Neden Dua Ederiz?
Neden dua ederiz? Duanın önemi ile ilgili ayet ve hadisler nelerdir? Dua etmenin fazileti nedir? En makbul dua hangisidir? İslam’da istiğfar ve dua.
“(Ey Rasûlüm!) De ki: Sizin duâ ve niyazlarınız olmadıktan sonra, Rabbim size ne diye değer versin?..” (el-Furkân, 77)
Başta peygamberler olmak üzere bütün velîler, sâlihler ve sâdıklar, darlıkta ve bollukta, kederde ve sevinçte dâimâ Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etmişler ve O’na niyaz hâlinde bulunmuşlardır. Çünkü peygamberlerde de “zelle”[1] bulunması sebebiyle, duâ ve istiğfârdan müstağnî kalabilecek hiçbir kul tasavvur olunamaz. Duâ ve istiğfâr, gerçek mâhiyetiyle derûnî bir nedâmet ve ilticâ mânâsını ihtivâ ettiğinden, Allâh’a kurbiyyetin en müessir vâsıtasıdır. Arapça’da namazın, duâ mânâsına gelen “salât” kelimesi ile ifâde edilmesinin bir hikmeti de, onun en şümûllü bir duâ ve niyaz mâhiyetinde olmasıdır.
Diğer taraftan, duânın evveli istiğfârdır. Allah Teâlâ’dan af dilemektir. Bu, gerekli vasıfta ise, yâni affı istenen günâhın bir daha yapılmaması husûsundaki kat’î bir azim ve nedâmet ihtivâ ediyorsa, kalbin hassâsiyetini körelten kir ve pası silip, onu hakîkat karşısında âdetâ mücellâ (parlak) bir ayna hâline getirir. Kalb, ancak bu sûretle, füyûzâta (feyizlere, nûrânî tecellîlere) müsâit bir duruma gelir.
İşlenen günahlar neticesinde kararan kalblerin istiğfarla aydınlanacağını beyan sadedinde Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şu hadîs-i şerîfi, kalb tasfiyesi bakımından ne kadar irşad ve îkâz edicidir:
“Kul bir hatâ işlediği zaman kalbine siyah bir nokta vurulur. Şâyet o günahı terk edip istiğfâra sarılarak tevbeye yönelirse kalbi cilâlanır. Böyle yapmaz da tekrar hatâlara dönerse, siyah noktalar artırılır ve neticede bütün kalbini kaplar.
İşte Hak Teâlâ Hazretleri’nin:
“Hayır, doğrusu onların işleyip kazandıkları (kötü) şeyler sebebiyle, kalblerinin üzeri pas tutmuştur.” (el-Mutaffifîn, 14) diye zikrettiği durum budur.” (Tirmizî, Tefsîr, 83)
Cihânı gönül gözüyle temâşâ ettiğimizde görürüz ki bütün mahlûkât, ilâhî nîmetlere şükürden önce acziyetlerini îtirâf mevkiinde bulunmaktadır. İrâde sâhibi olan ve bu irâdeyi kullanmakta hatâdan mutlak bir sûrette sâlim bulunması mümkün olmayan Âdemoğlu için istiğfâr, Allâh’a takarrub (yakınlaşma) yolunda atılacak ilk adımdır.
Duâ, merhamet-i ilâhiyyeyi dâvete medâr olmak vasfıyla, mukadder ibtilâlardan kurtulabilmeyi sağlamak gibi büyük bir tesir gücüne sahiptir. Bundan dolayıdır ki, yukarıda başka bir vesîleyle ifâde etmiş olduğumuz gibi, bütün tarîkatlerde mânevî derse istiğfâr ile başlanır.
