî ve Müslümanlara senelerce her türlü zulmü revâ gören Ebû Cehil’in oğlu İkrime (r.a.), kelime-i şehâdetin hürmetine af kervanına katılanlardan sadece birkaçıdır.
O’nun asîl davranışları ve yüce ahlâkı, sıradan maddî sâik ve intikam duygularından uzak olduğu gibi, şahsı ile de ilgili hiçbir arzusu yoktu.
Resûlullâh’ın hayâtında hiçbir zaman nefsi için intikam aldığını göremeyiz.
Peygamber Efendimiz hiçbir sahâbînin yaptığı hatâlı bir işi yüzlerine karşı söylemezlerdi. Muhâtaplarının hatâsını onlara yakıştıramadığını hissettirmek maksadıyla:
“–Bana ne oluyor ki, sizleri böyle görüyorum!”[9] diyerek galat-ı ru’yeti (yanlış görmeyi) kendilerine izâfe ederlerdi. Hazret-i Ayşe vâlidemizin ifâdesiyle, kendisine birisinden hoşlanmadığı bir söz ulaştığında:
“Filâna ne oluyor ki şöyle şöyle söylüyor.” demez de, “Bâzı kimselere ne oluyor ki şöyle şöyle söylüyorlar.” buyururlardı. (Ebû Dâvûd, Edeb, 5/4788)
Muhâtabının nasîhat ederken bile üzülmemesi ve darılmaması için âdeta titreyen o şânı yüce Peygamber, merhamet âbidesiydi.
Bu özellikler O’nun hâl ve hareketlerinde görüldüğü gibi, konuşmalarında da kendini gösteriyordu. İşte O yüce ahlâk sahibinin bir hitâbı:
“Ey îmân edenler! Allah sizi emniyet içinde tutsun! Sizi gözetsin! Sizi kötülüklerden korusun! Size yardım etsin! Sizi yüceltsin! Size yol göstersin! Sizi kendi emniyeti içinde tutsun! Sizleri her tür tâlihsizlikten sakındırsın ve dîninizi sizler için korusun!..” (Taberânî, Evsat, IV, 208; Ebû Nuaym, Hilye, IV, 168)
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber, Allâh’ın “Ğafûr” ve “Rahîm” isimlerinin tecellîsine mazhar olarak, inkârcılar hakkında da aşırı derecede üzülüyor, onların cehenneme gitmemesi için duâ ediyordu. Buna mukâbil yine ilâhî îkaz geldi:
“Demek ki bu söze (Kitâb’a) inanmazlarsa (ve bu yüzden helâk olurlarsa diye) arkalarından üzülerek neredeyse kendini mahvedeceksin!” (el-Kehf, 6)
Bu sebeptendir ki, Rasûlullâh’ın feyzinden, herkesten daha fazla nasîb alan ve merhametin şâhikasında olan Hazret-i Ebûbekir şöyle duâ etmiştir:
“Yâ Rabbî, kıyâmet günü benim vücûdumu o kadar büyüt, o kadar büyüt ki, cehennemde benden başkasına yer kalmasın!”
YARATAN’DAN ÖTÜRÜ YARATILANA MERHAMET
O’nun gül kokulu sohbetlerinde bulunan Sahâbe-i Kirâm hazarâtının aşk ve vecd ile aldıkları ilim, feyiz, fazîlet ve kalbî hayâtı, uzak mesâfeleri katederek bütün cihâna taşımaları, yine Rasûlullâh’ın onlara aşıladığı, “Yaratan’dan ötürü yaratılanlara merhamet” telâkkîsinin en bâriz bir misâlidir.
Herkes O’nun âlicenaplığından ve cömertliğinden payına düşeni almıştı. O’nun iyiliği ve sevgisi, taştığında bütün tarlaları suya doyuran bir nehir gibiydi. O’nun yanından kimse aç, susuz ve ilgisiz ayrılmazdı.
[1] Bkz. İbn-i Hişâm, I, 312-313; Hâkim, III, 213; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 84.
[2] Bkz. İbn-i Sa’d, I, 216-217; Ahmed, III, 322, 492; İbn-i Kesîr, III, 183-190.
[3] İbn-i Hişâm, II, 33-34; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 184; İbn-i Hacer, el-İsâbe, IV, 353. Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, Sünnet, 19-20/4734.
[4] Hâkim, Müstedrek, III, 385/5459.
[5] İbn-i Kesîr, Bidâye, III, 83.
[6] Vâkıdî, Meğâzî, I, 47.
[7] İbn-i Kesîr, Bidâye, IV, 128.
[8] Vâkıdî, II, 857-858.
[9] Buhârî, Menâkıb 25, Eymân 3; Müslim, Salât, 119; İbn-i Hibbân, IV, 534.
Kaynak: Osman Nuri Topba, Rahmet Peygamberi, Erkam Yayınları
YORUMLAR