Neden İslam?
Din duygusu fıtrî bir duygudur. Normal bir insanın varlık ve olayların anlamı ve arka planı üzerinde düşünmemesi düşünülemez. İnsanı hayvanlardan ayıran en belirgin özellik de budur.
Plansız ve programsız bir kainat olmadığı gibi, anlamsız bir hayat da söz konusu değildir. Kainatın düzeni, hayatın gaye ve anlamına dair en doğru bilgi kaynağı ilahi mesajlardır. Bu mesajları bize iletenler de peygamberlerdir. Zira vahyin ışığından mahrum olan akıl, varlık ve olaylar üzerindeki müphemliği ve karanlığı tek başına gideremez. Her halükârda vahyin aydınlığına ihtiyaç vardır.
YAŞAMA KILAVUZU
Kainatı belli hikmet ve gayelere göre yaratan Allah; kendine halife olarak seçip yarattığı ve imtihan için her şeyi emrine verdiği insanı sorumsuz, başı boş ve kendi haline terk etmemiş, seçtiği peygamberler vasıtasıyla ona “yaşama kılavuzu”, hayat programı göndermiştir. İlahi kitaplar bu programı ihtiva etmektedir. Bütün ilahi mesajların temeli tevhiddir. Tek yaratıcı esasına dayanan ilahi program, hayatın bütününü kapsamakta, doğum öncesi ve ölüm ötesini de aydınlatmaktadır. Bu kapsam ve aydınlık hiç bir beşeri sistem ve yorumda yoktur.
Peygamberler; tevhid, insani ve ahlâkî değer ve prensipler konusunda aynı şeyleri tebliğ etmişlerdir. Bu prensip ve esasları ihtiva eden ve bize intikal eden ilahi kitaplar Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’ân-ı Kerim’dir. Zebur, Tevrat’in içinde Mezmurlar olarak zikredilmektedir. Kitaplı dinler olarak günümüzde yaşayan dinler Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyettir. Halihazırda bunların dışında pek çok din mensubu olsa da bunları ilahi dinler kategorisinde saymak mümkün değildir. Hinduizm, Budizm, Taoizm, Şintoizm, Konfüçyüzim gibi dinler, peygamberler vasıtasıyla Allah’a nispet edilmedikleri için daha ziyade şahıs kaynaklı dinlerdir. Dinin ilahi olması için vahiy ve peygamber kaynaklı olması gerekir.
Mevcut Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet özellikle günümüz insanı için ne ifade etmektedir? Bu soruyu her üç dini de yakından ve derinlemesine incelemiş olabildiğince objektif yaklaşmış, sonunda İslam’la şereflenmiş Yahudi asıllı Muhammed Esed’in tespitleriyle ele alalım.
NEDEN YAHUDİLİK DEĞİL?
Neden Yahudilik değil? Eski ahidi (Tevrat’ı) orijinalinden öğrenen, Talmud’u derinlemesine inceleyen Esed konuyu özetle şöyle değerlendiriyor: Bana öyle geliyor ki, Talmud’un Tanrısı (Yahova) tuhaf bir biçimde sade bir tek kavmin kaderiyle ilgileniyordu. Eski ahidin genel havası, Allah’ı bütün insanlığın yaratıcısı ve koruyucusu olarak değil de, bütün bir evreni “seçilmiş bir kavmin” ihtiyaçlarına göre düzenleyen bir kabile tanrısı olarak gösterme eğilimini taşıyordu. Din anlamındaki bu ilk arayışlar, beni atalarımın dinine yaklaşmaktan çok, ondan uzaklaşmama sebep oldu. Atalarımın dini, benim için hiç bir zaman zorlayıcı, törensel uygulamalar dizisi olmaktan öteye geçmediği için ondan uzaklaşmış olmakta her hangi bir kötülük de görmedim.
NEDEN HIRİSTİYANLIK DEĞİL?
Neden Hıristiyanlık değil? M. Esed bu soruyu özetle şöyle cevaplandırıyor: Geçmiş yıllarda, atalarımın dininden umut kestiğim günlerde Hıristiyanlığa karşı fikri birliği göstermeye başlamıştım. Allah’ın rahmetini ve esirgeyici ilgisini, seçilmiş bir grup insana has kılmayan, bütün insanlığı babalık şefkati içinde değerlendiren Hıristiyani Tanrı kavramını, Tevrat’ın kavmiyetçi Tanrı kavramından daha ütün gözüküyordu bana. Bununla birlikte Hıristiyan dünya görüşünde de onun evrenselci yaklaşımıyla bağdaşmayan çarpık bir öğenin varlığı gözümden kaçmamıştı. Bu da, onun ruhla beden, inanç dünyasıyla pratik hayat arasında yaptığı ayrımdı. Hissediyordum ki, Hıristiyanlık batı medeniyeti için moral planda bir güç kaynağı olma şansını uzun zamandan beri kaybetmişti. Bu dinin bağlıları, “pratik hayata müdahale”nin dinin işi olmadığı düşüncesini bir dogma olarak benimsemişlerdi.
Dini; yatıştırıcı, teselli edici bir “an’ane” olarak görmekten hoşnuttular. Bu anlayış, belirsizlik ve kaypak bir tutumu beslemekten başka bir işe yaramıyordu.