DUANIN ÖNEMİ
Duânın ehemmiyetiyle ilgili olarak âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“(Ey Rasûlüm!) De ki: Sizin duâ ve niyazlarınız olmadıktan sonra, Rabbim size ne diye değer versin?..” (el-Furkân, 77)
“(Ey Rasûlüm!) Kullarım Sana Ben’i sorduğunda onlara de ki: Muhakkak ki Ben onlara çok yakınım. Bana duâ ettikleri zaman onların duâlarına icâbet ederim. Öyleyse (kullarım da) Ben’im dâvetime icâbet edip Bana inansınlar. Bu sâyede onlar, umulur ki rüşde (doğru yola) erişmiş olurlar.” (el-Bakara, 186)
“Rabbinize tazarrû ve niyaz ile gizlice duâ edin. Zîrâ O, haddi aşanları sevmez.” (el-A’râf, 55)
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuştur:
“Allah katında O’na duâ etmekten daha kıymetli bir şey olamaz. Duâ, ibâdetin (kulluğun) özüdür.” (Tirmizî, Deavât, 1)
“Sıkıntı ve darlık zamanında duâsının kabul olmasını isteyen kimse, bolluk ve rahat zamanında da duâyı bol yapsın.” (Tirmizî, Deavât, 9)
“Kime ki duâ kapıları açılmıştır, ona rahmet kapıları açılmış demektir.” (Tirmizî, Deavât, 101)
“Kabul edileceğine inanarak Allah Teâlâ’ya duâ ediniz. Şunu bilin ki Cenâb-ı Hak, gâfil bir kalble yapılan duâyı kabul etmez.” (Tirmizî, Deavât, 65)
Hadîs-i şerîf muktezâsınca gâfil bir kalble ve lâubâlî bir üslûpla yapılan duâların Allâh indinde kabûl edileceğini zannetmek, şeytanın aldatmasından başka bir şey değildir.
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sirruh-:
“Bir savaş iki ordunun ittifâkıyla kazanılır. Biri leşker-i gazâ (serhat ordusu), diğeriyse leşker-i duâ (duâ ordusu)dur.” der.
Nitekim ashâb-ı kirâm hazarâtı da, cihâda giderlerken kendi duâlarına ilâveten zaferleri için ayrıca Ashâb-ı Suffe’den de duâ talebinde bulunurlardı.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Bir mü’minin bir mü’mine gıyâbında duâsından daha çabuk kabul edilen hiçbir duâ yoktur.” (Tirmizî, Birr, 50) buyurmuştur.
İnsanlar, duâsının kabul edileceğini ümit ettikleri kimselerden duâ talebinde bulunurlar. Hâlbuki duânın kabulünü temin eden asıl sâik, bunu yapanın ind-i ilâhîdeki makbûliyyetinden ziyâde, talepteki ihlâs ve samîmiyetidir. Bu demektir ki, bir günahkârın mü’min kardeşine ihlâsla yapacağı yürekten duâ, Allah katındaki mevkî itibâriyle ondan fersah fersah ilerde bulunan bir başkasının gönülsüz duâsından daha hayırlıdır. Kul günahkâr olmakla, Cenâb-ı Hak -hâşâ- onu terk etmiş demek değildir. Böyle olsaydı günahkârın kusurlarını söylemek “gıybet” nâmıyla büyük günahlardan biri addedilmezdi. İşte burada kim olursa olsun, Allâh’ın kullarından birinin gönlünü yapmanın ve onun samîmî duâlarını almanın değerini idrâk etmek gerekir.
EN MAKBUL DUA
Ashâb-ı kirâm, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e sordular:
“–En makbûl duâ hangisidir?”
Buyurdular ki:
“–Gecenin son kısmında ve her farz namazın ardında yapılan duâdır.” (Tirmizî, Deavât, 78)
Duânın kabulü için talebin sırf lafzen ifâde edilmesi kâfî değildir. Kalb, seçilen kelimelerin yüklendiği mânâya âit arzularla titremeli ve duâ bir günâhın af edilmesi istikâmetinde ise, onun bir daha işlenmemesi husûsunda kat’î bir azîm ve kararlılıkla birlikte talep edilmelidir.
Diğer taraftan duâların Hak katına yükselebilmesini temin etmesi bakımından istikâmet ve amel-i sâlihin ehemmiyeti pek büyüktür. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Ona (Yüce Allâh’a) tertemiz kelimeler (samimî duâ ve niyazlar) yükselir. Bu yükselişi de sâlih amel gerçekleştirir.” (Fâtır, 10)
Duâları, “havf ve recâ”, yâni korku ve ümid arasında yapmaya gayret etmek îcâb eder. Duâ ve istiğfâr, ferd ve milletleri selâmete götürür, gelecek musîbetleri izâle eder.
Kalbî hastalıklardan kurtulabilme ve duânın kabulü sadedinde Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- şöyle buyurur:
“–Nedâmet ateşiyle dolu bir gönülle, nemli gözlerle duâ ve tevbe et! Zîrâ çiçekler, güneşli ve ıslak yerlerde açar!”
İLK TÖVBE
İlk tevbe, ilk peygamber Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’la başlamıştır. O tevbesinde:
“Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, mutlaka ziyân edenlerden oluruz.” (el-A’râf, 23) diye niyazda bulunmuştur. Bu duâ, kendilerinden sonra kıyâmete kadar gelecek evlâtlarına bir istiğfâr numûnesi olmuştur.
