Nefs-i Emmâre Nedir?
Nefs-i emmare nedir, ne anlam gelir? Nefs-i emmârenin zararları nelerdir? Nefs-i emmareden nasıl kurtulunur? Nefsin mertebelerinden nefs-i emmare...
Nefs-i emmare, “Kulu, Rabbinden uzaklaştırarak kötülükleri işlemeye tahrik eden en aşağı durumdaki isyankar nefis” anlamına gelir.
NEFS-İ EMMÂRE
Kulu, Rabbinden uzaklaştırarak kötülükleri işlemeye tahrîk eden en süflî durumdaki isyankâr nefstir. “Emmâre” çok emredici demektir. Bu sıfatı hâiz olan nefsin yegâne maksadı, hevâ ve heveslerini ölçüsüzce tatminden ibârettir. Şehvetin esîri, şeytanın avânesi olmuş; keyfine, zevkine, günâha düşkün olan nefstir.
Nefsin düşkünlükleri ve aşırı istekleri demek olan şehvetlere karşı her hangi bir mücâdele göstermemek, onun arzularına tâbî olarak şeytanın yoluna uyup gitmek de, nefs-i emmâre seviyesinde bulunan kimselerin ahvâli cümlesindendir.
Aslında nefs-i emmâre, sâhibine karşı şeytandan bile tehlikeli olabilmektedir. Nitekim bu husûsu İbn-i Atâullâh el-İskenderî şöyle îzâh eder:
“...Sen asıl nefsinden kork! O nefs ki senin aleyhine çalışır. Üstelik ölünceye kadar da sahibinden hiç ayrılmaz. Oysa şeytan bile hiç olmazsa Ramazan ayında insandan ayrılır. Çünkü Ramazan’da şeytanlara kelepçe vurulur. Fakat buna rağmen Ramazan ayında da devâm eden cinâyet, hırsızlık ve ahlâksızlık vak’aları, şeytanın kandırmasından değil, nefsin azdırmasından ileri gelmektedir.”
Cenâb-ı Hakk’ın:
“Muhakkak ki nefs, kötülüğü şiddetle emreder.” (Yûsuf, 53) âyet-i kerîmesindeki beyânı, bu mertebedeki nefse dâirdir.
Diğer taraftan insanın mânevî âlemdeki mevkii itibâriyle nefs-i emmâre, hayvanât içerisindeki zehirli yılana teşbîh edilegelmiştir. fiüphesiz ki böyle bir teşbîhle, nefsin tehlikelerine ve fecî âfetlerine dikkat çekmek murâd edilmiştir. Nitekim şâir Nev’îzâde Atâî, bu hakîkati şöyle dile getirir:
Döndü ahlâk-ı zemîme mâre
Şâh-ı mârânı anın emmâre
"Her kötü ahlâk, bir yılana benzedi. Bu yılanların şâhı da, nefs-i emmâre oldu."
Bu yüzden akl-ı selîm sâhibi her mü'min, nefs-i emmâre ile dâimî bir cihâd hâlindedir. Bu cihâdda akıl ve irâde kılıcını, gaflet kınına sokmaktan daha büyük bir ziyân düşünülemez. Zîrâ nefs, pek çok ulvîliklere mazhar olan nice kimselerin, bir anlık gafletlerinden istifâde ile, ebedî hüsrân ve bedbahtlığına âmil olmuştur. Ancak Allâh’ın yardım edip koruduğu ihlâslı kullar bundan müstesnâdır.
Nitekim Mısır azîzinin hanımı Züleyhâ ile Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm- arasında geçen şu hâdise pek ibretlidir:
Kur’ân-ı Kerîm’de bildirildiği üzere Yûsuf -aleyhisselâm-, büyüyüp gelişmiş, güzelliğiyle gösterişli bir genç olmuştu. Onun bu hâli, yaşadığı evin hanımı olan Züleyhâ’yı değişik düşüncelere sevk etmişti.
Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmelerde bu hâdiseyi şöyle bildirir:
“...Kadın, O’nun nefsinden murâd almak istedi. Kapıları sımsıkı kapattı ve: «–Sana söylüyorum; haydi beri gel!» dedi. O ise; «(Hâşâ), Allâh’a sığınırım! Zîrâ kocanız benim velînîmetimdir; o bana güzel davrandı. (Bana güzel bir mevkî verdi). Gerçek şudur ki, zâlimler aslâ felâh bulmaz!» dedi.”
“Andolsun ki kadın onu elde etmeye iyice niyetlenmişti. Eğer Rabbinin işâret ve îkâzını görmeseydi, o da kadına meyletmiş olacaktı. İşte böylece Biz, kötülük ve fuhşu ondan uzaklaştırmak için (bürhânımızı gösterdik). Şüphesiz o, ihlâsa erdirilmiş kullarımızdandı.” (Yûsuf, 22-24)
Yûsuf -aleyhisselâm-, Allah Teâlâ’nın lutf u keremiyle mânevî yardımlara nâil olmuş ve böylece nefs-i emmâreyi temsîl mevkiindeki Züleyhâ’ya meyletmekten kurtulmuştu. Biz âciz kullar da, Cenâb-ı Hakk’a takvâ ile yönelerek, kendimizi nefsimizin şerrinden ve tehlikeli hâllerinden uzak bulundurmak mecbûriyetindeyiz.
Yüce Rabbimizin, âkıbeti fecî olan birtakım fiillerin, daha evveliyâtına âit safhalarından bile kendimizi korumamızı emretmiş bulunması, bu hikmete binâendir. Meselâ, bir erkeğin helâl olmayan bir kadına şehvetle bakması, zinâya kapı aralayacağından, men edilmiştir. Diğer bütün mezmûm fiiller için de durum aynıdır.
Hakîkaten bu vak’a, büyük ibretlerle doludur. Zîrâ ebedî kurtuluşa bir bedel hükmündeki dünyevî imtihanları zor ve şiddetli kılan pek çok unsur, burada âdetâ üstüste çakışmıştı. Şöyle ki:
Yûsuf -aleyhisselâm-, güzelliği dillere destân olacak kadar alâka çekici, melek gibi bir genç idi. Güzelliği karşısında kadınlar parmaklarını doğradıkları hâlde, hayranlıklarından bunu hissetmemişlerdi. Şâyet Yûsuf -aleyhisselâm-, çirkin ve şehevî duyguları körelmiş bir ihtiyar olsaydı, ne bu imtihan bu kadar zor, ne de bu hâdise bu kadar irşâd edici olabilirdi.
Buna mukâbil Züleyhâ da, nefislerin en çok zebûnu olduğu üç vasfın; yâni servet, şöhret ve şehvetin şâhikasında bulunuyordu. Şâyet Züleyhâ da yaşlı veya çirkin bir kadın olsaydı, yine Hazret-i Yûsuf’un imtihânı bu derece zor olmaz ve bu hâdise, bu kadar müessir bir misâl teşkil etmezdi. Hâlbuki o da gençti, cemâl sâhibiydi ve pek çok kimseyi kendisine râm edebilecek bir câzibeler meşheri hâlindeydi. Üstelik odanın kapısını da sımsıkı kilitlemişti. Böylece gizlilik ve tenhâlığın, günâhları daha da kamçılayan hengâmında, Hazret-i Yûsuf’a şiddetli bir arzuyla:
“–Heyte lek!" yâni "–Gelsene bana!" diye seslenerek, çirkin bir fiile teşebbüs etmişti. Mukâvemet göstermekte nice irâdeleri eritebilecek böyle bir manzara karşısında, Yûsuf -aleyhisselâm-’ın bile hayli güç bir vaziyette kaldığını Yüce Rabbimiz:
“Şâyet bürhânımız (delil ve yardımımız) yetişmeseydi, o da meylediyordu.” beyânıyla ifâde buyurmaktadır.
İşte Yûsuf -aleyhisselâm-, önüne serilen bunca dehşetli câzibelerin aldatmalarına kanmamak için “maâzallâh” diyerek, yegâne çârenin yüksek bir takvâ ile “Allâh’a sığınmak” olduğunu ortaya koymuştu. Bu da ilâhî yardımın tahakkuk safhasına girmesi için, takvânın bir zarûret olduğunu göstermektedir. Yâni, nefs-i emmârenin şiddetli arzularına direnebilmek, ancak takvâ duygularının kuvvetlenmesi sâyesinde mümkün olabilmektedir.
