Necm Sûresinin Tefsiri

KUR’ÂNIMIZ

Dr. Adem Ergül, Necm suresinin tefsirini yapıyor. Necm suresinin tefsirini yazımızda dinleyebilir ve okuyabilirsiniz.

Necm sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 62 âyettir. İsmini 1. âyette geçen ve “yıldız” mânasına gelen اَلنَّجْمُ (necm) kelimesinden alır. Mushaf tertîbine göre 53, iniş sırasına göre ise 23. sırada yer alır. İçinde secde ayeti bulunan sûrelerden biridir.

5 bölümde, 62 âyetten oluşan Necm sûresinin tefsiri:

NECM SURESİNİN TEFSİRİ DİNLE

Necm Sûresi 1. Kısım Tefsiri (1-12. Ayetler):

Necm Sûresi 2. Kısım Tefsiri (13-23. Ayetler):

Necm Sûresi 3. Kısım Tefsiri (24-32. Ayetler):

Necm Sûresi 4. Kısım Tefsiri (33-49. Ayetler):

Necm Sûresi 5. Kısım Tefsiri (50-62. Ayetler):

Necm Sûresi Hakkında

Necm sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 62 âyettir. İsmini 1. âyette geçen ve “yıldız” mânasına gelen اَلنَّجْمُ (necm) kelimesinden alır. Mushaf tertîbine göre 53, iniş sırasına göre ise 23. sırada yer alır. İçinde secde ayeti bulunan sûrelerden biridir.

Necm Sûresi Konusu

Kur’ân-ı Kerîm, Allah Teâlâ tarafından Cebrâil (a.s.) vasıtasıyla Resûlullah (s.a.s.)’e inzal buyrulmuştur. Dolayısıyla Peygamberimiz (s.a.s.)’in tebliğ ettiği İslâm, onun kendi arzu ve istekleriyle ortaya attığı bir iddia değil, bütünüyle vahye ve kesin bilgiye dayanan en doğru dindir. O, hakîkatin ta kendisidir. Çünkü Peygamber (s.a.s.), bizzat kendi müşâhedelerine dayanan hakikatleri tebliğ etmiştir. O, kendisine vahiy getiren meleği kendi gözleriyle görmüş ve Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın büyük işaretlerini bizzat müşahede etmiştir. Müşriklerin tutundukları yol ise zanna dayanmaktadır. Taptıkları Lât, Menât, Uzza putlarının hiçbir gerçekliği yoktur. Meleklere Allah’ın kızları demeleri de, onların şefaatleriyle kurtulacaklarına inanmaları da bütünüyle zanna dayanan bir iddiadır. Sahip oldukları inançlarının ne naklî ne de aklî hiçbir delili yoktur. Onların kesin bilgiye dayanan İslâm’ı bırakıp sadece zanlarına tabi olmalarının altında yatan gerçek ise âhirete inanmayıp sırf dünyanın peşinden koşmalarıdır. Netice itibariyle Peygamber (s.a.s.)’in davetini kabul edenlerle etmeyenlerin karşılaşacakları sonuçlar farklı olacak; iman edip sâlih amel işleyenler mükafatlandırılırken, kötülük yapanlar da cezalandırılacaklardır. Bu sadece Hz. Muhammed (s.a.s.)’in verdiği bir haber değil, Hz. İbrâhim ve Hz. Mûsâ gibi önceki tüm peygamberlerin tebliğ ettiği kadim ve değişmez bir hakîkattir. Bu gerçeklere inanmayan Nûh, Âd, Semûd ve Lût kavimleri nasıl helak edildilerse, Hz. Muhammed (s.a.s.)’e inanmayanlar da öyle helak edileceklerdir. O halde ölüm ve kıyâmet gelmeden önce intibâha gelip Allah’a kulluğa dönmek gerekir.

Necm Sûresi Nuzül Sebebi

Mushaftaki sıralamada elli üçüncü, iniş sırasına göre yirmi üçüncü sûredir. İhlâs sûresinden sonra, Abese sûresinden önce Mekke’de nâzil olmuştur. Sadece 32. âyetinin Medine’de indiği rivayet edilmiştir, fakat bu âyetin öncesi ve sonrasıyla olan sıkı anlam bağı ve üslûp birliği bu rivayeti tereddüde açık bırakmaktadır (Derveze, I, 212, 228).

NECM SURESİ TEFSİRİ

  1. İnmekte olan yıldıza yemin olsun ki,
  2. Arkadaşınız Muhammed, doğru yoldan sapmadı, bâtıla da inanmadı.

 اَلنَّجْمُ (necm) kelimesi yıldız, tüm yıldızlar, Süreyyâ yıldızı ve Kur’an’ın nâzil olan her bir parçası gibi mânalara gelir. Fiil olarak kullanılan هَوٰى (hevâ) kelimesi ise batmak, inmek, kaymak, düşmek ve çıkmak mânalarında kullanılır. Bu mânaların her biri dikkate alınarak âyeti tefsir etmek mümkündür. Biz bunlar içinden iki önemli mâna üzerinde durmak istiyoruz:

Birincisi; yıldızların battığı ve güneşin doğup etrafı tamâmen aydınlattığı sabah vaktine yemin edilerek uzun zaman Mekke’li Araplarla birlikte yaşamış olan, doğruluğu, güvenilirliği, üstün ahlâkı, dostluk ve iyilik severliği herkes tarafından bilinen Hz. Muhammed (s.a.s.)’in doğru yoldan sapmadığı, yanlış bir yola düşmediği, bâtıl bir inanca saplanmadığı beyân edilmektedir. Güneş aydınlığında her şey ne kadar açık ve net görülüyorsa, bu hakikat de o kadar açık ve nettir. Burada müşriklere hitap edilerek “sahibiniz” tabirinin kullanılmasının hususi bir anlamı vardır. Zira اَلصَّاحِبُ (sâhib), daima sohbette bulunan, arkadaşlık edip koruyan, hâmî mânalarına gelmektedir. Böylece şimdiye kadar sohbetinde bulunup çok iyi tanıdıkları, aklına ve doğruluğuna güvendikleri, onlara nasihat edip hak yolunu göstermek isteyen arkadaşları Hz. Muhammed’in yolunu şaşırmadığını, aklını kaybetmediğini, aldanmadığını ve aldatılmadığını; sihirbaz, kâhin ve mecnun olmadığını bildirmektedir.

İkincisi; Kur’ân-ı Kerîm’in o zamana kadar nâzil olan her bir bölümüne yemin edilmekte; inen bu âyetlerin mûcizevî nazmı, üslûbu ve mânasının, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in doğru yol üzere yürüyen gerçek bir peygamber olduğunu gösterdiği beyân edilmektedir.

  1. O asla kendi arzu ve hevesine göre konuşmaz.
  2. Onun bildirdikleri, kendisine Allah tarafından gelen vahiyden başka bir şey değildir.