Bu genel ahlâkî belirsizlik, “Tanrıya ait olanla, Sezar’a ait olan” arasında ayrımcı bir anlayış güderek sosyal ve ekonomik alandaki sorumluluklardan uzak durmayı seçen ve böylece pratik hayatın, sosyo-politik düşüncenin İsa’nın öngördüğü çizgiden bütünüyle apayrı yol izlemesine yol açan bir kilisenin köhnemiş tutumundan güç alıyordu. Bağlılarına dünya işlerinde de somut bir rehber olmayı başaramayan bu din, bana öyle geliyor ki, İsâ’nın gerçek misyonuna da, genel olarak din olgusunun asıl işlevine de uzak kalmış, insana nasıl duyacağını, nasıl inanacağını değil nasıl yaşayacağını da göstermek dirayetinden yoksun kalmıştı. Bundan dolayı batılı insan, Hıristiyanlığa duyduğu inancı aslında yüz yıllarca önce kaybetmişti. Bu inancın kaybedilmesi de, evrenin, organik bir bütün olarak, yaratıcı bir iradenin, yaratmasında üstün bir hikmet bulunan yüce bir iradenin eseri ve âyeti olduğu gerçeğine karşı onu sağırlaştırmıştı. Bu sağırlığı yüzünden batı insanı manevi ve ahlâkî bir boşluk içinde bocalayıp duruyordu şimdi.
NEDEN İSLAM?
Neden İslam? M. Esed, Şam’da iken zamanının büyük bir kısmını İslam üzerine yazılmış kitapları okuyarak geçirmiş. İslam’la aradaki perdeler yavaş yavaş kalkmaya başlamış, neticede şöyle bir değerlendirmeye ulaşmış:
İslam, sözcüğünün genel geçer anlamıyla bir “din” olmaktan çok, bir hayat tarzı, bir yaşama yöntemiydi. Teolojik bir sistem olmaktan çok, kişisel ve toplumsal davranışlar için öngörülen, Allah inancı ve kulluk duyarlılığına dayalı topyekun bir yaşama programıydı. Kur’ân’ın hiç bir yerinde Hıristiyani anlamda bir “keffâret” kavramına, fertle onun kaderi arasına dikilen bir “ilk ve kalıtsal günah” fikrine rastlanmamıştır. Çünkü Kur’ân’a göre: “Kişiye sa’yinden başkası yok”tu. Arınmak, Allah’a yaklaşmak için gizli, bâtıni kapılar zorlamak fikrine götüren bir çilecilik yoktu. Çünkü Kur’ân’a göre arınmışlık, insanın doğuştan getirdiği bir nitelikti; günahsa, Allah’ın herkese doğuştan verdiği fıtri ve olumlu değerlerden kopmak ve uzaklaşmaktan başka bir anlama gelmiyordu. Kur’ân’ın insan doğası hakkındaki yargılarında düalizmin izine bile rastlanmıyordu. Onun getirdiği mesajda ruh ve beden ayrımı, yerini tek ve bütünsel insan varlığına bırakıyordu.
Kur’ân yalnız manevi meselelerle değil, hayatın, görünüşte çok önemsiz, günlük ve dünyevi yanıyla da ilgilendiğini görmek önceleri biraz beni ürkütmüştü. Zamanla anlamaya başladım ki, eğer insan gerçekten ruh ve beden bütünlüğü içinde yaratılmış bir varlıksa -ki İslam öyle söylüyordu- o zaman insan hayatının hiç bir yanı, dînî alanın dışına düşecek kadar “önemsiz” olamaz.
Öte yandan Kur’an, Müslümanların bu dünyadaki hayatın insan için öngörülen daha yüksek bir varoluş seferinin sadece bir parçası olduğunu ve nihai gâyenin mânevî bir nitelik taşıdığını unutmalarına asla izin vermiyordu. Bedeni arzular ahlâkî kurallara bağlı olarak giderilmeliydi. İnanç sadece Allah’la kul arasındaki ilişkilere değil, insanla insan arasındaki ilişkilere de yön vermeliydi.
İslam hakkında öğrendiklerim, entellektüel ve ahlâkî düzlemde kayda değer şeylerdi. İslam’ın ruh problemlerine yaklaşımı, Tevrat’takinden çok daha derin ve anlamlıydı. Üstelik onun, Tevrat gibi, özel bir kavimden yana koyduğu herhangi bir tercihi de yoktu. Beden problemine yaklaşımı ise, İncil’inkinin tersine son derece olumluydu. Ruh ve beden Allah’ın bahşettiği hayatın ikiz yüzleri olarak tek bir kaide üzerinde yükseliyordu.
Muhammed Esed’in Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet’le ilgili bu tespitleri son derece objektif ve isabetlidir.
Bugünkü Yahudilik ve Hıristiyanlığın, gayesiz ve çaresiz, sadece teknolojik ilerleme idealine bel bağlamış, makinaların çelik kaslarıyla bağlanmış batı insanının ve onun tahakkümü altında inleyen bütün mazlumların derdine niçin çare olamayacaklarının hem arka planda hem de görünürde pek çok sebepleri vardır. Tevrat ve İncil’in tahrif edildiği, büyük ölçüde ilahi kitap olma vasıflarını yitirdikleri de ayrıca söz konusudur.
İnsanlar arasında ayırım yapmayan, insanı ve hayatı bütünüyle kucaklayan, rûhî ve bedenî ihtiyaçları ahlâkî ve makul ölçüler içinde gideren, gerçek gaye ve çareyi belirleyen İslam’dan başka tutamak, barınak ve sığınak yoktur.
Netice olarak dünya İslam’ı, İslamsa gerçek mânâda Müslümanı beklemektedir.
Kaynak: Ali Rıza Temel, Altınoluk Dergisi, Sayı: 387
YORUMLAR