Hakîkaten bir erkeğin, hayatı boyunca karşılaşabileceği imtihanların en ağırlarından biri; gençlik, güzellik, servet gibi her türlü câzibe unsuruna sâhip bir kadından, üstelik tenhâlıkta gelen dâvet ve iltifâta “hayır” diyebilmektir.
Nitekim Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir hadîs-i şerîflerinde; hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyâmetin o çetin gününde, Allah Teâlâ’nın yedi sınıf insanı, arşın gölgesi altında barındıracağını bildirdikten sonra, bu sınıflardan birinin:
“Güzel ve mevkî sâhibi bir kadının berâber olma isteğini, «–Ben Allah’tan korkarım.» diyerek reddeden genç…” olduğunu ifâde buyurmuşlardır. (Buhârî, Ezân, 36)
Zîrâ insanın en büyük zaaflarından biri, iltifata mağlûb olarak, kendini muhâfaza etme gücünü kaybetmesidir. Lâkin Hazret-i Yûsuf’ta bu olmadı. Zîrâ, takvâsı ve terbiye edilmiş nefsinin kâmile makâmında olması sebebiyle, ilâhî sıyânet onu korudu. Nefs-i emmârenin desîseleri karşısında onu güçlü kıldı.
İbrete şâyan diğer bir husus da şudur:
Züleyha, arzûsuna tâbî olmadığı takdirde Hazret-i Yûsuf’u zindan ile tehdîd etmişti. Hâlbuki Yûsuf -aleyhisselâm-’ın arınmış nefsi ona takvâyı ilham etmekte olduğu için o:
“Ey Rabbim! Zindan, onların beni dâvet ettiği şeyden daha sevimlidir.” demişti.
Ayrıca O’nun Cenâb-ı Hakk’a ilticâsında:
“Eğer onların hîlesini benden uzaklaştırmaz isen, ben onlara meyleden câhillerden olurum.” diyerek, içine düştüğü vaziyetten kurtuluşun tek çâresi olan zindanı tercih etmesi, büyük bir takvâ nişânesiydi.
Bu da gösteriyor ki insanı günahlara sürükleyen bütün dünyevî câzibelerin “heyte lek” (gelsene bana) dâvetlerine mukâvemet edebilecek yegâne güç, o anda kalbin “maâzallâh” diyerek sonsuz kudret sâhibi olan “Allâh’a sığınabilmesi”dir.
HZ. MUSA’YA (A.S.) NEFSİN HAKİKATİ NASIL GÖSTERİLDİ?
Kur’ân-ı Kerîm’de nefs-i emmârenin âfetlerinden korunmaya karşı en güçlü silahın takvâ olduğu bildirilmektedir. Yine yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’de nefsin hakîkatini gösteren bir vâkıa da şöyledir:
Mûsâ -aleyhisselâm-’a Tûr-i Sînâ’da peygamberliği tebliğ edildi ve müteâkıben:
“«–Asânı at!..» (denildi). Mûsâ (attığı) asâyı yılan gibi deprenir görünce, dönüp arkasına bakmadan kaçtı. (Bunun üzerine:) «–Ey Mûsâ! Beri gel, korkma! Çünkü sen emniyette olanlardansın.» diye nidâ olundu.” (el-Kasas, 31)
Azîz ve Celîl olan Allah, Mûsâ -aleyhisselâm-’a, kudretini o asâda göstermişti. Mûsâ -aleyhisselâm- da, asâ vâsıtasıyla Allâh’ın kudreti ile ünsiyet etti. Allah, O’nu peygamber olarak tâyîn edip kendisine yakınlaştırarak konuşunca ve bazı mükellefiyetler verince, O’na hitâben şöyle buyurdu:
“–Şu sağ elindeki nedir, ey Mûsâ?” (Tâhâ, 17)
Mûsâ -aleyhisselâm- da:
“–O benim asâmdır. Ona dayanırım, onunla davarlarıma yaprak silkelerim. Benim ona başkaca ihtiyaçlarım da vardır.” (Tâhâ, 18) şeklinde cevap verdi.