Resûlullah (s.a.s.)’in dilinden sadır olan Kur’an âyetlerinin hepsi Allah tarafından kendisine vahyedilen sözlerdir. Onlarda vahiy mahsulü olmayan hiçbir şey yoktur. Hepsi Allah’a aittir. Çünkü dinî hususlarda Efendimiz (s.a.s.) kendi arzu ve isteklerine dayanarak hiçbir beyânda bulunmaz. Şahsının böyle bir talebi olmadığı gibi, zaten böyle bir salahiyete sahip de değildir. Peygamberimiz (s.a.s.)’in hadislerine gelince bunlar hakkında şu değerlendirme yapılabilir:

›        İslâm’ın hükümlerini beyân, Kur’an’ı tefsir ve izah özelliği taşıyan sözlerinin tümü vahiy kaynaklıdır.

Fakat Kur’an ile hadisler arasında fark vardır. Kur’an âyetleri lafız ve mânalarıyla birlikte Allah tarafından geldiği halde, hadis-i şeriflerde mânalar Allah’a ait iken lafızlar Efendimiz (s.a.s.)’e aittir. Bu sebeple Kur’an’a (el-vahyü’l-celiyyu) “açık vahiy”, hadislere ise (el-vahyu’l-hafiyyu: gizli vahiy” denilmiştir.

›        Resûlullah (s.a.s.)’in Allah’ın dinini tebliğ ve yayma yolunda mücadele ederken çeşitli zamanlarda verdiği emirleri ve yaptığı konuşmaları ihtivâ eden sözleri vahiy mahsulü değildir.

Bilindiği üzere Efendimiz (s.a.s.) zaman zaman sahâbeyle istişarede bulunmuştur. Bu istişareler sonunda o, bazan kendi reyinden vazgeçip, sahâbelerin reyini kabul etmiştir. Bazen de sahâbeler “Bu sizin kendi sözünüz mü yoksa Allah’ın vahyi midir?” diye sormuşlar, O da “Benim sözümdür” karşılığını vermiştir. (bk. İbn Sa‘d, et-Tabakât, II, 15) Bazen Peygamberimiz (s.a.s.) içtihat edip, bu doğrultuda emir verdikten hemen sonra, Allah Teâlâ, onun içtihadının aksini bildiren ayetler indirmiş ve bunun üzerine Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.) yanlış olan içtihadını düzeltmiştir. (bk. Enfâl 8/67-69; Tevbe 9/43) Dolayısıyla onun bir insan olması hasebiyle söylediği sözlerin, sahâbeleriyle istişare ederek aldığı kararların veya Allah’ın sonradan aksini emrettiği konulardaki içtihatlarının vahiy mahsülü olmadığı anlaşılmaktadır.

›        Yine Peygamberimiz (s.a.s.)’in bir insan olması hasebiyle, peygamberlikten önce ya da sonra, dinin hükümleri, emir ve yasakları, ahlâk ve adabı ile alakalı olmayan sözleri de vahiy mahsülü değildir. Zâten kâfirlerin, Efendimiz (s.a.s.)’in bu tür sözleriyle ilgili herhangi bir itirazları yoktur. Onların esas itirazları, İslâm’ın iki ana kaynağı olan Kur’an ve sünnet ile alakalıdır.

  1. Ona bu sözleri olağanüstü güçlü, muazzam kuvvetlerin sahibi Cebrâil öğretti.
  2. Üstün melekeler, akıl ve kemâl sahibi… Cebrâil, Peygamber’e vahyi getirdiğinde hemen kendi aslî sûretine girip doğruldu.
  3. O esnâda ufkun en yüksek, en uç noktasında idi.
  4. Sonra Peygamber’e doğru yaklaştı, yaklaştı; iyice sarktı.
  5. Öyle ki araları yayın iki ucu arası kadar veya daha az kaldı.
  6. Böylece kuluna vahyetmeyi dilediği her şeyi vahyetti.
  7. Peygamber’in gözünün gördüğünü kalbi yalanlamadı.

Kur’ân-ı Kerîm’i Peygamberimiz (s.a.s.)’e müşriklerin iddia ettikleri gibi bir beşer değil, beşer üstü bir varlık olan melek Cebrâil (a.s.) öğretmiştir. Burada Cebrâil (a.s.)’ın bir kısım hususiyetleri beyân edilir:

Son derece güçlü ve kuvvetli,

İlim ve amel bakımından fevkalade kuvvetleri olan,

Akıl ve görüşünde sağlam,

Sağlam yapılı,

Nüfûz sahibi ve cesur,

Güzel ve şahâne manzaralı.

Nitekim Tekvîr sûresinin 19-21. âyetlerinde de Cebrâil’in şu vasıflarına dikkat çekilir:

“Şüphesiz Kur’an, çok şerefli bir Elçi’nin getirdiği sözdür. Bir Elçi ki pek kuvvetli, arşın sahibi yanında çok itibarlı. Orada sözü dinlenir, kendisine son derece güvenilir.”

Cebrâil (a.s.)’ın getirdiği vahyin bütün yönlerden doğru, sağlam ve itimada şayan olduğuna işaret için bu üstün vasıflarla vasıflandığı anlaşılmaktadır. Dolayısıyla söylenen sözün doğru ve sağlamlığına medar olan idrak gücünün sağlamlığı, ezberleme, anlayış ve kavrayış kuvvetinin ve diğer kuvvelerin güçlü olmasına bağlıdır. Çünkü idrak gücü zayıf olursa anlayışı kısa olur; hafızası zayıf olursa duyduğunu ezberleyemez ve belleme kuvveti zayıf olursa işittiğini anlayamaz. Bu bakımdan sözüne itimat olunacak kimsede bu kuvvetlerin bulunması gerektiğinden vahye memur olan Cibrîl-i Emîn’in kuvvetlerinin tam ve her yönden sağlam ve güvenilir olduğuna işaret edilmiştir. Üstadın sağlam ve güvenilir olması, talebenin de sağlam ve güvenilir olmasını gerekli kıldığından bu ayetlerde Cebrâil (a.s.) ile birlikte aslında Resûlullah (s.a.s.) övülmektedir.

Cebrâil (a.s.) Hira dağında ilk vahyi getirdiği zaman göğün doğu tarafında en yüce ufukta kendî aslî sûretinde görünmüş, Resûlullah (s.a.s.) de onu bu haliyle görmüştü. İlk defa rastladığı bu muazzam ve müthiş manzara karşısında baygın yere düşmüştü. Nitekim bu husus Tekvîr sûresinde şöyle haber verilir: “Yemin olsun ki Peygamber, vahyi getiren Elçi’yi apaçık bir ufukta gördü.” (Tekvîr 81/23) Sonra Cibrîl (a.s.) Efendimiz (s.a.s.)’e yaklaştı, onun üzerine doğru iyice sarktı. Öyle ki araları, iyice kıvrılmış ve karşı karşıya getirilmiş yayın iki ucu kadar yahut bundan da daha yakın bir hâle geldi.[1] Bu noktada Cebrâil (a.s.) Allah’tan getirmiş olduğu vahyi O’nun en seçkin kulu Hz. Muhammed (s.a.s.)’e bildirdi. Resûlullah (s.a.s.), vahyi getiren meleği aslî sûretiyle görmüş, kendisine emanet edilen nübüvvet vazifesinin ehemmiyetini tam olarak kavramış ve insanlığa tebliğ edeceği hakikatin mâhiyetine âşinâ olmuştu. Gözleriyle gördüğü şeyleri kalbi yalanlamamıştı. Gördüğü bu şeyler bir hayal değil, kalp ve vicdanın yalancı çıkarmayıp görerek tasdik ettiği birer hakikatti. Bu sebepledir ki Peygamberimiz (s.a.s.), bundan böyle Cebrâil (a.s.)’ı hangi surette görse mutlaka tanırdı.

