Necm Suresi 11. Ayet Meali, Arapça Yazılışı, Anlamı ve Tefsiri

Necm Suresi 11. ayeti ne anlatıyor? Necm Suresi 11. ayetinin meali, Arapçası, anlamı ve tefsiri...

Necm Suresi 11. Ayetinin Arapçası:

مَا كَذَبَ الْفُؤٰادُ مَا رَاٰى

Necm Suresi 11. Ayetinin Meali (Anlamı):

Peygamber’in gözünün gördüğünü kalbi yalanlamadı.

Necm Suresi 11. Ayetinin Tefsiri:

Kur’ân-ı Kerîm’i Peygamberimiz (s.a.s.)’e müşriklerin iddia ettikleri gibi bir beşer değil, beşer üstü bir varlık olan melek Cebrâil (a.s.) öğretmiştir. Burada Cebrâil (a.s.)’ın bir kısım hususiyetleri beyân edilir:

  Son derece güçlü ve kuvvetli,

  İlim ve amel bakımından fevkalade kuvvetleri olan,

  Akıl ve görüşünde sağlam,

  Sağlam yapılı,

  Nüfûz sahibi ve cesur,

  Güzel ve şahâne manzaralı.

Nitekim Tekvîr sûresinin 19-21. âyetlerinde de Cebrâil’in şu vasıflarına dikkat çekilir:

“Şüphesiz Kur’an, çok şerefli bir Elçi’nin getirdiği sözdür. Bir Elçi ki pek kuvvetli, arşın sahibi yanında çok itibarlı. Orada sözü dinlenir, kendisine son derece güvenilir.”

Cebrâil (a.s.)’ın getirdiği vahyin bütün yönlerden doğru, sağlam ve itimada şayan olduğuna işaret için bu üstün vasıflarla vasıflandığı anlaşılmaktadır. Dolayısıyla söylenen sözün doğru ve sağlamlığına medar olan idrak gücünün sağlamlığı, ezberleme, anlayış ve kavrayış kuvvetinin ve diğer kuvvelerin güçlü olmasına bağlıdır. Çünkü idrak gücü zayıf olursa anlayışı kısa olur; hafızası zayıf olursa duyduğunu ezberleyemez ve belleme kuvveti zayıf olursa işittiğini anlayamaz. Bu bakımdan sözüne itimat olunacak kimsede bu kuvvetlerin bulunması gerektiğinden vahye memur olan Cibrîl-i Emîn’in kuvvetlerinin tam ve her yönden sağlam ve güvenilir olduğuna işaret edilmiştir. Üstadın sağlam ve güvenilir olması, talebenin de sağlam ve güvenilir olmasını gerekli kıldığından bu ayetlerde Cebrâil (a.s.) ile birlikte aslında Resûlullah (s.a.s.) övülmektedir.

Cebrâil (a.s.) Hira dağında ilk vahyi getirdiği zaman göğün doğu tarafında en yüce ufukta kendî aslî sûretinde görünmüş, Resûlullah (s.a.s.) de onu bu haliyle görmüştü. İlk defa rastladığı bu muazzam ve müthiş manzara karşısında baygın yere düşmüştü. Nitekim bu husus Tekvîr sûresinde şöyle haber verilir: “Yemin olsun ki Peygamber, vahyi getiren Elçi’yi apaçık bir ufukta gördü.” (Tekvîr 81/23) Sonra Cibrîl (a.s.) Efendimiz (s.a.s.)’e yaklaştı, onun üzerine doğru iyice sarktı. Öyle ki araları, iyice kıvrılmış ve karşı karşıya getirilmiş yayın iki ucu kadar yahut bundan da daha yakın bir hâle geldi.[1] Bu noktada Cebrâil (a.s.) Allah’tan getirmiş olduğu vahyi O’nun en seçkin kulu Hz. Muhammed (s.a.s.)’e bildirdi. Resûlullah (s.a.s.), vahyi getiren meleği aslî sûretiyle görmüş, kendisine emanet edilen nübüvvet vazifesinin ehemmiyetini tam olarak kavramış ve insanlığa tebliğ edeceği hakikatin mâhiyetine âşinâ olmuştu. Gözleriyle gördüğü şeyleri kalbi yalanlamamıştı. Gördüğü bu şeyler bir hayal değil, kalp ve vicdanın yalancı çıkarmayıp görerek tasdik ettiği birer hakikatti. Bu sebepledir ki Peygamberimiz (s.a.s.), bundan böyle Cebrâil (a.s.)’ı hangi surette görse mutlaka tanırdı.

