Nebiler Silsilesinden İbretler
Osman Nûri Topbaş Hocaefendi, helak olan kavimlerden ve peygamberlerin kısslarından bahsediyor...
NEBÎLER SİLSİLESİNDEN İBRETLER
اَلَمْ تَرَ كَيْفَ فَعَلَ رَبُّكَ بِعَادٍ
(“Görmedin mi, Rabbin ne yaptı Âd kavmine?” [el-Fecr, 6])
Âd Kavmi’nden bahsediyor burada. Cenâb-ı Hak Âd Kavmi’ne çok ikram etti. İrem Bağları vardı. Yani dünyanın en mûtenâ bağları vardı; ağaçlık, yeşillik, meyveler, sebzeler… İnsanları, kadın-erkek, güçlü-kuvvetli, cemâl sahibi, akarsular vs…
Cenâb-ı Hak bu kavme ihsân ettikçe bu kavim azdı. Böbürlendi, gururlandı, kibirlendi. “Bizden güçlü kim var bu dünyada?” dediler.
Hûd -aleyhisselâm- peygamberleriydi. Hûd -aleyhisselâm-’a tavır koydular.
“–Hûd dediler, sen bir kişisin, bak biz büyük bir kalabalığız. Senin mi dediğin doğru, biz mi doğruyuz?!” dediler.
Kölelerini alıyorlardı, o yontma taşlı binanın en üstüne çıkartıyor, oradan yere fırlatıyorlardı. Yani avcıların zevk alması gibi. Bu kadar sadist olmuşlardı, vahşileşmişlerdi.
Cenâb-ı Hakk’a şükredecekleri yerde verdiği nîmetlere, küfrân-ı nîmet içindelerdi. Cenâb-ı Hak:
اَلَمْ تَرَ كَيْفَ فَعَلَ رَبُّكَ بِعَادٍ diyor. Cenâb-ı Hak:
“Görmedin mi Âd Kavmi’ne ne yaptı?” Yani (onun tefekkürüne) yoğunlaş…
Demek ki bir mü’min ne olacak; mütevâzı olacak, merhametli olacak, dâimâ şükür hâlinde olacak.
Ondan sonra devam ediyor Cenâb-ı Hak. Âd Kavmi, direkleri yüksek binaları olan, yüksek binalar yapardı, taştan oyma.
“Ülkelerinin benzeri yaratılmamış, İrem Şehri…” (Bkz. el-Fecr, 7-8)
İrem Bağları vardı. Ondan sonra;
“Vâdide kayaları yontan Semûd Kavmi’ne.” (el-Fecr, 9)
O da, Cenâb-ı Hak onlara bir sanat verdi, onlar da; Cenâb-ı Hak bu Âd Kavmi’ni kahretti. Onlar dediler ki; “Temelleri çürük yaptılar, ondan böyle oldular, bize hiçbir şey olmaz!” dediler. Cenâb-ı Hak bu isyankâr kavmi de, Semûd Kavmi’ni de, Sâlih -aleyhisselâm-’ın kavmini de, bunu da Cenâb-ı Hak, bu kavmi de sesle kahretti.
Ondan sonra Firavun… Firavun azdı; “Sizin en yüce Rabbiniz ben değil miyim?” dedi. Kendisinin Rab olduğunu telkin etti. “Kötülüğü, fesâdı çoğalttı.” (Bkz. el-Fecr, 12) Zulmederdi halkına, kendine “hayır” diyene. Benî İsrail Kavmi vardı, onlara zulmederdi, en ağır eziyetleri yapardı. Hattâ müslüman olan sihirbazları da onların kollarını, bacaklarını çapraz kestirdi, o şekilde hurma dallarına astırdı. Onlar büyük bir îman vecdi, îman istiğrâkı içinde:
رَبَّنَا اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَتَوَفَّنَا مُسْلِمِينَ
(“…Ey Rabbimiz! Bize bol bol sabır ver, müslüman olarak canımızı al.” [el-A‘râf, 126]) dediler.