Âyet-i kerîmede bahsedilen “yayın iki ucu arası kadar veya daha az mesâfe” yakınlaşmanın Miraç gecesi Allah Teâlâ ile Peygamberimiz (s.a.s.) arasında vuku bulduğu şeklinde bir tefsir de yapılabilir. Şöyle ki:

Miraç gecesi Resûl-i Ekrem (s.a.s.) Cebrâil (a.s.) ile birlikte göklere yükseldi. Yedi kat semayı geçti, Sidre-i Müntehâ’nın yanına ulaştı. Cebrâil (a.s.) orada kaldı, Efendimiz (s.a.s.) ise daha ötelere gitti. İlâhî bir cezbe ve çekilme ile Allah Teâlâ’ya doğru yaklaştı. “Kulum bana nafile ibâdetlerle yaklaşmaya devam eder…” (Buhârî, Rikâk 38) sözünün mânası kendisinde zâhir oldu. Birdenbire bir çekim kuvvetiyle yüce ufkun ötelerine fırlayıverdi. Mânen öyle yakınlaştı ki, Allah Teâlâ ile arasındaki mesafe yayın iki ucu kadar veya daha az kaldı.

Ancak şunu dikkatten uzak tutmamak gerekir ki, Allah Teâlâ’ya izafe edilen yaklaşmak ve ya­kınlık herhangi bir şekilde mekan yaklaşması ya da mesafe yakınlığı değildir. Peygamberimiz (s.a.s.)’in Rabbine yaklaşıp yakınlaşması, onun mevkiinin büyüklü­ğünü açığa çıkarmak, şerefini yüceltmek, mârifet nurlarının aydın­lığını etrafa göstermek, gayb âleminin ve ilâhî kudretin sırlarını müşahede etmesini sağ­lamaktır. Cenâb-ı Hakk’ın ona yakınlaşması ona bir lutuftur, ünsiyettir, huzur vermektir ve en büyük bir ikramdır. Bu hakîkat, Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in Hak katındaki makbûliyetini, onun nasıl korunup gözetildiğini, isteklerinin kabule şayan olup yerine getirildiğini, ona ihsan edilen ilâhî lutufların büyüklüğünü ve makamının yüceliğini gösterir. Bu yakınlaşmada: “Kim bana bir karış yak­laşırsa, ben ona bir arşın yaklaşırım. Bana yürüyerek gelene ben koşarak ge­lirim” (Tirmizî, Da‘avat  131/3603) kudsî hadisinin mânasının tecelli ettiği görülmektedir.

O halde:

[1] “Öyle ki araları yayın iki ucu arası kadar veya daha az kaldı” (Necm 53/9) ifadesini şöyle izah etmek mümkündür: Birincisi; o dönemde Araplar bir anlaş­ma yaparlarken iki yay çıkarıp üst üste koyarak tek bir yay görünümü verirler, sonra ikisini birlikte çekip bir ok atarlar böylece tam ola­rak ahitleştiklerini simgelerlerdi. Buna göre قَابَ قَوْسَيْنِ (kābe kavseyn) hem maddî anlamda fevkalade yakın olmayı hem de manevî bir yakınlığı ifade eder. İkincisi; Hicaz dilinde قَوْسٌ (kavs) kelimesi bir uzunluk ölçüsü olan “zira/arşın” (68 cm civarında uzunluk ölçüsü) anlamında kullanılırdı. Buna göre iki ar­şın ( ortalama 136 cm) uzunluğunda bir mesafenin kastedildiği söylenebilir. Üçüncüsü; قَابَ قَوْسَيْنِ  (kābe kavseyn)  ifade­sini “bir yayın iki ucu arasındaki mesafe kadar” şeklinde anlamak da mümkündür. Âyet “hatta daha yakın oldu” şeklinde tamam­lanmakta, böylece “adetâ elini uzatsa değecek kadar yakındı” mânasına gelen maddî bir yakınlık tasviri yapılarak, -manevî anlamda- Resûlullah’ın vahyi aldığı kaynağın sağlamlığına ve vahye hiçbir şeyin karışma ihtimalinin bulunmadığı­na dikkat çekmenin hedeflendiği anlaşılmaktadır.

  1. Şimdi ey inkârcılar! Onun açık ve net olarak gördükleri konusunda hâlâ şüphe edip onunla tartışmaya mı kalkışıyorsunuz?
  2. Yemin olsun ki Peygamber onu bir başka inişinde de gördü.
  3. Sidretü’l-Müntehâ’nın yanında.
  4. Onun yanında da Me’vâ Cenneti vardır.
  5. O an Sidre’yi bürüyen bürüyordu.

Resûlullah (s.a.s.) kendisine Kur’an’ı öğreten Cebrâil (a.s.)’ı, hakiki sûreti ve bütün kuvvetleriyle bir de Miraç’tan inerken görmüştür. Burada Cebrâil (a.s.)’ın makam itibariyle Peygamberimiz (s.a.s.)’den geride olduğuna bir işaret vardır. Zira Miraç gecesi Cebrâil (a.s.): “Bir parmak ucu daha yaklaşsaydım muhakkak yanardım” dediği makamda kalmış (bk. Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXVIII, 251), Efendimiz ondan ayrılıp daha ileri gitmişti. İşte söz konusu âyette geçen نَزْلَةً  (nezleten) “iniş”ten maksat, Resûlullah (s.a.s.)’in ilerleyip yüceldiği makamdan daha sonra Cebrâil’in yanına dönüşüdür.

Efendimiz (s.a.s.), yükseldiğ o yüce makamlardan dönerken Cebrâil (a.s.) Sidre-i Müntehâ’nın yanında onu bekliyordu. Peki Sidre-i Müntehâ neresiydi? Bununla alakalı üç önemli izah vardır:

›    Sidre-i Müntehâ, altıncı veya yedinci kat gökte arşın sağ tarafında bulunan bir ağaçtır ki müttakilere vaad edilen cennetin nehirleri (bk. Muhammed 47/15) onun altından çıkar. Peygamberimiz (s.a.s.), onun meyvelerini tacın püsküllerine, yapraklarını da fil kulaklarına benzeterek (bk. Müslim, İman 259) şöyle buyurmuştur: “Öyle bir ağaç ki bir binici onun bir dalının gölgesinde yetmiş sene yol alır, yine de bitiremez.” (Tirmizî, Cennet 9/2541) Bu bilgilere göre, söz konusu ağacın, varlıkların cisim ve boyutları bakımından aldıkları son şekil ve emir âleminin sınırına dikilmiş bir ağaç, bir “oluşum ağacı” olduğu anlaşılır.