Bunun üzerine Allah -celle celâlühû-:
“–Yere at onu, ey Mûsâ!” (Tâhâ, 19) buyurdu.
Hazret-i Mûsâ, derhal emri yerine getirdi:
“Onu hemen yere attı. Bir de ne görsün, hızla sürünen bir yılan değil mi?” (Tâhâ, 20)
Bunu gören Mûsâ -aleyhisselâm- kaçmağa başladı. Ancak:
“Allâh buyurdu: «–Al onu! Korkma! Biz onu şimdi ilk hâline döndüreceğiz.»” (Tâhâ, 21)
Bazı müfessirler, Mûsâ -aleyhisselâm-’ın asâsını yere atması ile ilgili âyetin işârî açıklamasında, bunun Hazret-i Mûsâ’nın iç dünyâsına âit bir irşâd sadedinde olduğunu beyân etmişlerdir.
Mûsâ -aleyhisselâm-, izâfetleri, yâni fânî alâka, dayanak ve barınakları zikredince, Allah -celle celâlühû- bunların atılmasını emretti.
Nefs ve nefse bağlantılı olan şeyler, büyük bir yılan olarak temessül etti. Mûsâ -aleyhisselâm-’a nefsin hakîkati gösterildi. Korktu, ürktü ve ondan kaçtı. O’na işârî olarak âdetâ şöyle denilmiş oluyordu:
“–Ey Mûsâ, işte bu yılan, Allah’tan başka şeylere bağlılık vasfının tâ kendisidir. Bu nefsânî vasıf, şekillenmiş bir sûrette sâhibine gösterilince, ondan ürker ve kaçar.
Artık sen tevhîd sıfatı ile sıfatlanmışsın. Senin bir asâya dayanman, senin için kendisine dayanacağın, ondan yardım dileyeceğin ve istifâde edeceğin bir şeyin var olması, nasıl doğru ve yerinde olabilir?.. Nasıl olur da sen, o asâ ile şöyle yapıyorum, ondan istifâde ediyorum ve onda benim için başka faydalar da var diyorsun?.. Tevhîd yolunda ilk adım, sebepleri terktir. Yâni mutlak tevekkül ve teslîmiyettir. Her türlü talep ve istekten vazgeç!” Buyrulur ki:
“Hakk’ın nidâsını işiten ve O’nun cemâlinin nûrunu gören kişi, Allah’tan başka dayandığı her şeyi bırakır. Allâh’ın fazl u kereminden başka hiçbir şeye dayanmaz. Bu şekilde nefsin arzularından ve desîselerinden sıyrılır.”
NEFS-İ EMMÂRENİN ZARARLARI
Şu fânî rüyâ âleminin beş dakîkalık sahte lezzetleri uğruna, hakîkî saâdeti ve ebedî âhiret saltanatını terk ettirip insanı, âlâ-yı illiyyînden esfel-i sâfilîne düşüren de, yine nefs-i emmâredir.
Nefs-i emmâreyle mâlul bir insan, kendi kurtuluşuna yarayacak hakîkatler önünde dahî, inat ve kibirle diklenmekten, etrâfındakilere ucub nazarıyla bakmaktan, yalan, dedikodu ve mâlâyâni ile meşgûliyetten âdetâ zevk duyar. Dînen nehyedilmiş çirkinliklerden kurtulamaz. Böyleleri, kısacık dünyâ hayâtının fânî ve nefsânî lezzetleri uğruna cennet ve Cemâlullâh’ı, ebedî saâdet ve selâmeti terk edecek kadar akıl, idrâk ve iz’ânı dumûra uğramış, kalb gözleri perdeli, câhil ve gâfil insanlardır.
Nefs-i emmârede rûh-i sultânî, tamâmen rûh-i hayvânînin esîri hâline gelmiş, insanlık sıfatı kaybolup, hayvanlık sıfatı hâkim olmuştur.
