Nefs Tezkiyesi Nedir?
Nefs tezkiyesi nedir? Nefsin tezkiyesi, temizlenmesi nasıl olur? Ayet ve hadislerle nefsin tezkiyesi.
Tezkiye lügatte, temizlemek, arındırmak mânâlarının yanısıra, artırmak, geliştirmek, bereketlendirmek ve feyizlendirmek anlamlarını da ihtivâ eder. Bu çerçevede tezkiye, esâsen mânevî eğitimin bütün seyrini ifâde eder.
NEFS TEZKİYESİ NE DEMEK?
Nefsi tezkiye; öncelikle onu küfür, cehâlet, kötü hisler, yanlış îtikadlar ve fenâ ahlâklardan temizlemektir. Yâni şer’-i şerîfe aykırı her türlü îtikâdî, ahlâkî ve amelî yanlışlıklardan arındırmaktır. Onu temizleyip kötülüklerden koruduktan sonra da, îmân, ilim, irfân, hikmet, hayırlı duygular, güzel huylar gibi takvâ hasletleriyle terbiye ve tezyîn ederek, onu rûhâniyetle doldurmaktır.
Tasavvufta tezkiye, nefsin isteklerini azaltarak onun beden üzerindeki hâkimiyetini kırmak ve bu sûretle rûhun hükümranlığına imkân sağlamaktır. Bu da ancak nefse karşı irâdeyi güçlendirecek olan riyâzât yoluyla, yâni yiyip içme, uyuma ve konuşmada îtidâle riâyet gibi usûllerle sağlanabilir. Bundan dolayıdır ki, tasavvufta nefsi dizginlemenin usûlü; kıllet-i taam (az yemek), kıllet-i menâm (az uyumak) ve kıllet-i kelâm (az konuşmak)’dır, denilegelmiştir. Çünkü bunlar riyâzât ile nefse hâkimiyetin ilk adımlarıdır. Fakat her hususta olduğu gibi, bu usûlleri tatbikte de îtidâli elden bırakmamak gerekir. Çünkü beden, Allâh’ın insanlara bir emânetidir.
Yâni kul, nefsini tezkiye ederken ifrat ve tefritten sakınmalı, onun azgınlıklarına set çekeyim derken, riyâzât ve mücâhedede aşırılığa düşmemelidir. Çünkü din, bütün hâl ve davranışlarda îtidâli emreder. İnsanlara her türlü ifrat ve tefritten uzak durmayı öğütler. Üstelik nefsi, mutlak sûrette bertaraf etmek mümkün olmadığı gibi, bu, matlûb da değildir. Buna göre nefsin tezkiye edilmesi, nefsânî temâyüllerin ilâhî emirler çerçevesinde dizginlenip terbiye edilmesi demektir.
Nefsin terbiye ve tezkiye edilmesi, beşerî âkıbetin felâket veyâ saâdet olarak gerçekleşmesinde en belirleyici faktördür. Bu terbiye ve tezkiye için evvelâ ilâhî irâdeye râm olup şehevî ihtiraslar ve çirkin hâllere karşı koymaya çalışmak îcâb eder. Her mü’min, kendi kusur, noksanlık, acziyet, hîçlik ve câhilliğini idrâk ederek; Rabbini bütün azamet, kudret ve kemâliyle kavramalı ve fiillerine bu idrâk ile yön vermelidir. İşte bu yapılabildiği takdirde, -Kur’ânî tâbirle- “kötülüğü şiddetle emreden”[1] nefs, mezmûm sıfatlardan arınıp makbûl bir hâle gelir.
NEFSİ TEZKİYE ETMENİN FAZİLETİ
Nefsi tezkiyeye çalışmak ve bu uğurda ciddî bir gayret ile seyr u sülûke girmek, ehemmiyetine ve zorluğuna binâen “cihâd-ı ekber” kabul edilmiştir.
Nitekim bu tâbiri Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, pek zorlu geçen Tebük Gazvesi’nden dönüşlerinde bizzat ifâde ederek ashâbına:
“–Şimdi küçük cihâttan büyük cihâda dönüyoruz.” buyurmuşlardır.