“–Firavun dediler, senin azâbın dünyaya aittir dediler. Senin yaptığın azap dünyaya ait. Biz nasıl olsa Rabbimiz’e döndürüleceğiz.” dediler. (Bkz. el-A‘râf, 125-126)
Velhâsıl burada, bu üç kavme nasıl bir azap kamçısı indirildiği…
Cenâb-ı Hak diğer âyetlerde Lût Kavmi’ni bildiriyor. Bunların da nasıl ahlâksızlıkta -af edersiniz- hayvanları aştığını…
Bir Şuayb kavmini bildiriyor, sahtekâr bir kavim…
Fakat, kardeşler! Ben şuraya geleceğim: Bugün maalesef bu kavimle yaşayan insanlar var günümüzde. Fakat Cenâb-ı Hak, Efendimiz’in duâsı;
“Yâ Rabbi dedi, benim dedi, ümmetimi dedi, toptan helâk etme.” dedi. (Bkz. Müslim, Fiten, 19-20; Tirmizî, Fiten 14/2177)
Onun için ümmet-i Muhammed’e toptan bir helâk (yok). Bunlar toptan helâk oldu.
Demek ki bu tarihten, bu nebîler silsilesinden bir ibret almak lâzım ki… Önümüzde, hepimizin önünde bir kıyâmet var. Bir daha geri dönüş yok…
Cenâb-ı Hak yine Fâtır Sûresi’nde Cehennemliklerden bir fasıl bildiriyor. Onlar diyorlar ki:
“–Yâ Rabbi! Bizi çıkar Cehennem’den. Çıkar, Sana güzel bir kul olalım. Eski yaptıklarımızın yerine sâlih ameller işleyelim.”
Cenâb-ı Hak iki şey soruyor:
“–Size dünyada düşünecek kadar bir zaman vermedik mi?”
Niye dünyaya geldin? Kendi kendine mi dünyaya geldin? Ananı-babanı kendin mi tayin ettin? Bulunduğun coğrafya parçasını kendin mi seçtin? Kimin mülkünde yaşıyorsun? Geliş niye, gidiş niye?..
“Düşünecek kadar bir zaman vermedik mi?” buyuruyor.
İkincisi;
“Bir peygamber gelmedi mi?” buyuruyor. Îkaz edilmedin mi diyor. Geçti diyor. “Azâbı tadın!” buyruluyor. (Bkz. Fâtır, 37)
Velhâsıl yine oraya geliyoruz, zaman çok büyük bir nîmet. Her kaçırdığımız zamana, her seher vaktine çok üzülmeliyiz. Nasıl bir dünya şeyi için, meselâ gece yarısı bir yere gideceğiz, bir otobüs gelecek, uçak gelecek, gece 4’te gideceğiz, nasıl 2 saat evvelden kalkarız, aman kaçırmayalım diye…
Günümüzde bu kavimlerin yaşadığı bu hâller, bugün önümüzde bir kıyâmet alâmeti olarak karşımızda. Bugün dünya tekrar bir câhiliye devrine girdi.
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“O gün (diyor) verdiğimiz nîmetlerden elbette sorulacaksınız.” (et-Tekâsür, 8) buyuruyor.
Zekâtın nisbetini biliyoruz, kırkta bir, fakat Allâh’ın verdiği nîmet; müslüman olmak, güzel bir İslâm beldesinde olmak, en büyük Peygamber’e ümmet olmak… Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm ile îkaz ediyor. Çok büyük bir lûtuf. Buyuruyor:
“Andolsun Biz Kur’ân’ı anlaşılıp öğüt alınması için kolaylaştırdık...” buyuruyor. “…O hâlde (Kur’ân’dan) düşünüp ibret alan yok mu?” buyuruyor. (Bkz. el-Kamer, 17, 22, 32, 40)
Yine diğer bir âyette Muhammed Sûresi’nde:
“Onlar Kur’ân’ı inceden inceye düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinde kilit mi var?” (Muhammed, 24) diyor. Yok mu onların kalbi diyor, düşünmüyorlar diyor. Her şeyi düşünüyor…
“Andolsun Biz öğüt alsınlar diye bu Kur’ân’da insana her türlü misâli verdik…” buyruluyor. (Bkz. el-İsrâ, 89; el-Kehf, 54; er-Rûm, 58)
Velhâsıl Kur’ân-ı Kerîm tefekkürsüz bir göz ile okunursa, takvâsız bir kalp ile okunursa, satırlardan öteye geçmez. Lâkin takvâlı bir kalp ile okunursa, nice hikmet ve ibretler temâşâ edilir.
İnsanın şerhi Kur’ân’dır. Dâimâ insan tefekkür edecek:
“Ben Kur’ân’a göre ben nasıl bir kulum?..”