Âyet-i kerîmede bahsedilen “yayın iki ucu arası kadar veya daha az mesâfe” yakınlaşmanın Miraç gecesi Allah Teâlâ ile Peygamberimiz (s.a.s.) arasında vuku bulduğu şeklinde bir tefsir de yapılabilir. Şöyle ki:

Miraç gecesi Resûl-i Ekrem (s.a.s.) Cebrâil (a.s.) ile birlikte göklere yükseldi. Yedi kat semayı geçti, Sidre-i Müntehâ’nın yanına ulaştı. Cebrâil (a.s.) orada kaldı, Efendimiz (s.a.s.) ise daha ötelere gitti. İlâhî bir cezbe ve çekilme ile Allah Teâlâ’ya doğru yaklaştı. “Kulum bana nafile ibâdetlerle yaklaşmaya devam eder…” (Buhârî, Rikâk 38) sözünün mânası kendisinde zâhir oldu. Birdenbire bir çekim kuvvetiyle yüce ufkun ötelerine fırlayıverdi. Mânen öyle yakınlaştı ki, Allah Teâlâ ile arasındaki mesafe yayın iki ucu kadar veya daha az kaldı.

Ancak şunu dikkatten uzak tutmamak gerekir ki, Allah Teâlâ’ya izafe edilen yaklaşmak ve ya­kınlık herhangi bir şekilde mekan yaklaşması ya da mesafe yakınlığı değildir. Peygamberimiz (s.a.s.)’in Rabbine yaklaşıp yakınlaşması, onun mevkiinin büyüklü­ğünü açığa çıkarmak, şerefini yüceltmek, mârifet nurlarının aydın­lığını etrafa göstermek, gayb âleminin ve ilâhî kudretin sırlarını müşahede etmesini sağ­lamaktır. Cenâb-ı Hakk’ın ona yakınlaşması ona bir lutuftur, ünsiyettir, huzur vermektir ve en büyük bir ikramdır. Bu hakîkat, Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in Hak katındaki makbûliyetini, onun nasıl korunup gözetildiğini, isteklerinin kabule şayan olup yerine getirildiğini, ona ihsan edilen ilâhî lutufların büyüklüğünü ve makamının yüceliğini gösterir. Bu yakınlaşmada: “Kim bana bir karış yak­laşırsa, ben ona bir arşın yaklaşırım. Bana yürüyerek gelene ben koşarak ge­lirim” (Tirmizî, Da‘avat  131/3603) kudsî hadisinin mânasının tecelli ettiği görülmektedir.

O halde:

[1] “Öyle ki araları yayın iki ucu arası kadar veya daha az kaldı” (Necm 53/9) ifadesini şöyle izah etmek mümkündür: Birincisi; o dönemde Araplar bir anlaş­ma yaparlarken iki yay çıkarıp üst üste koyarak tek bir yay görünümü verirler, sonra ikisini birlikte çekip bir ok atarlar böylece tam ola­rak ahitleştiklerini simgelerlerdi. Buna göre قَابَ قَوْسَيْنِ (kābe kavseyn) hem maddî anlamda fevkalade yakın olmayı hem de manevî bir yakınlığı ifade eder. İkincisi; Hicaz dilinde قَوْسٌ (kavs) kelimesi bir uzunluk ölçüsü olan “zira/arşın” (68 cm civarında uzunluk ölçüsü) anlamında kullanılırdı. Buna göre iki ar­şın ( ortalama 136 cm) uzunluğunda bir mesafenin kastedildiği söylenebilir. Üçüncüsü; قَابَ قَوْسَيْنِ  (kābe kavseyn)  ifade­sini “bir yayın iki ucu arasındaki mesafe kadar” şeklinde anlamak da mümkündür. Âyet “hatta daha yakın oldu” şeklinde tamam­lanmakta, böylece “adetâ elini uzatsa değecek kadar yakındı” mânasına gelen maddî bir yakınlık tasviri yapılarak, -manevî anlamda- Resûlullah’ın vahyi aldığı kaynağın sağlamlığına ve vahye hiçbir şeyin karışma ihtimalinin bulunmadığı­na dikkat çekmenin hedeflendiği anlaşılmaktadır.

 

Necm Suresi tefsiri için tıklayınız...

Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri

Necm Suresi 11. ayetinin meal karşılaştırması ve diğer ayetler için tıklayınız...

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.