Hâlbuki dönmekte oldukları sefer, pek büyük bir gazveydi. Zirâ seferin evvelinden nihâyetine kadar münafıkların fitneleri ve şeytanın vesveseleri eksik olmamıştı. O yıl şiddetli bir sıcaklık ve kuraklık hüküm sürmüştü. Katedilen yol, oldukça uzundu ve yaya yürümeye müsâid değildi. Meyvelerin toplanacağı hasad mevsimi de gelip çatmıştı. Kendilerini kalabalık bir Bizans ordusunun beklemekte olduğu haberi ise, bu gazveyi daha da zorlu bir sefer kılmaktaydı. Otuz bin kişiyi aşan sahâbî ordusu, bin kilometre gitmiş ve geri dönmüştü. Medîne’ye yaklaşırken âdetâ şekilleri değişmişti. Derileri kemiklerine yapışmış, saç-sakal birbirine girmişti. Hâl böyleyken Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in söylediği bu sözün hikmetini merâk eden bâzı sahâbiler, hayretler içinde:
“–Yâ Rasûlâllâh! Hâlimiz meydanda! Bundan daha büyük cihâd olur mu?” dediklerinde Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Evet! Şimdi küçük cihâddan en büyük cihâda; nefsin hevâsı ile mücâhedeye dönüyoruz!” [2] buyurdular.
Diğer taraftan bütün gazvelere katılıp sâdece Tebük Gazvesi’nden -mâzeretsiz- geri kaldıkları için ihtilâttan men (yalnızlığa terk edilmek) ile cezâlandırılan ve bu sebeple ashâb ve Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yüzlerine bakmadığı, kendileriyle konuşmadığı, selâmlarına bile mukâbele etmediği üç sahâbînin tasvîre sığmayan pişmanlık ve perişanlığı meşhurdur.[3]
Şimdi insaf ile düşünmeli ki, böyle bir cihâd, küçük cihâd addedilir ve küçük cihâddan geri kalmak, insanı daha dünyâ hayâtında bu kadar hakîr ve hacîl bırakırsa, en büyük cihâd olan nefislerin tezkiyesi ve kalblerin tasfiyesi husûsundaki gaflet ve ihmâl, yarın huzûr-i ilâhîde insanı ne derece zor ve müşkil bir vaziyete dûçâr eyler!.. Bu ürpertici hakîkat önünde her akıllı mü’min, nefsini derhal derin bir muhâsebeye tâbî tutmalıdır. Yarın çok geç olmadan ve ilâhî hesap gelmeden evvel kendimizi, yine kendi irâdemizle hesâba çekmek mecbûriyetindeyiz.
Zîrâ yüce Mevlâmızın âyet-i kerîmedeki şu îkâzı gâyet şiddetlidir:
“Sizi boş yere yarattığımızı ve Biz’e geri döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” (el-Mü’minûn, 115)
Diğer bir âyet-i kerîmede de Cenâb-ı Hak:
“İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı zanneder?!” (el-Kıyâme, 36) buyurmuştur.
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Akıllı, nefsine hâkim olup onu hesâba çekerek ölümden sonraki hayat için çalışan, ahmak da nefsini hevâsına tâbî kıldığı hâlde Allah’tan (hayır) umandır.” buyurmuştur. (Tirmizî, Kıyâmet, 25; İbn-i Mâce, Zühd, 31)
Bu itibarla her mü’min, tezkiyesi ile mükellef olduğu nefsine karşı ciddî bir mes’ûliyet şuuruyla hareket etmelidir. Kişinin, nefsini tezkiye etmeye çalışırken, bu işin ehemmiyet ve usûllerine vâkıf olması gereklidir. Aksi hâlde «kaş yapayım derken göz çıkarma» misâlinde olduğu gibi bir hatâya düşülebilir.
PEYGAMBER EFENDİMİZİN ÜMMETİ İÇİN EN KORKTUĞU ŞEY
Nefsin tehlikelerine karşı Cenâb-ı Hak biz kullarını şöyle uyarır:
“(Ey Rasûlüm!) Nefsânî arzularını kendisine ilâh edinen kimseyi gördün mü? Artık ona Sen mi vekîl olacaksın?” (el-Furkan, 43)
Bir hadîs-i şerîflerinde Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de:
“–Ümmetim adına en çok korktuğum şey; nefislerinin hevâlarına uymalarıdır.” buyurmuştur. (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 12)
Bu sebepledir ki nefs tezkiyesi, her mü’min için son derece hayâtî ehemmiyeti hâiz ve büyük mes’ûliyeti mûcib bir keyfiyettir. Bu mes’ûliyeti Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de:
“Muhakkak ki nefsini tezkiye eden (kötülüklerden arındıran) kurtuluşa ermiş, onu fenâlıklara gömen de ziyân etmiştir.” (eş-Şems, 9-10) şeklinde ifâde buyurmaktadır. Yâni nefsini terbiye edip uslandıran, selâmetle yolunu katetmiş, bunun aksine onu azgınlık ve vahşîliğiyle başbaşa bırakan da ebedî bir hüsrân ve ziyâna dûçâr olmuştur. Görüldüğü üzere nefs, kendisine ölçüsüzce tâbî olunduğu zaman ebedî bir felâket sebebiyken, terbiye edilip itaat altına alındığında ise insanı meleklerden üstün bir mevkiye yükselten bir kazanç vesîlesidir.