›    Sidre-i Müntehâ, “en son hayret” mânasını ifade eder. Yani akılların, daha fazla hayret tasavvur edilemeyecek derecede hayrette kaldıkları bir makamda, Habîb-i Ekrem (s.a.s.) hayrete düşmemiş, şaşmamış, kendisini kaybetmemiş ve gördüğünü görmüştür.

›    “Elbette son varış yeri Rabbinin huzuru olacaktır!” (Necm 53/42) âyetine göre “Müntehâ”dan maksat, Allah’tır. Bu yüzden Sidretü'l-Müntehâ da, mülkün mâlikine izâfeti kabilinden “Allah’ın sidresi” mânasına gelebilir.

Sidre-i Müntehâ’nın yanında “Cennetü’l-Me’vâ” vardır. Kelime olarak “kalınan, sığınılan cennet” demektir. Burası müttakîlerin ve şehitlerin varacakları cennettir.

Nebiyy-i Muhterem (s.a.s.) Mirac’a çıktığı zaman Sidre-i Müntehâ’yı bir kısım hârikulâde şeyler bürüyordu. Sidre’yi bürüyen şeyler hakkında Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Melek beni Mirac’a çıkardı, derken Sidre’ye ulaştım. Onun Sidre olduğunu, yaprağını ve meyvasını tanıyordum. Az sonra onu Allah’ın emrinden bürüyen bürüyünce, âni bir değişikliğe uğrayıp hiç kimsenin tavsif edemeyeceği bir hale geldi ki, o hali ben de anlatamam.” (Buhârî, Salât 1; Müslim, İman 163; Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXVII, 72)

“Altından kelebekler onu bürümüştü.” (Müslim, İman 259; Tirmizî, Cennet 9/2541)

Onu Âlemlerin Rabbinin nuru bürüyor, o da nurlandıkça nurlanıyordu.

Şunu belirtmekte fayda var ki, göklerin, yerin ve tüm kâinatın Rabbi olan Allah katından gelen Kur’ân-ı Kerîm beşerî akılla tam olarak kavranması mümkün olmayacak şekilde derin mânalar taşıyan ne muazzam, ne esrarengiz bir kitaptır. İşte bu Kur’an, bizim göremediğimiz, bilemediğimiz, büyüklüğünü ve güzelliğini hayal bile edemeyeceğimiz âlemleri, sanki bir mahallenin sokaklarını tarif edercesine anlatıyor, duyularımızın nüfûz etmesinin imkân dışı olduğu gayb âlemlerinin haritasını çıkarıyor. Bu bakımdan, bu âyetlerde geçen mevki ve varlıkların neler olduğu konusunda birbirinden çok farklı rivayetler gelmiş, farklı değerlendirmeler yapılmıştır. Burada net olarak söylenecek bir şey varsa o da şu olmalıdır: Mirâc gibi bizim bir gecenin çok kısa bir anında cereyan eden bir olay gözüyle baktığımız bu esrârengiz yolculuk kimbilir kaç tane kâinat tarihini içinde barındırıyor. Âyetlerin tasvir ettiği bu muazzam varlık âlemi içinde bizim dünyamız ve çocuksu kavgalarımız ne kadar küçük düşüyor. Daha önemlisi, bu küçük dünya üzerindeki bir anlık ömrümüzden sonra gideceğimiz yerde bizi neler, ne süprizler bekliyor! (bk. Kandemir ve diğerleri, II, 1811)

  1. Peygamber bunları görürken gözleri ne kaydı, ne de sınırı aştı.
  2. Yemin olsun ki o, Rabbinin varlığını ve sonsuz kudretini gös­teren en büyük delillerden bir kısmını gördü.

Allah Teâlâ Peygamberimiz (s.a.s.)’e o makamda öyle bir itminân, öyle bir metânet, öyle bir kararlılık ve vakar lütfetti ki, Sidre’yi bürüyen o kadar muhteşem manzaraları gördüğü halde, gözü yerinden kaymadı, şaşıp da sağa sola meyletmedi. Görme sınırını aşıp da yanlış bir bakış da bakmadı. Akılların şaşacağı, gözlerin kamaşacağı hayret verici şeyler görmekle beraber o ne şaştı, ne de görme sınırını aştı. Son derece dikkatli ve sıhhatli bir şekilde Allah Teâlâ’yı tesbih edip O’nu müşâhede etti. Âyet-i kerîmenin ilk cümlesi Habîb-i Ekrem (s.a.s.)’in emsalsiz edebini, ikinci kısmı ise kuvvet ve kudretini beyân etmektedir.

Allah Resûlü (s.a.s.), Miraç gecesi o yüce makamda Rabbinin varlığını gösteren büyük delillerinden bir kısmını veya O’nun en büyük âyetini gördü. Peki Efendimiz (s.a.s.)’in gördüğü bu âyetler nelerdi:

  1. Habîb-i Ekrem (s.a.s.), o gece kalp gözüyle Allah Teâlâ’yı görmüştür. (Tirmizî, Tefsir 53/3281) Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.s.): “Ben, yüce Rabbimi gördüm!” buyurmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 285; Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, I, 78) Bir başka rivayette Peygamber Efendimiz “Rabbini gördün mü?” sorusuna cevâben: “Bir nûr gördüm!” buyurmuşlardır. (Müslim, Îman 292) Fakat âyeti kerîmede “O Rabbini gördü” değil, “Rabbinin varlığını gösteren en büyük delillerden bir kısmını gördü” buyrulduğu için, bunu “Allah’ı görmek olarak değil, O’nun varlığını, kudret ve azametini gösteren delilleri görmek” olarak tefsir etmek daha doğru olacaktır. Bununla birlikte âlimlerimiz, Allah Teâlâ murat ettiği takdirde kulun dünya gözüyle Allah’ı görmesinin imkân dışı olmadığını, yani mümkün olabileceğini söylemişlerdir. Zikrettiğimiz hadis-i şerifler de bunun olduğunu ve olabilirliğini haber vermektedir.
  2. O, Cebrâil (a.s.)’ı gök ile yer arasını doldurmuş halde refreften bir elbise içerisinde görmüştür. (Tirmizî, Tefsir 53/3283) Yine o Cebrâil’i aslî sûretinde altı yüz kanadıyla birlikte görmüştür. (Müslim, İman 280)
  3. Bundan maksat, Resûlullah (s.a.s.)’in İsrâ ve Miraç gecesi gidişinde ve dönüşünde gördüğü hârikulâde şeylerdir. Nitekim İsrâ hâdisesinin hikmeti beyân edilirken: “Bu gece yolculuğunu o seçkin kula büyük işaret ve delillerimizden bir kısmını gösterelim diye yaptırdık” (İsrâ 17/1) buyrulmuştur. Bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur: “O gece göğe yükseltildim. Öyle bir makâma çıktım ki, orada kalemlerin gıcırtıla­rını duyuyordum.” (Buhârî, Salât 1) Yâni Allah Resûlü (s.a.s.) öyle bir yüksek seviyeye çıkarıldı ki, orada kâinatın mukadderâtı­nı yazan kalemlerin seslerini işitiyor, idrâk ötesi hakîkatlere muttalî oluyordu.