Bu gibi kimseler hakkında âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Andolsun biz, cinlerin ve insanların birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalbleri vardır, onlarla anlamazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hattâ daha da aşağı seviyededirler. İşte asıl gâfiller onlardır.” (el-A‘râf, 179)
Böyleleri, dehşetli gaflet tuğyânı içinde hâlâ Allâh’ın merhametine gereğinden fazla güvenerek kendilerini avutur, günahlara devâm ederler. Cenâb-ı Hakk’ın azâbından emîn olmuş gibi:
“–Canım, haramı haram bilerek işlemek küfre götürmez ya! Nasıl olsa birgün tevbe ederim!” düşüncesi içinde boş tesellîlerle oyalanır dururlar.
İşte bu ve benzeri düşünceler, aslında, günahların kolaylıkla irtikâb edilmesini sağlamak ve bunu normal göstermek isteyen nefs ve şeytanın sinsi fısıltılarıdır.
Hâlbuki Cenâb-ı Hakk’ın îkâzı ne büyüktür:
“Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Ne babanın evlâdı, ne evlâdın babası nâmına bir şey ödeyemeyeceği günden çekinin. Bilin ki, Allâh’ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allâh’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.” (Lokman, 33)
Diğer taraftan, nefs-i emmâre gafletine dalmış kimseler, âhiretlerini kurtaracak hayır ve hasenât işlerine koşmakta tembel, kötülüklerden ictinâb etme husûsunda ise kayıtsızdırlar. Şâyet hasbe’l-kader küçük bir hayır işleseler, bunu gözlerinde büyütüp dâimâ bununla övünürler. Kendilerinden zuhûr eden kötülüklerden zaman zaman ve bir nebze pişmanlık duyabilirlerse de, bu nedâmet, onların hâl ve tavırlarında hayırlı bir değişikliğe vesîle olacak kuvvetten mahrumdur.
NEFS-İ EMMÂREDEN NASIL KURTULUNUR?
Bu mertebedeki bir mü'min, tedâvîye muhtaç bir hasta gibidir. Onun nefs-i emmâreden kurtulup nefs-i levvâmeye geçebilmesi için, mânevî tedâvîde tâkib etmesi gereken en mühim usûl ise, kendini ciddî bir sûrette hesâba çekmektir. Kul, azamet ve celâl sâhibi Rabbinin herşeyi bilmekte olduğunu, kabirdeki suâlleri, mahşerdeki hesâbı, cehennemdeki şiddetli azâbı düşünmeli ve tevbeye azmetmelidir. Fakat tevbe esnâsında kul, Cenâb-ı Hakk’a münâcâtını, sâdece sözle değil kalben de pişman olup büyük bir samîmiyetle îfâ etmelidir. Dil tevbe ederken, fırsat düştüğünde yine o günahı işleme arzusu kalbde hâkimse, bu tevbe makbûl olmaz. Bilakis bu, münâfık tevbesidir ve hattâ tevbeye muhtaç bir tevbedir. Bir taraftan tevbe edip diğer taraftan da günahlara devâm etmek, tevbe ile ilticâ edilen makâmı hafife almak ve onunla istihzâ etmektir. Tevbe, gerçekten pişman olup, bir daha dönmemek üzere kötülüklerden vazgeçerek Cenâb-ı Hak’tan mağfiret dilemektir.
Diğer taraftan kul, nefs-i emmâreden kurtulmak için en azından zarûrî olan şer’î ahkâma riâyet ederek kelime-i tevhîdin rûh ve hakîkatinde derinleşmeye çalışmalıdır. Kalbde âdetâ bir put hâline gelmiş bulunan ve kulu Rabbinden gâfil bırakan bütün hevâ ve hevesler, daha “Lâ ilâhe” derken nefyedilip, Allah’tan gayrı bütün maksûdlar kalbden silinmelidir. Daha sonra da kalbin bu arınmış zemîninde “İllâllâh” hakîkatini sâbitleyip, gönlün yalnızca Allâh’a mahsus kılınmasına gayret edilmelidir. Bu şekilde kul, acziyet ve hiçliğini idrâk ederek îmânında taklidden tahkîke doğru terakkî etmeye çalışmalıdır. Îmânın kalbde gerçek mânâda mekân bulup kuvvet kazanması ise, kulu sâlih amellere ve netîcede ulvî mevkîlere sevk eder.