Sahâbî, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- diyor:
“Biz diyor, bir âyet indiği zaman gökten bir sofra indi zannederdik diyor. Allâh’ın rızâsını nasıl kazanacağız derdik diyor. Onu müzâkere ederdik. Bu âyet-i kerîmeyi nasıl biz tatbik edelim, nasıl istikâmetlenelim?..”
“Akşamleyin de eve gittiğimiz zaman kadınlarımız bize; bugün hangi âyet indi derlerdi. Allah Rasûlü’nün fem-i muhsininden, mübârek ağzından ne gibi kelâmlar… Siz bana onları söyle derlerdi.
Sabahleyin çıkarken de efendilerine;
«–Sakın, sakın, sakın bize haram lokma getirme! Biz dünyada her şeye katlanırız ama Cehennem azâbına katlanamayız!» derlerdi.” (Bkz. Abdülhamîd Keşk, Fî Rihâbi’t-Tefsîr, I, 26)
Nedir bu? Kur’ân-ı Kerîm’in duygularıyla, Kur’ân-ı Kerîm ile hâllenme…
Cenâb-ı Hak:
“اَلرَّحْمٰنُ . عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ” buyuruyor.
“Rahmân öğretti Kur’ân-ı Kerîm’i.” (er-Rahmân, 1-2)
خَلَقَ الْاِنْسَانَ
“İnsanı yarattı.” (er-Rahmân, 3) Kur’ân’la istikâmetlenecek.
عَلَّمَهُ الْبَيَانَ
(“Ona beyânı öğretti.” [er-Rahmân, 4])
Şu kâinat, sırlar, hikmetler vs… Beyan… Hepsini insana Cenâb-ı Hak lûtfediyor.
Demek ki insan bunun karşısında ne oluyor duygusuz yaşarsa, nankör oluyor.
Yine Cenâb-ı Hak İnsan Sûresi’nde;
“…İster (diyor) şükredici ol, ister nankör ol.” buyuruyor. (Bkz. el-İnsân, 3)
Bir kedi, köpek, bir hayvan, bir yılan, bir deve, bir at gördüğümüz zaman (Cenâb-ı Hakk’a) teşekkür etmemiz lâzım. Onlar gibi yaratılabilirdik biz. Fakat Cenâb-ı Hak bizi insan olarak yarattı.
Türlü türlü nîmetler… En büyük nîmet, İslâm nîmeti. Dünyevî nîmetler de öyle. Ver gözünü, al dünyayı deseler, kim değişir?!
Her an, bakıyoruz, Cenâb-ı Hak ikram hâlinde. İlkbaharda ayrı ikram; sebzeler, meyveler vs. çiçekler… Yazın ayrı, sonbahar ayrı, kışın ayrı. Kışın sana Cenâb-ı Hak karpuzu vermiyor, kavunu vermiyor. Yazın veriyor. Harâret söndürecek, huzur bulacaksın.
Düşüneceksin; o karpuz nasıl çıkıyor? Rengi, şekli, biçimi…
Bir hayvan bir yumurta yapıyor; yumurtada ne kadar kalsiyum olduğunu, ne kadar protein olduğunu biliyor mu? Cenâb-ı Hak senin için hazırlattırıyor.
“…İster nankör ol (buyuruyor) ister şükredici ol.” buyuruyor. (Bkz. el-İnsân, 3)
Demek ki dâimâ göz, kalbe bağlıdır. Kalp eğer istikâmetteyse göz, rûhânî vitrinler seyreder. Gördüğü her şeyden ders alır.
Şu kara toprakta bunlar nasıl şekilleniyor? Kokusu, rengi, biçimi, vesâiresi… Demek ki kul, kalp uyanacak.
اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
(“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâhʼı anmakla mutmain olur (huzura kavuşur).” [er-Ra‘d, 28]) Cenâb-ı Hak’la huzur bulacak o kalp.
Ondan sonra Cenâb-ı Hak, bu kahrolan kavimlerden sonra, insanın nefsâniyetin pençesinde kendini ziyan etmesini bildiriyor.