Cenâb-ı Hak, kalblerin gafletten uyanması ve mânevî hastalıklardan şifâ bulması için kullarını tevbeye davet ederek şöyle buyurur:
“Ey îman edenler! Samîmî bir tevbe ile Allâh’a dönün! (Ancak böyle yaptığınız takdirde) umulur ki, Rabbiniz sizin kötülüklerinizi örter!..” (et-Tahrîm, 8)
Allâh’a yöneliş ve kalbin yüce bir seviye kazanmasında, duâ ve istiğfâr son derece önemlidir. Muhtelif tesirler sebebiyle her an değişip Hak’tan sapması muhtemel olan kalbin hidâyetten ayrılmaması için, insanın duâya sarılmaktan başka çâresi yoktur. Bu hususta yüce Rabbimiz kullarına şöyle duâ etmelerini tâlim etmektedir:
“Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalbimizi bâtıla kaydırma ve katından bize rahmet bağışla. Muhakkak lutfu en bol olan Sen‘sin.” (Âl-i İmrân, 8)
PEYGAMBERİMİZİN DUALARI
Bu ilâhî tâlimi, hayatının virdi hâline getiren Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, sık sık:
“Ey kalbleri evirip çeviren Allâhım! Kalbimi dînin üzere sâbit kıl.” (Tirmizî, Kader, 7) şeklinde duâ ederlerdi.
Duâ, kalblerin temizlenmesinin en mühim vasıtalarından biridir. Şu âyet-i kerîme, kalbin mânevî kirlerden arınmasında duânın ehemmiyetine ne güzel işaret eder:
“(Muhâcir ve ensardan) sonra gelenler (Rablerine) şöyle duâ edip yalvarırlar:
Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önce îman etmiş kardeşlerimizi bağışla! Îman edenlere karşı kalblerimizde hiçbir kin bırakma! Ey Rabbimiz! Sen sonsuz şefkat ve merhamet sahibisin.” (el-Haşr, 15)
Çünkü önce hedefe varmaya mânî olan menfîliği izâle etmek ve bu sûretle kalb zemînini asıl gâyeye müsâid hâle getirmek gerekir. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kalbin duyarsızlığından ve onda bulunan menfî duygu ve düşüncelerden arınmak için, Allâh’a ilticâ ve niyaz hâlinde bulunmak gerektiğini kendi şahsında şöyle misâllendirir:
“Allâhım! Fayda vermeyen ilimden, ürpermeyen kalbden, doymayan nefisten ve kabul olunmayacak duâdan Sana sığınırım.” (Müslim, Zikr, 73)
“Allâhım! Beyaz elbiseyi kirden arındırdığın gibi, kalbimi de günahlardan temizleyip arı duru eyle.” (Buhârî, Deavât, 39)
Kalb-i selîme vâsıl olabilmek, ancak yüce Rabbimizin lutfuyla gerçekleşir. Nitekim Rabbine selîm bir kalb takdîm etmeye muvaffak olan Hazret-i İbrâhim -aleyhisselâm- gizliliklerin ortaya serileceği mahşer gününde mahcûb olmamak için Rabbinden şu niyazda bulunur:
“(Rabbim!) Malın ve evlâdın fayda vermediği, yalnız Allâh’a kalb-i selîm getirenlerin fayda göreceği o diriliş gününde, beni mahcûb etme!” (eş-Şuarâ, 87-89)
Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de cedd-i mükerremleri İbrâhim -aleyhisselâm- gibi, Rabbine aynı şekilde ilticâ ve niyazda bulunmuştur:
“Allâhım! Sen’den doğru söyleyen bir dil ve selîm bir kalb isterim.” (Tirmizî, Deavât, 23)
Diğer taraftan duâda tekrar ve sebat da ehemmiyetlidir. Sebat için duânın en az üç kere tekrarlanması nebevî bir usûldür. Duâ, samîmi olduğu takdirde aslâ ve kat’â reddedilmez. Lâkin bâzı talepler, samîmî olmasına rağmen, bâzen “kader-i mutlak”a muvâfık düşmez. Bundan dolayı duâ eden, fütûr (bezginlik) göstermemeli ve duâya devâm etmelidir. Zîrâ dünyada icâbet edilmeyen duâların karşılığı, âhiret âleminde görülecektir.
Dipnot:
[1] Zelle: Gayr-i irâdî hatâ.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İmandan İhsana Tasavvuf, Erkam Yayınları