NEFS-İ EMMÂRENİN TUZAĞI
Mevlânâ Hazretleri, nefs-i emmârenin, rûhâniyeti bertaraf edebilmek için ne gibi hilelere başvurduğunu, bizlere şu temsîlî hikâye ile nakleder. Bu hikâyede fare, nefs-i emmâreyi; kurbağa da rûhâniyeti temsil etmektedir.
“Hilekâr bir fare ile vefâkâr bir kurbağa, kaderleri îcâbı dere kıyısında tanıştılar, birbirlerine yakınlık duydular. Her ikisi de bu yakınlığın devamı için bir buluşma vakti kararlaştırdı. Böylece her sabah belirli bir yerde bir araya geliyor, birbirleriyle dertleşiyor, gönüllerini vesveselerden, üzüntülerden ve korkulardan gûyâ kurtarıyorlardı.
Bu buluşmadan ikisinin de gönlü ferahlıyor ve huzûra gark oluyordu. Birbirlerine hikâyeler anlatıyor, başlarından geçenleri naklediyor ve birbirlerini can kulağı ile dinliyorlardı. Onlar ağızsız, dilsiz konuşuyorlardı.
O hile ve kandırma üstâdı olan fare, zavallı kurbağa ile buluşunca neşeleniyor, küçük, parlak gözleri ışıklar saçıyor, heyecanlanıyor, kurbağaya maceralarla dolu geçen beş yıllık hayatının hikâyesini anlatıyordu.
Kandırmada sanatkâr olan fare bir gün kurbağaya;
«–Ey herkese akıl veren, akıl ışığı olan dost!» dedi ve sözlerine şöyle devam etti:
«–İçim daralıp da sana bir sır söylemeye, dertleşmeye, senin fikrini almaya geldiğim zamanlar sen hep suyun dibinde bulunuyorsun. Ben dere kıyısına geliyorum, bağırıyorum çağırıyorum; «Ey dost; neredesin?» diye haykırıyorum, fakat sesimi sana duyuramıyorum. Sen, deryâların içinde, sana muhtaç olanların feryâdını işitmiyorsun! Ey yiğit kurbağa! Seninle görüşmeye doyamıyorum; bu belirli zamanlar bana kâfî gelmiyor!» dedi ve bir müddet sükûta büründü.
Sonra devamla:
«–Ey aziz yâr, ey sevgili dost! Seni görmeden yapamıyorum, bir an bile duramıyorum. Gündüz gözümün nûru, kazancım, her şeyim sensin; geceleyin kararım, neşem, uykum, hayalim, rüyam hep sensin! Vakitli vakitsiz kerem eder, lûtuflarda bulunur, beni hatırlar, beni sevindirirsen bu senin çok iyi kalpli oluşundandır!» diyerek kurbağayı öven daha pek çok güzel söz söyledi. Sonra da kendi mânevî dünyasını ve hâlini anlatmaya başlayarak kurbağadan medet diledi:
«–Ey benim sevgilim! Sen gel de güzel huyunla benim gönlümü aydınlat! Çirkinliğimize, kötülüğümüze bakma; biz, dağ yılanı gibi zehirle doluyuz! Ben de çirkinim, bütün huylarım da çirkin!
Bu ihtiyacı sonsuz olan kul, senin sonsuzluğuna muhtaç; lûtfunu esirgeme, onu bırakma! Ben ölürsem, yine senin lûtfun bana gözyaşı döker! Öldükten sonra toprağıma söyleyeceğin sözleri, şimdi şu gamlı kulağıma söyle!
Ey kardeşim! Ben toprağa mensubum, topraktanım; sen ise deryâların içindesin. Huzur kaynağısın. Merhamet padişahısın, lûtuflarda bulunansın, dilekleri yerine getirensin! Öyle lûtuflarda bulun, öyle ihsanlar et ki, vakitli vakitsiz huzuruna gelebileyim!
Ben dere kıyısında seni can u gönülden çağırıp durmadayım. Fakat bana merhamet edip cevap bile vermiyorsun! Benim suya dalmama imkân yok! Çünkü yaratılışım topraktan; ben topraktan yetişmiş gelmişim! Ya bir elçi gönder bana yardım et, ya bir belirti göster de sesimi sana duyursun!»