“İnsan var ya (diyor Cenâb-ı Hak buyuruyor) Rabbi kendisini imtihan edip de ikramda bulunduğunda, bol nîmet verdiğinde, Rabbim bana ikram etti der.” (el-Fecr, 15)
“Aman bu sene tarlamdan çok şey çıktı, meyve çıktı, sebze çıktı, vs. çıktı, şu kadar kazandım, Allah bana ikram etti…” der. Fakat Cenâb-ı Hak Biz bunu imtihan olarak veririz diyor. O zaman düşünecek insan:
“Allah bana niye verdi bunu? Ben nasıl şükredeceğim? Ben nasıl benden muhtaçlara bunu tevzî edeceğim? Zekâtıma, öşürüme, sadakama, infâkıma dikkat edeceğim. Aksi hâlde Cenâb-ı Hakk’ın sana bu verdiği sana bir nîmet değil, sana bu bir felâketi getirecek…”
ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ
“…Verdiğimiz nîmetlerden sorulacaksınız.” (et-Tekâsür, 8) buyruluyor.
Onun için dâimâ, insan dâimâ o şuur içinde…
Göz verdi Allah, bu gözü bana niye verdi? Bak, âmâya vermiyor. Bu gözden hesâba çekileceksin.
Allah sana mal verdi, zengin bir mahsul verdi, ben ne yapacağım, nasıl şükredeceğim Allâh’a? Nasıl, kimleri sevindireceğim, nasıl gariplerin duâlarını alacağım, kimsesizlerin? Nasıl dînî, İslâmî müesseselere, Kur’ân tahsili gören yavruların müesseselerine, Kur’ân kurslarına ben nasıl hizmet edeceğim ki Allâh’ın rızâsını kazanayım? Kitap, Allâh’ın kitabı Kur’ân-ı Kerîm. Allâh’ın kitabına ben nasıl hizmet edeceğim?..
Mü’min dâimâ bu şuurun içinde olacak.
Cenâb-ı Hak en zengin insandan misal veriyor, Süleyman -aleyhisselâm-’dan. Sarayda ama saray kalbinin dışında. Ben garibim diyor, fakirim diyor, bana fakirle beraber olmak düşer diyor. Kalbinde yok…
Ne buyuruyor Cenâb-ı Hak Süleyman -aleyhisselâm-’a:
“نِعْمَ الْعَبْدُ” diyor, “…o ne güzel kuldu…” (Sâd, 30) diyor. Yani Allâh’ın verdiği nîmetleri, onları infak ediyor, onların hamallığını yapmıyor.
Yine Cenâb-ı Hak, ondan sonra gelen âyette, azaltırız diyor. Azalttığımız zaman o da üzülür diyor. Allah ona verdi, bana vermedi der. (Bkz. el-Fecr, 16) Belki azalması onun için hayır.
Yine Cenâb-ı Hak, Eyyûb -aleyhisselâm-… Zenginlik vardı, mal-mülk vardı, araziler vardı, evlâtlar vardı, sıhhat… Hepsi gitti. Hep bir şükür hâlindeydi. Karısı Rahime Hatun dedi ki:
Sen peygambersin, duâ et, gitsin bunlar üzerinden dedi. Ne kadar ıztırap içindesin!” dedi.
“–Hanım dedi, ben seksen sene bir sıhhat ömrü yaşadım, bu kaç senedir?..” dedi.
En nihâyet âyet-i kerîmede:
“–Yâ Rabbi, Sen Erhamu’r-Râhimîn’sin.” dedi. (Bkz. el-Enbiyâ, 83)
Cenâb-ı Hak Eyyûb -aleyhisselâm-’a “نِعْمَ الْعَبْدُ” “…o ne güzel kuldu…” (Sâd, 44) diyor.
Süleyman -aleyhisselâm- varlıkta zirve, Eyyûb -aleyhisselâm- yoklukta zirve, ikisine de Cenâb-ı Hak “نِعْمَ الْعَبْدُ” diyor. Niye? İkisi de şükreden kul. Râdıyye, Allah’tan râzı olan kul. “رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً” (“…Sen O’ndan râzı, O da senden râzı olarak.” [el-Fecr, 28])
Velhâsıl kul, devamlı bir şükür hâlinde olacak. “Yâ Rabbi şükür” dille, bu kâfî değil. Gözünün şükrünü yapacaksın, gözünü yanlış yerden koruyacaksın. Kalbinin şükrü var, zikirle dolduracaksın kalbini, yanlış şeylerden koruyacaksın. Duâ edeceksin; “Yâ Rabbi! Duygularımı kendi rızânla te’lif et.” diyeceksin…
YORUMLAR