Şu rivayetler de Peygamberimiz (s.a.s.)’in o gece gördüğü ilginç sahnelerden numuneler taşır:

Allah Resûlü (s.a.s.), Mîrâc’da bir topluluğa uğrar ve onların dudaklarının deve dudağı gibi olduğunu görür. Birtakım vazîfeli memurlar da onların du­daklarını kesip ağızlarına taş koymaktaydı. Peygamberimiz:“Ey Cibrîl! Bunlar kimlerdir?” diye sorunca, Cebrâil (a.s.): “Bunlar, yetimlerin mallarını haksızlıkla yiyenlerdir!” buyurur. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XV, 18-19) Sonra Resûlullah (s.a.s.) başka bir topluluğa rastlar. Onlar da bakırdan tırnaklarla yüzlerini ve göğüslerini tırmalamaktaydılar: “Ey Cebrâil! Bunlar kimlerdir?” diye sorunca, Cebrâil (a.s.): “Bunlar, gıybet etmek sûretiyle insanların etlerini yiyenler ve onların şeref ve nâmuslarıyla oynayanlardır” cevâbını verir. (Ebû Dâvûd, Edeb 35/4878) Peygamber (s.a.s.) Efendimiz orada ayrıca zinâ­kârları, leş yiyen bedbahtlar olarak; faiz yiyenleri, karınları iyice şişmiş ve şeytan çarpmış rezil bir vaziyette; zinâ edip çocuklarını öldüren kadınları da, bir kısmını göğüslerinden, bir kısmını baş aşağı asılı hüsrâna dûçâr olmuş bir hâlde görür. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XV, 18-19)

  1. Hiç düşündünüz mü niçin taptığınızı Lât ve Uzza’ya.
  2. Üçüncü olarak da öteki put Menât’a?
  3. Demek, erkek çocuklar sizin, dişiler de Allah’ın, öyle mi?
  4. Şu halde bu, gerçekten çok insafsızca bir bölüştürme!
  5. Aslında bu putlar, sizin ve atalarınızın uydurduğu bir takım kuru isimlerden, gerçekliği olmayan boş lafızlardan ibarettir. Allah onların ilâhlığı hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Dolayısıyla bunlara tapanlar, başka şeye değil sadece kuruntuya ve nefislerinin arzularına uymuş olurlar. Halbuki onlara Rableri tarafından doğru yol rehberi olan Kur’an ve Peygamber de gelmiş bulunmaktadır.
  6. Yoksa insan, arzuladığı her şeye sahip olacağını mı sanı­yor?
  7. Hayır! Gerçek böyle değildir! Âhiretin de dünyanın da mutlak sahibi ve hâkimi Allah’tır. Kimse O’nun hükmüne karışamaz ve kime neyi vereceğini yalnız O takdir eder.

Lât, Uzzâ ve Menât Kureyşliler’in en fazla önem ver­dikleri putların isimleridir. Bunların Kâbe’nin dışında başka yerlerde tapınakları vardı. Lât için Tâif’de, Uzzâ için Nahle’de, Menât için Kudeyd’de birer mekânın olduğu nakledilir. Bunlardan başka çeşitli kabilelerin kendilerine mahsus, kapıcıları ve bakıcıları bulunan tapınakları da bulunmaktaydı. Müşrikler, tamamen nefsânî arzu ve isteklerine bağlı olarak bunlara tapmakta idiler. Çünkü bunların tanrı olduğuna dair hiçbir sağlam bir belge ve delile sahip değillerdi. Halbuki bir şeyin gerçek olup olmadığı kuruntulara göre değil, sağlam delillere dayanılarak ispat edilebilir. İşte doğru yol rehberi olarak gelen Kur’ân-ı Kerîm ve onu tebliğ eden örnek insan Hz. Muhammed (s.a.s.), bu putların tanrılıkla uzaktan yakından bir ilişkilerinin bulunmadığı gibi, bunların bâtıl şeyler olduğunu açıkça beyân etmekteydi. Gerçek güneş gibi ortaya çıkmışken, şirki terk edip imana gelmeyenler, umduklarını bulamadıkları gibi, her şeyin yegâne sahibi olan Allah tarafından müstahak oldukları cezaya uğratılacaklardır. Hiçbir şefaatçi de onları bu cezadan kurtaramayacaktır. Çünkü:

  1. Göklerde nice melekler vardır ki; onların şefaatleri, Allah’ın şefaat edilmesini dilediği ve râzı olduğu kullarının hâricinde kimseye fayda sağlamaz.
  2. Âhirete inanmayanlar meleklere dişi isimler takıyorlar.
  3. Oysa onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece asılsız bir kuruntunun peşine düşmüş gidiyorlar. Halbuki kuruntu, gerçek karşısında hiçbir şey ifade etmez.
  4. O halde Rasûlüm, bizim zikrimizden yüz çeviren ve dünya hayatını yegâne gâye edinenleri sen de bir tarafa bırak!
  5. Onların ulaşabildikleri bilgi seviyesi ancak bu kadardır. Bu yüzden yaptıklarına aldırış etme! Şüphesiz Rabbin, kimin doğru yoldan saptığını ve kimin doğru yol üzere yürüdüğünü çok iyi bilir.

Araplar melekleri Allah’ın kızları saydıklarından onla­rı sembolize eden putlara da kadın isimleri verirlerdi. Kendileri için Allah katında şefaatçi olacaklarına inanarak onlara taparlardı. Bu da bir kuruntudan başka bir şey değildir. Çünkü meleklerin şefaati, ancak Allah Teâlâ’nın dilediği ve razı olduğu kullar için geçerlidir. Cenâb-ı Hak, şirk ve küfürden, dolayısıyla müşrik ve kâfirlerden râzı olmadığı için, meleklerin onlara şefaat etmesi mümkün değildir. Dolayısıyla onları kendi kuruntu ve sapıklıkları ile baş başa bırakıp, onların uygunsuz söz ve davranışlarına fazla aldırış etmeden üzerinize terettüp eden vazifeleri yerine getirmeye çalışmanız gerekir. Bu bakımdan, Rabbinizin üzerinizde bulunan nimetlerinin farkında olarak bunları kulluk yolunda kullanmanın, özellikle de âhireti unutup dünyaya dalma tehlikesine karşı uyanık olmanın zarureti ortadadır. Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.s.), çoğu zaman şu duaları yapmadan bir meclisten kalkmazdı:

“Allahım! Bize, günahla aramıza engel olacak kadar korkudan hisse ver. Bizi, cennetine ulaştıracak kadar taatini nasip eyle. Dünya musibetlerini hafifletecek güçlü iman ver. Allahım! Bizi yaşattığın müddetçe kulaklarımız, gözlerimiz ve kuvvetimizden faydalandır; ölümümüze kadar da onları devamlı kıl. Bize zulmedenlerden öcümüzü sen al. Düşmanlık edenlere karşı bize yardım et. Bizi dinimizde musibete uğratma. Dünyayı en büyük düşüncemiz ve gayemiz kılma. İlmimizi dünya ile sınırlandırma. Bize acımıyanları başımıza belâ etme.” (Tirmizî, Deavât 79)

  1. Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Böyle olduğu için O, kötülük işleyenleri yaptıkları yüzünden cezalandırır, iyilik yapanlara ise daha güzeliyle mükâfat verir.
  2. O iyilik yapanlar ki, ufak tefek kusurlar dışında büyük günahlardan ve yine büyük günah olan çirkin ve hayâsız işlerden sakınırlar. Şüphesiz Rabbinin bağışlaması çok geniştir. Sizi topraktan yarattığı zamanki hâlinizi de, annelerinizin karınlarında cenin olarak bulunuşunuzu da en iyi bilen O’dur. Şu halde nefisle­rinizi temize çıkarmayın, kendinizi hatasız görmeyin. Çünkü O, kimin Rabbine derin bir saygı duyup günahlardan titizlikle kaçın­dığını da çok iyi bilir.