Sahtekâr bir dost olan fare, sonunda kurbağayı ikna etti ve nihayet şöyle bir karara vardılar: Bir uzun ip bulacaklar ve ipi çekince birbirlerine kavuşacaklardı.
Fare:
«–İpin bir ucunu seni çok seven bu kulun ayağına, öbür ucunu da senin ayağına bağlarız! Bu iple, iki ayrı beden olarak yaşayan sen ve ben, can bedenle nasıl birleşiyorsa öyle birbirimize karışalım, bir vücut olarak birleşelim! Zaten şu bedenimiz ile rûhumuz birbirine bağlanmış ipe benzer!» dedi.
Can kurbağası kendinden geçmiş, suyuna dalmış, o hoş mavi âlemde “beden faresi”nden kurtulmuş iken, fare dâimâ onu iple karaya doğru çekmeye çalışır. Bu çekişten de can kurbağası çok acılar duyar, pek ıztıraplar çeker!
Hâlbuki beyni kokmuş pis farenin bu çekmesi olmasaydı, kurbağa suyun içinde ne safâlar sürecek, ne zevkler edecekti!
«–Öyle yapalım; ipin bir ucu benim ayağıma bağlansın, öbür ucunu da sen kendi ayağına bağla!» dedi fare. «Böylece de bu kupkuru yeryüzünde ipi çekebileyim de, sen de derdimi anla, seni görmek istediğimi bil!»
Bu söz kurbağanın hoşuna gitmedi, fakat kabul etti. Lâkin içinden de:
«Bu pis fare beni nasıl bir tuzağa düşürecek acaba?!» diye düşünüyordu.
Farenin ise sevincine diyecek yoktu. Artık kurbağa ile buluşmak için o aşk ipinin ucunu çekmesi kâfî idi.
Kurbağa düşünceli olarak dereye dalarken fare neşeli neşeli toprak üstünde zıplıyor ve kendi kendine diyordu ki:
«Nasıl olsa ipin ucunu artık elime geçirmiş bulunuyorum! Ne zaman istersem onu görebileceğim…»
Derken, yem arayışına çıkmış olan aç ve hırçın bir karga ansızın süzülüp indi ve gâfil fareyi yakaladı.
Karga havalanınca, suyun derinliklerinde bulunan kurbağa da fareye bağlı olduğundan, sudan çıktı. Fare, artık karganın gagasında idi; kurbağa da ayağından fareye bağlı olduğundan, havada sallanıp duruyordu.
Bu hâli görenler; «Karga nasıl bir hileye başvurdu, nasıl bir kurnazlık etti de, suyun derinliklerinde yaşayan kurbağayı da avladı?» diyorlardı.
Havada asılı kalan kurbağa da diyordu ki:
«Rûhâniyet deryâsından uzakta kalıp da süflî kişilerle dost olanın hâli budur. Benim hâlim, nefsine mağlup olanlara bir ibret olsun!»”
Şu bir hakîkattir ki, terbiye olan bir nefis, mahlûkât içerisinde insanı en mükerrem bir mevkîye yüceltebilirken, bunun aksine terbiye görmemiş ham bir nefis ise onu esfel-i sâfilîne düşürebilir. Yani nefis, ıslâh edildiğinde hayra; terbiye edilmediğinde ise şerre vesîle olabilen, âdeta iki ağızlı bir bıçak hükmündedir.
Gazâlî Hazretleri, nefsi azgın bir ata, rûhu da süvâriye teşbih ederek şöyle buyurur:
“Atını terbiye eden süvâriyi, atı istediği menzile götürür. Lâkin terbiyesi ihmal edilen bir atın, süvârisini uçurumdan aşağıya atması kaçınılmazdır.”