Diğer taraftan infak, sadaka, hizmet gibi sâlih ameller, zâhiren başkalarına faydalı olmak sûretinde görünse de, hakîkatte nefse doğruyu, güzeli ve hayırlıyı telkîndir. Çünkü iyilikler bu sûretle benlikte yer eder ve rûh, bunlarla ünsiyet peydâ eder. Diğer bütün sâlih amellerle birlikte sözlerin en güzeli ve en doğrusu olan Kur’ân-ı Kerîm’i okumak, nasîhatlerini can kulağıyla dinlemek ve ahkâmıyla âmil olmak da, nefsin ıslâhına en büyük vesîlelerden biridir. Hayatını bütünüyle Kur’ân istikâmetinde tanzîm eden bir kul, nefsinin şerrinden ve şeytanın desîselerinden kurtulur ve yalnız Hakk’ın rızâsını talep hâlinde yaşar. Kalbi ilâhî lutuf tecellîlerine mazhar olur. Bu duruma gelen bir kul için, artık gözün gördüğü, kulağın işittiği zâhirî iklîmin ötesine mânevî bir pancur açılmış ve kâinât, hikmetli ve azametli bir kitâb hâline gelmiştir.
O hâlde hiçbir mü’min, Kur’ân-ı Kerîm’deki ilâhî emir ve nehiylerden gâfil olmamalı, ebedî saâdet ve selâmetini tehlikeye atmamalıdır.
NEFSİ TEZKİYE ETME YOLLARI
Yüce kitâbımız Kur’ân-ı Kerîm’de nefs tezkiyesiyle alâkalı pek çok âyet-i kerîme mevcuttur. Bu âyetlerde “tezkiye”:
– Allah Teâlâ’nın tezkiye etmesi,
– Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in tezkiye etmesi,
– Kişinin kendi nefsini tezkiye etmesi şeklinde, umûmiyetle üç kısımda mütâlaa edilmiştir.
1. Allah Teâlâ’nın Tezkiye Etmesi
Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede şöyle buyurur:
“…Kendinizi (beğenip) temize çıkarmayın. O, fenâlıktan sakınanın kim olduğunu çok iyi bilir.” (en-Necm, 32)
Merhum Elmalılı Hamdi Efendi bu âyet-i kerîmeyi şöyle tefsir eder:
“Kendinizi günahsız, kusursuz ve tertemiz addederek övmeyin. Zîrâ farkında olmadığınız birçok kusurunuz bulunabilir.” (Hak Dîni, VII, 4605)
Bu mevzûda müfessir Âlûsî de şöyle der:
“Bu âyetin, «–Bizim namazımız, orucumuz, haccımız var!» diyen bir topluluk hakkında indiği rivâyet edilir. Ucub ve riyâ karışması endişesiyle kulun işlediği ibâdet ve hayırları gizli tutması daha makbûldür. Fakat böyle menfî bir niyet olmaksızın, sırf teşvîk maksadıyla söylenmesinde de bir beis yoktur.” (Rûhu’l-Meânî, XXVII, 64)
Diğer bir âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Kendilerini temize çıkaranlara bakmadın mı? Bilakis, Allâh kimi dilerse onu temize çıkarır.” (en-Nisâ, 49)
Bu âyetteki tezkiye, kişinin kendini överek temize çıkarma çabasından ibârettir. Hâlbuki tezkiye takvâya bağlıdır. Takvâ ise bâtında bir sıfattır ve onun hakîkatini ancak Allâh bilir. O bakımdan ancak Allâh’ın tezkiyesi makbûl olur, kendi kendimizi tezkiye etmemiz değil.