Allah Teâlâ, bu muazzam kâinat nizamını iyi ve güzel davrananları en güzel şekilde mükâfatlandırmak, kötülük yapanlara da layık oldukları cezayı vermek için kurmuş ve devam ettirmektedir. Dünya bir imtihan sahası olup, burada yapılanların hesabı âhirette görülecek ve amellerin tastamam karşılığı orada verilecektir. (bk. Âl-i İmran 3/185) Böyle olmasaydı, yaratılış gerçeğinin bir hikmeti kalmazdı.

İyi ve güzel kulların burada dikkat çekilen özellikleri büyük günahlardan, çirkin ve hayâsız işlerden uzak durmalarıdır. Şunu ifade etmek gerekir ki, Kur’an ve sünnette kesin olarak haram kılınan, haklarında had cezası bildirilen veya âhirette azap sebebi sayılan günahlar büyük günahlardır. Allah’ın insanlar üzerine azab göndermesine neden olan suçlar da büyük günahtır. Bunun dışında kalanlar ise küçük günahlardır. Küçük günahların affedilmesi, onların günah sayılmamasından değil, Allah’ın rahmetinin genişliği sebebiyledir. İnsan günahın küçüklüğüne değil, onu kime karşı işlediğine bakmalı, yine nimetin küçüklüğüne değil onun kimin tarafından geldiğine dikkat etmelidir. Bilinmelidir ki, tevbe ve istiğfara devam edildiği sürece büyük günahlar bile bağışlanırken, ısrarla işlenmeye devam edilen küçük günahların büyük günah haline dönüşme tehlikesi daima mevcuttur. Şu âyet-i kerîme, anlatılan hususu ne güzel tefsir ve izah etmektedir:

“Onlar çirkin bir iş yaptıkları veya günah işleyerek kendi öz canlarına zulmettikleri zaman, hemen Allah’ı hatırlayarak O’ndan günahlarının affını isterler. Zaten, günahları Allah’tan başka kim affedebilir ki? Hem onlar, işledikleri günah ve hatalarda bile bile ısrar da etmezler.” (Âl-i İmrân 3/135)

  1. âyette yer alan “…nefislerinizi temize çıkarmayın, kendinizi hatasız görmeyin. Çünkü O, kimin Rabbine derin bir saygı duyup günahlardan titizlikle kaçındığını da çok iyi bilir” ifadesi, ne kadar güzel amellerde bulunursa bulunsun, kulun bütün güzellikleri Rabbinden bilip kendine izafe etmemesi ve kendini hatasız görmemesi açısından çok önemli bir uyarıdır. Şu hadis-i şerifler, bu konuda gösterilmesi gereken hassasiyetin boyutlarını ortaya koyma açısından son derece dikkat çekicidir:

Sahâbîlerden biri yeni dünyaya gelen kızına “iyi kadın” anlamında Berre adını vermişti. Peygamberimiz  (s.a.s.), “Kendinizi temize çıkarmayın; Allah sizin iyi olanlarınızı pekâlâ bilir” buyurdu ve çocuğa Zeynep adının verilmesini tavsiye etti. (Müslim, Âdâb 17-19; Ebû Dâvûd, Edeb 62)

Bir defasında Peygamberimiz (s.a.s.)’in yanında bir adamdan bahsedilmiş ve orada bulunan bir kişi o adamı aşırı derecede övmüştü. Bunun üzere Efendimiz (s.a.s.):

“­- Yazık sana! Arkadaşının boynunu kopardın” buyurdu ve bu sözü defalarca tekrarladı. Sonra da:

“- Şâyet biriniz mutlaka arkadaşını övecekse, eğer söylediği gibi olduğuna da gerçekten inanıyorsa, «zannederim o şöyle iyidir, böyle iyidir» desin. Esasen onu hesaba çekecek olan Allah’tır ve Allah’a karşı hiç kimse kesin olarak temize çıkarılamaz.” (Buhârî, Edeb 54; Müslim, Zühd 65)

Unutmamak gerekir ki, iyi olduğu sanılan kimseler için böyle davranılması istenmektedir. Hele bir de kişi Allah’tan yüz çeviren inkârcı biri ise:

  1. Rasûlüm! Gördün mü Allah’a itaatten ve gerçeğe uymaktan yüz çevireni,
  2. Malından az bir şey verip de gerisini sert kaya gibi elinde sımsıkı tutanı?
  3. Yoksa gaybın bilgisi kendi yanında bulunuyor da, oradan bakıp geleceği mi görüyor?

Rivayete göre bu âyetler Velid b. Muğire hakkında inmiştir. Başlangıçta Resûlullah (s.a.s.)’e tâbi olup İslâm’a girmişti. Kur’ân-ı Kerîm hakkında güzel sözler söylemişti. Fakat müşriklerden birisi onu ayıplayarak:

“- Sen ne diye büyüklerimizin dinini terk edip, onların sapık olduklarını söylemeye, cehenneme gideceklerini iddia etmeye koyuldun?” demişti. Velid:

“- Allah’ın azabından korktum” deyince o şahıs, eğer malından kendisine bir şeyler verip şirkine geri dönecek olursa, onun yerine Allah’ın azabını üstleneceği taah­hüdünde bulundu. Velid ona taahhüd ettiği malın bir bölümünü verdi. Daha sonra cimrilik ederek geri kalanını ver­medi. Bunun üzerine bu âyetler nâzil oldu. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXVII, 93)

Velid ve benzeri kişilerin içine düştükleri bu inkar hali, ilâhî talimatlara inanmamanın ve onlara gereken değeri vermemenin sonucudur. O talimatlar önceki ilâhî sahife ve kitaplarda olduğu gibi Kur’an’da da aynen yer almıştır:

  1. Peki ona bildirilmedi mi; Mûsâ’nın kitabında bulunan şu hikmet dolu öğütler?
  2. Ve çok vefakâr İbrâhim’in sahifelerinde yer alan şu ilâhî prensipler:
  3. Hiçbir günahkâr başkasının günah yükünü yüklenmez ve onunla yargılanmaz.
  4. İnsan için yalnız kendi çalıştığının karşılığı vardır.
  5. Çalışmasının karşılığı da yakında kendisine gösterilecektir.
  6. Sonra ona emeğinin karşılığı tastamam ödenecektir!
  7. Elbette son varış yeri Rabbinin huzuru olacaktır!