Bu sebepledir ki, nefis tezkiyesi, her mü’min için son derece hayâtî bir mes’ûliyettir. Bu mes’ûliyeti Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de:
“Muhakkak ki nefsini tezkiye eden (kötülüklerden arındıran) kurtuluşa ermiş, onu fenâlıklara gömen de ziyân etmiştir.” (eş-Şems, 9-10) şeklinde ifâde buyurmaktadır. Yani nefsini terbiye edip uslandıran, selâmetle yolunu katetmiş, bunun aksine onu azgınlık ve vahşîliğiyle başbaşa bırakan da ebedî bir hüsran ve ziyâna dûçâr olmuştur.
Bu sebepledir ki Âlemlerin Efendisi bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“(Hakîkatte) mücâhid, nefsine karşı cihâd eden kimsedir.” (Tirmizî, Fezâilü’l-Cihâd, 2; Ahmed, VI, 20)
Bir diğer hadîs-i şerîflerinde ise:
“Ümmetim adına en çok korktuğum şey; nefislerinin hevâlarına uymalarıdır.” buyurmuşlardır. (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 12)
Hazret-i Mevlânâ da bizleri şu ifâdeleriyle îkâz ve irşâd eder:
“Ey Hak yolcusu! Gerçeği öğrenmek istiyorsan; Mûsâ da, Firavun da ölmediler; bugün senin içinde yaşıyorlar, senin varlığına gizlenmiş, senin gönlünde savaşlarına devam ediyorlar! Bu sebeple birbirine düşman olan bu iki kişiyi kendinde araman gerekir!”
“Teni aşırı besleyip geliştirmeye bakma! Çünkü o, sonunda toprağa verilecek bir kurbandır. Sen, asıl gönlünü beslemeye bak! Yücelere gidecek ve şereflenecek olan odur.”
“Bedenine yağlı ballı şeyleri az ver. Çünkü onu gereğinden fazla besleyen, nefsânî arzulara düşüyor ve sonunda rezil olup gidiyor.”
“Rûha mânevî gıdâlar ver. Olgun düşünüş, ince anlayış ve rûhî gıdâlar sun da, gideceği yere güçlü, kuvvetli gitsin.”
Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri, tezkiye edilmemiş ham bir nefsin, Allah ile kul arasında kalın bir perde olduğunu bildirdikten sonra şöyle der:
“Nefs-i emmârelerinizi kurban ediniz. Biliniz ki gerçek hayat, ancak nefs-i emmârenin şerrinden kurtulmakla mümkündür.”
Şiblî Hazretleri de şu sözlerle bu hakîkate dikkat çeker:
“Nefis ölmeden ruh dirilmez. Âşıklar rûhun yaşamasını, nefsin ölümünde buldular.”
Unutmamak gerekir ki, nefsin özünde bir mücevher gibi müsbet bir mâhiyet de vardır. İnsanoğlunun vazifesi, onu, toz-toprak hükmündeki menfîliklerden ve süflî arzuların hoyratlığından mânevî terbiye ile arındırmaktır. Bu arınma neticesinde, insanın özündeki Allâh’a dost olabilme cevheri ortaya çıkar. Tasavvuf da bu şekilde ham vasıftan kurtulup kâmil insan olabilme sanatıdır. Böyle kâmil mü’minler ise, hayatlarını güzel ahlâk ve fazîletlerle tezyin etmeye muvaffak olabildiklerinden, âdeta canlı bir Kur’ân hâline gelirler. Kur’ân’ın sır ve hikmetlerine âşinâ olurlar.
Nitekim Kur’ân’ın sır ve hikmet dolu mânâ iklîmine girebilmenin, nefis tezkiyesiyle kemâle ermeye bağlı olduğunu Mevlânâ Hazretleri şöyle ifâde buyurur:
“Kur’ân’ın mânâsını, Kur’ân önünde kurban olmuş, benliğinden geçmiş, âdeta rûhu, ayn-ı Kur’ân kesilmiş kişiden sor.”
Yâ Rabbi! Bizleri nefislerimizin hile ve desîselerinden muhafaza buyur. Ayaklarımızı sırât-ı müstakîm üzere sâbit kıl. Gönüllerimizi sevdiğin ve râzı olduğun güzel hasletlerle ziynetlendir. Âmîn…
Kaynaklar: Osman Nuri Topbaş, İmandan İhsana Tasavvuf ve Gönül Yolculuğu, Erkam Yayınları