Nitekim Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Allâh’ım! Nefsime takvâsını ver ve onu tezkiye et! Sen onu tezkiye edenlerin en hayırlısısın. Sen onun velîsi ve Mevlâ’sısın.” diye duâ ederlerdi. (Müslim, Zikir, 73)
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“…Eğer üzerinizde Allâh’ın fazlı ve rahmeti olmasaydı içinizden hiçbiriniz ebediyyen temize çıkamazdı. Ancak Allah, kimi dilerse onu temize çıkarır. Allah hakkıyla işiten ve her şeyi kemâliyle bilendir.” (en-Nûr, 21)
Görüldüğü gibi âyet-i kerîmede tezkiyenin Allâh’a âit olduğu ifâde ediliyor. Zîrâ Allah Teâlâ, fazlı ve rahmetiyle kulu tâatlere ve diğer tezkiye vâsıtalarını kullanmaya muvaffak kılar. Bu itibarla kul, benlik iddiâsından sakınarak, ilâhî tezkiye sâyesinde ulaştığı kemâli, kendi dirâyet, liyâkat ve gayretine hamletmemelidir. Cenâb-ı Hakk’ın tezkiye etmesi dışında kulun, âhirette kendini temize çıkaramayacağının idrâki içinde bulunması gerekir. Bu anlayış, ebedî kurtuluşa kavuşmanın en mühim vesîlelerinden biridir. Zîrâ tezkiye, her ne kadar azim ve gayret bakımından insana; irşâd ve tâlim yönüyle peygamberlere ve onun vârisi durumundaki mürşidlere nisbet edilirse de, ilâhî merhametiyle kullarını tezkiyeye muvaffak kılması ve bunu yaratması açısından Cenâb-ı Hakk’a nisbet edilmelidir.
2. Resûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Tezkiye Etmesi
Kur’ân-ı Kerîm’de Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in vazîfeleri hakkında şöyle buyrulmaktadır:
“(Ey insanlar!) Andolsun ki, kendi içinizden, size bir peygamber gönderdik. O, size âyetlerimizi okuyor, sizi tezkiye edip kötülüklerden arındırıyor, Kitâb’ı ve hikmeti tâlim edip bilmediklerinizi öğretiyor.” (el-Bakara, 151)
“Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allâh’ın âyetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, mü’minlere büyük bir lutufta bulunmuştur. Hâlbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (Âl-i İmrân, 164)
Bu âyetlerden de açıkça anlaşılacağı üzere Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in üç aslî vazîfesi vardır:
1. Allâh’ın âyetlerini insanlara okumak:
Peygamberlerin ümmetlerini hak yoluna dâveti, gelen vahyin okunmasıyla başlar. Ancak bu vazîfe, insanları umulan hedefe ulaştırmada ilk merhaledir ve bir zemin teşkîl eder.
2. Tezkiye etmek:
Tevhîd dâvetinin maksadına ulaşması, ancak nefisleri küfür, şirk ve günah gibi mânevî kirlerden temizleyip huşû ve huzûra erdirmekle mümkündür. Nitekim mâzîsi câhiliyye insanı olan ashâb-ı kirâm, hidâyet bulup Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in feyizli sohbeti ve mânevî terbiyesiyle gönüllerini arındırdıkları anda dünyânın en mümtaz insanları hâline geldiler. Onların, dillerde ve gönüllerde dolaşan fazîlet menkıbeleri çağları ve iklimleri aştı.
3. Kitap ve hikmeti öğretmek:
Bu merhalede ise uyulması gereken kânunları ve hükümleri beyân eden kitabın, yâni Kur’ân-ı Kerîm’in tâlimi gelir. Kur’ân-ı Kerîm’in rûhunda derinleşebilmek, kalbî seviyeye bağlıdır. Kur’ân-ı Kerîm, asıl kalb ile okunup anlaşılır. Gözler ise kalbe ancak basit bir vasıta hükmündedir.
Kur’ân, kâinât ve insan, esmâ-yı ilâhiyye tecellîleriyle meydana geldiğinden sonsuz bir sırlar hazînesidir. Bu sır ve hikmetler de kalbî arınma ve olgunlaşmaya göre idrâkte tecellî eder.
Hikmetin tâlimi, bütün bu merhalelerden sonra gelir. Çünkü Allah Teâlâ, esmâ-yı ilâhiyyesinin beşer idrâkine kelâm sûretinde tecellîsi demek olan Kur’ân-ı Kerîm’in hikmet ve sırlarına, ancak arınmış bir kalbe sâhip kimseleri vâkıf eyler.