Kur’ân-ı Kerîm, yer yer önceki peygamberlere indirilen kitaplara ve sahifelere atıfta bulunarak oralardaki hikmetli öğütleri ve faydalı bilgileri nakleder. Burada da Hz. Mûsâ’nın sahifelerine yani Tevrat’a ve Hz. İbrâhim’in sahifelerine atıfta bulunarak şu hikmetli kaideleri haber vermektedir:

Birincisi; herkes yaptıklarından mesuldür. Bir şahsın yaptıklarından ancak kendisi sorumludur. Hiç kimse, bir başkasının cezasını çekmeyi kabullenemez. Çünkü onun bu tavrı, asıl suçlunun cezasının hafifleştirilmesini sağlamayacağı gibi, bunun asıl suçluya bir yararı da olmayacaktır.

İkincisi; her şahıs, yaptığının karşılığını görecektir. Başkasının yaptığı amellere, kimse ortak olamaz, ancak yapılan amele iştirak edilmişse, mükâfata da iştirak edilebilir. Hiç kimse, yapmadığı amelin karşılığını alamaz. Fakat burada şu ince nokta dikkatten uzak tutulmamalıdır:

İnsana gerek dünyada gerek âhirette kazancından başka vehbî olarak Allah tarafından verilen nice rahmet ve ilâhî lutufların bulunduğunda asla şüphe yoktur. Ayrıca yardımlaşmanın emrolunduğu, dünya ve âhirette de fayda sağladığı bilinmektedir. Ancak dikkat edilince görülecektir ki, Peygamberlerin şefaatı, meleklerin istiğfârı, dirilerin ölüler için dua ve sadakaları gibi insanın kendi amelinden olmamakla beraber onun için faydalı olduğu bilinen karşılıksız işler ve bütün bunların ona fayda sağlaması, insanın kendi ameli olan imana ve dine bağlılığına dayanır. İman olmayınca hiçbir şeyin faydası olamayacağı için, bunlarda da faydalı olan yine kendi gayret ve amelidir. Kur’ân-ı Kerîm’de bütün mü’minler için yapılması tavsiye edilen dua ve istiğfarları, yine Resûlullah (s.a.s.)’in hadislerinde beyân edildiği şekilde, ölmüş olan kimselerin amel defterlerine kaydedilecek sevapları; onlara bağışlanan hac, kurban, sadaka, sıla-ı rahim gibi amelleri bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Böyle olunca âyetler ve hadisler arasında tam bir uyumun olduğu görülecektir.

Kur’ân-ı Ke­rîm’de Rab­bi­miz, biz­den ön­ce âhi­re­te in­ti­kâl et­miş mü’­min kar­deş­le­ri­miz için şöy­le dua et­me­mi­zi tavsiye eder:

“Rabbimiz bizi ve bizden önce geçmiş olan mü’min kardeşlerimizi bağışla! Kalplerimizde iman edenlere karşı hiçbir kin ve kötü duygu bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz sen çok şefkatli, çok merhametlisin!” (Haşr 59/10)

Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur:

“İn­san öl­dü­ğü za­man bü­tün amel­le­ri ke­si­lir. An­cak şu üç şey bun­dan müs­tes­nâ­dır: Sa­da­ka-i câ­ri­ye, istifade edi­len ilim ve ken­di­si­ne dua eden ha­yır­lı ev­lât.” (Müs­lim, Va­sıy­yet 14)

Efendimiz (s.a.s.) buyurur:

 “Öldükten sonra kulun derecesi yükseltilir. Kul:

«− Rabbim! Bu sevap nereden geldi?» diye sorar. Cenâb-ı Hak ona:

«−Arkanda bıraktığın hayırlı ve sâlih evlâdın senin için istiğfarda bulundu, dua etti» buyurur.” (İbn Mâce, Edeb 1; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 509)

Sa‘d bin Ubâ­de (r.a.), ya­nın­da bu­lun­ma­dığı bir esnâda an­ne­sinin ve­fât et­tiğini, onun adı­na sa­da­ka ver­diği takdirde ken­di­si­ne bir fay­da­sı olup olmayacağını sormuştu. Allah Resûlü (s.a.s.) “Evet” bu­yu­run­ca, sahip olduğu mey­ve bah­çesini an­nesi adı­na ta­sad­duk etmişti. (Bu­hâ­rî, Ve­sâ­yâ 15)

Abdurrahman b. Ebî Amra’nın anlattığına göre annesi, bir köle âzâd etmek istemişti. Ancak bunu sabaha ertelemiş ve sabaha çıkamadan da vefât etmişti. Abdurrahman, Kâsım b. Muhammed’e:

“–Ben annem için bir köle âzâd etsem, acaba anneme bir faydası olur mu, sevabı ona ulaşır mı?” diye sorunca, o da şu cevâbı vermiştir:

“–Sa‘d b. Ubâde, Resûlullah (s.a.s.)’e gelip:

«–Annem vefât etti, ben onun adına bir köle âzâd etsem ona faydası olur mu?» diye sormuştu. Allah Resûlü de: «Evet!» buyurdu.” (Muvatta, Itk 13)

İbn Abbas (r.a.) şöyle anlatıyor: Bir kimse Resûlullah (s.a.s.)’e gelerek:

“–Yâ Resûlallah! Annem vefât etti, üzerinde de bir aylık oruç borcu var, onun adına borcunu ödeyeyim mi?” dedi. Resûlullah (s.a.s.):

“–Annenin üzerinde mal borcu olsaydı onun adına ödeyivermez miydin?” diye sordu.

“–Evet, öderdim!” deyince de, Efendimiz:

“–Allah’a olan borç, ödenmeye daha lâyıktır!” buyurdu. (Müslim, Sıyâm 155)

Bütün bu ha­dîs-i şe­rîf­ler, vefât et­miş mü’min­le­rin, sağ­lık­la­rın­da yap­tık­la­rı ve ve­fat­la­rın­dan son­ra da devam et­mek­te olan hay­ırlarından fay­da gö­re­cek­le­ri­ni, ay­rı­ca ha­yat­ta olan ya­kın­la­rı­nın ve mü’min kar­deş­le­ri­nin dua ve in­fak­la­rın­dan istifade edecek­le­ri­ni bildirerek on­la­rı bu ha­yır­la­ra teş­vik et­mek­te­dir. Yalnız bütün bunlar, az önce de belirttiğimiz gibi, ancak iman ve dine bağlılıkla bir fayda vereceği için yine de kişinin kendi kazancı cümlesinden sayılır.

Üçüncüsü; insanın bütün amelleri, emek ve gayretleri kıyamet günü defterinde görülecek ve mizanına konulacaktır. Çalışmaları boşa gitmeyecektir. Fakat yaptıklarının meyvesini dünyada hemen görmek için acele etmemelidir. Nitekim âyet-i kerîmede: “Her nefis ölümü tadacaktır. Yaptıklarınızın karşılığı ancak kıyamet günü tastamam verilecektir” (Âl-i İmrân 3/185) buyrulur.

Anlaşılan o ki, insanın geleceği, dünyadaki çalışmalarının belirlediği bir netice olacaktır. Sonuçta herkes zorunlu olarak Rabbinin huzuruna varıp hayatının hesabını verecektir.