Âyet-i kerîmelerde tezkiye ile kitâb ve hikmetin tâliminin bir arada zikredilmesi, tezkiye olunmamış kimselerin ilim elde edemeyeceklerini, etseler de bu ilmin kendilerine bir fayda sağlamayacağını ifâde etmektedir. Zîrâ ilim ve hikmet öyle bir nûr ve zînettir ki bunu elde etmek için, onun mekân tutacağı yerin, yâni kalbin, evvelâ lüzûmsuz ve zararlı şeylerden tahliye edilmesi gerekmektedir. Bu bakımdan peygamberler önce âyetleri okurlar, sonra bu âyetlere inanan ve gönül veren kimselerin, nefislerini aşırılıklardan, çirkinliklerden arındırırarak kalblerini mânevî kirlerden tasfiye ederler. Daha sonra da tezkiye ve tasfiye olunmuş kimselere kitâb ve hikmeti tâlim ederler. Kâinattaki sır ve kudret akışlarına da ancak böyle bir kalbin sâhipleri âşinâ olur ve bir hikmet menbaı hâline gelebilir.
Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bu vazîfelerinden âyetleri okuyup haram ve helâli öğretmek, âlimler tarafından; nefisleri tezkiye, kalbleri tasfiye etme vazîfesi ise mürşid-i kâmiller vâsıtasıyla kıyâmete kadar devâm edecektir.
3. Kişinin Kendi Nefsini Tezkiye Etmesi
Bu hususta Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Nefse ve onu düzenleyene, sonra da ona hem kötülüğü hem de ondan sakınmayı ilham edene yemin olsun ki, nefsini tertemiz yapan kurtuluşa ermiş, onu (cehâlet ve günahlar ile) mâsiyetlere gömen de ziyân etmiştir.” (eş-Şems, 7-10)
Âyet-i kerîme muktezâsınca ancak Allâh’ın temizlediği, yâni günahlardan arınmış, feyz ve takvâ ile terbiye olunmuş kimseler gerçek kurtuluşa ermişlerdir. Hak Teâlâ’nın:
“(Sâlih) kullarımın arasına katıl ve cennetime gir.” (el-Fecr, 29-30) âyetindeki beşâreti de yine bu mes’ûd kullar hakkındadır.
Diğer bir âyet-i kerîmede de Cenâb-ı Hak:
“Gerçekten temizlenen ve Rabbinin ismini zikredip O’na kulluk eden kimse, şüphesiz kurtuluşa ermiştir.” (el-A‘lâ, 14-15) buyurur.
Ayrıca âyet-i kerîmedeki sıralama da câlib-i dikkattir. Şöyle ki:
– Önce kalb, beden ve malı menfîliklerden güzelce temizlemek,
– Bu sâyede Rab ile kul arasına giren gaflet perdelerini kaldırıp atmak,
– Sonra da helâl gıdâlarla beslenmiş bir beden ve zâkir bir kalb ile huşû içerisinde tam bir ibâdet iklîmine girerek gönlü rûhânî lezzetlerle tezyîn etmektir.
Müfessir Bursevî’nin beyânı vechile:
“Bu âyette, şeriate aykırı işlerden nefsi temizlemeye, kalbi dünyâ sevgisinden arındırmaya, gücü nisbetinde Allâh’a yönelmeye, hattâ Allah’tan başkasını hatırlamaktan bile sakınmaya işâret vardır.” (Rûhu’l-Beyân, X, 410)
Nitekim Allah dostlarından Ebû Bekir el-Kettânî -kuddise sirruh-’a ölüm döşeğindeyken ne gibi bir ameli olduğu sorulduğunda, bu umdelerin âdetâ fiilî bir numûnesi mâhiyetinde şu güzel sözlerle mukâbele etmiştir:
“–Ölümüm yakın olmasa, riyâ olacağı endişesiyle size amelimden bahsetmezdim. Tam kırk yıl kalbimin kapısında bekçilik yaptım. Onu Allah Teâlâ’dan başkasına açmamaya çalıştım. Kalbim o hâle geldi ki, Allâh’tan başkasını tanımaz oldum.”
İbn-i Abbas -radıyallâhu anh-, yukarıdaki âyette geçen “tezekkâ” kelimesini, “Kişinin Lâ ilâhe illâllâh! demesidir.” şeklinde tefsir eder. (Kurtubî, el-Câmî, XX, 22) Zîrâ tezkiyede ilk adım, kalbin küfür ve şirkten temizlenmesidir.