O kuvvet ve kudret sahibi Rab ki:

  1. Doğrusu güldüren de O’dur, ağlatan da!
  2. Öldüren de O’dur, yaşatan da!
  3. O’dur, iki cinsi, erkek ve dişiyi yaratan;
  4. Bir damlacık sudan, ana rahmine atıldığı an!
  5. Şüphesiz ölü bedenleri kıyâmette yeniden diriltmek O’na aittir.
  6. Zengin eden de O’dur, fakir kılan da!
  7. Müşriklerin taptığı Şi‘râ yıldızının Rabbi de ancak O’dur!

Yüce Allah’ın bu hayatta güldürmek-ağlatmak, öldürmek-yaşatmak, canlıları erkek-dişi olarak çift yaratmak, zengin etmek-fakir kılmak gibi birbirine zıt tecellilerde bulunması, hem O’nun sonsuz kudretinin bir tecellisi, hem de dünyaya karşılık âhiret hayatının olacağının bir delilidir. Zaten “Şüphesiz ölü bedenleri kıyamette yeniden diriltmek O’na aittir” (Necm 53/47) âyetiyle bu gerçeğe açıkça vurgu yapılır. Her şeyin Rabbi olan Allah Teâlâ’nın Şi‘râ yıldızının Rabbi olmasının özellikle beyân edilmesine gelince: Bu yıldız, gökte en parlak görünen yıldızdır. Güneşten 23 kat daha fazla parlak olup ışığı dünyaya ancak sekiz yılda ulaşır. Müşrikler, yıldızların insan hayatı üzerinde tesirli olduğuna inanır ve Şi‘râ yıldızına taparlardı. Âyet-i kerîme ne kadar parlak olsa da bu yıldıza değil, onu yaratan ve parıldatan Allah’a tapmaya davet etmektedir.

O Allah ki:

  1. Doğrusu önceki Âd kavmini de O helâk etti.
  2. Semûd’u da helâk edip geriye hiçbir iz bırakmadı.
  3. Daha önce Nûh kavmini de O helâk etmişti. Doğrusu onlar hem çok zâlim, hem de çok azgın idiler.
  4. Ayrıca, altı üstüne getirilen Lût kavminin yaşadığı şehirleri de yerin dibine O geçirdi.
  5. Onları, üzerlerine yağan felâketlere gömdü!
  6. Şimdi ey insan! Rabbinin hangi nimetlerinden şüphe edebi­lirsin?

Kur’ân-ı Kerîm’in çağrısına icâbet etmeyen kâfirlere, Allah Teâlâ’nın helak ettiği önceki kavimlerin içler acısı durumları hatırlatılır. Âd kavminin, Semûd kavminin, Nûh kavminin ve Lût kavminin nasıl helak edildiklerine kısaca temas edilir. Bunların helak edilme sebepleri, “çokça zulmetmeleri ve azgınlık yapmaları” idi. Günahlarına göre onların üzerine dehşetli felaketler indi. Dolayısıyla bunlardan ders ve ibret alıp, küfür ve günahlardan vazgeçilmelidir. Burada önceki kavimlerin cezalandırılmalarının “nimet” olarak anılması, cezaların hatırlatılmasının bile inanan ve akıl sahibi olanlar için ibret alınıp istifade edilen nasihat olması ve bir kısım bozuklukları düzeltmelerine vesile olması itibariyle bir nimet sayılması cihetindendir. Ayrıca burada Allah Teâlâ’nın müstahak olanları cezalandıracağından şüphesi olanlara da ciddi bir uyarı bulunmaktadır. Cenab-ı Hak, bu uyarıyı Kur’an ve Peygamber vasıtasıyla insanlara bildirmektedir:

  1. Kur’an ve Peygamber, Allah’ın azabını haber veren önceki uyarıcılar gibi bir uyarıcıdır.
  2. Yaklaşan kıyâmet iyice yaklaştı.
  3. O an gelip çattığında Allah’tan başka hiçbir güç ona engel olamayacaktır!
  4. Yoksa şimdi siz ebedî mutluluğa çağıran bu söze, Kur’an’a mı şaşıyorsunuz?
  5. Hep gülüyorsunuz da, hiç ağlamıyorsunuz!
  6. Büyük bir gaflet içinde kafa tutuyor, oyalanıp duruyorsunuz! Bundan vazgeçin!
  7. Haydin artık Allah için secdeye kapanın ve yalnızca O’na kulluk edin!

Hz. Mûsâ, Hz. İbrâhim, onlara indirilen sayfalar, önceki helak edilen kavimler Allah’ın azabını haber veren birer uyarıcı oldukları gibi Kur’ân-ı Kerîm ve Resûlullah (s.a.s.) de aynı cinsten birer uyarıcıdır. Bunların bildirdiğine göre kıyamet artık iyice yaklaşmıştır. Onun vaktini tayin edip koparacak olan sadece Allah Teâlâ olduğu gibi, onu öne veya arkaya alacak olan da sadece O’dur. O’nun dışında hiçbir gücün kıyâmete müdâhalesi söz konusu değildir. Kıyâmet koptuğu zaman da Allah’tan başka hiçbir güç onu engelleme imkânına sahip değildir. İşte Allah Teâlâ bu kadar kuvvetli bir Rab, kıyâmet de kendinden sakınılması ve hazırlanılması gereken bu kadar büyük bir felâkettir. Buna rağmen Kur’an’ın uyarılarını ciddiye almayan, hala gülüp eğlenen, ağlayıp tazarru ve niyazla Allah’a yönelmesi gerekirken sersem sersem duran, kafa tutan, somurtan gâfiller kınanmakta, tüm insanlık tek olan Allah’a secde ve kulluğa davet edilmektedir.

Rivayete göre “Yoksa şimdi siz ebedî mutluluğa çağıran bu söze, Kur’an’a mı şaşıyorsunuz? Hep gülüyorsunuz da, hiç ağlamıyorsunuz! Büyük bir gaflet içinde kafa tutuyor, oyalanıp duruyorsunuz! Bundan vazgeçin!” (Necm 53/59-61) âyetlerinin inişinden sonra Resûlullah (s.a.s.)’in ölünceye kadar, tebessüm dı­şında, güldüğü görülmemiştir. (Kurtubî, el-Câmi‘, XVII, 124)

Ebu Hureyre der ki: “Yoksa şimdi siz ebedî mutluluğa çağıran bu söze, Kur’an’a mı şaşıyorsunuz?” (Necm 53/59) buyruğu nâzil olunca, Suffe ehli: اِنَّا لِلّٰهِ وَ اِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ (innâ lillâhi ve innâ ileyhi raciûn) diyerek gözyaşları yanakları üzerinden akıncaya kadar ağladılar. Peygamberimiz (s.a.s.) on­ların ağladığını duyunca, o da onlarla birlikte ağladı. O ağladığı için biz de ağladık. Bu sefer Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Allah korkusundan do­layı ağlayan kimse cehenneme girmez.” (Beyhaki, Şuabü’l-İman, I, 489)

62. âyet okunduğunda secde edilmesi, âlimlerin çoğunluğuna göre vaciptir.

Kaynak: Prof. Dr. Ömer Çelik, Hakkın Daveti Kur'an-ı Kerim Meali ve Tefsiri