Nitekim kelime-i tevhîd, önce nefy ile başlar. Yâni “Lâ ilâhe” diyerek kalbden âdetâ put hâline gelmiş nefsânî hevesler, çirkin ahlâk ve huylar çıkarılır. Sonra isbâta geçilir. Yâni “İllâllâh” demek sûretiyle, bir nazargâh-ı ilâhî durumunda olan kalb, Allah Teâlâ’nın tevhîd nûrlarıyla doldurulur.
Şâir bu gerçeği ne güzel ifâde eder:
Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ede Hak
Pâdişah girmez saraya hâne mâmûr olmadan
“Gönül sarayından Allah’tan gayrı ne varsa hepsini çıkar. Zîrâ hâne mâmur olmadan pâdişah saraya teşrîf etmez.”
Tezkiyenin ehemmiyeti sadedinde İbrâhim Desûkî -kuddise sirruh- şöyle buyurur:
“–Ey oğlum! Gündüzlerini oruçla, gecelerini namazla geçirsen, temiz bir iç âlemine ve Hak ile hâlis bir muâmeleye de sâhip olsan, sakın benlik iddiâsında bulunma! Sakın gurûra mağlûb olup nefsin kandırmasına aldanma. Zîrâ nice derviş, nefsinin hevâsına kapılıp helâk oldu.”
Hâtem-i Esamm -kuddise sirruh- da şöyle buyurur:
“Muhteşem konaklara, verimli bağ ve bahçelere aldanma. Cennetten daha güzel bir yer yoktur. Fakat Hazret-i Âdem’in başına ne geldiyse, cennetin o sonsuz güzellikleri içindeyken geldi. Nefsi orada ebedî kalmak istedi. Yasak meyveye yaklaştı. Murâd-ı ilâhî îcâbı, dünyâya indirilmekle cezâlandırıldı.
İbâdet ve kerâmetinin çokluğuna aldanma. Zîrâ sâhib olduğu bunca kerâmete rağmen, Allah -celle celâlühû-’nun kendisine ism-i âzamı öğrettiği Bel’am bin Baura’nın[4] başına gelen hazîn âkıbet, ne kadar ibretlidir.
Sen, sen ol; ilim ve amel çokluğuna da aldanma. Çünkü onca ilim ve tâatine rağmen İblis’in başına neler geldi, bilmiyor musun?! Nefs ve şeytanın iğvâsıyla aldananlardan olma!
Nitekim kullarına merhameti sonsuz olan yüce Rabbimiz, âyet-i kerîmelerde şeytanın hîle ve tuzaklarına karşı îkaz sadedinde şöyle buyurur:
“İblis dedi ki: (Ey Rabbim!) Yemin ederim ki, beni azdırmana karşılık, ben de insanları saptırmak için Sen’in doğru yolunun üstüne oturacağım.” (el-A’raf, 16)
“(İblis) dedi ki: Rabbim! Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım!” (el-Hicr, 39)
Âbidlerin, zâhidlerin yanında bulunuyorum diye de kendine güvenme. Zîrâ kuru kuruya bir berâberlik faydasızdır. Sâlebe[5], Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sohbetinde duygusuzca bulunduğundan fecî bir âkıbete uğradı.
Bir peygamber evlâdı olmasına rağmen Hazret-i Nûh’un oğlu, babasının dâvetinden kendisini müstağnî görmek gibi bir bedbahtlığa dûçâr oldu. Aralarındaki kan bağı dahî ona bir fayda vermedi. Netîcede, helâk edilenlerden oldu.
Hazret-i Lût’un karısı, kâfir ve fâsıklara olan ünsiyet ve muhabbeti sebebiyle yanıbaşındaki hidâyet nûrundan nasipsiz kaldı ve gaflet içerisinde küfrün karanlıklarına daldı.
Hülâsa; ilim, amel, mal, evlâd ve dost gibi ne kadar dayanak varsa âhiretteki kurtuluşun için bunlara çok güvenme! Bunlardan nefsine aslâ pay çıkarma!”
Âyet-i kerîmede, “nefs engelini aşarak menfîliklerden arınanların kurtuluşa ereceği” ifâde buyruluyor. Bu ifâdeden aynı zamanda “tezkiye olmayanların yâni benliklerini menfîliklerden arındırmayanların kurtuluşa eremeyecekleri” mânâsı ortaya çıkmaktadır.
Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurur:
“…Sen ancak görmedikleri hâlde Rablerinden korkanları ve namaz kılanları uyarabilirsin. «Kim temizlenirse», sırf kendi faydasına temizlenmiş olur. Nihâyet varış Allâh’adır.” (Fâtır, 18)
Âyet-i kerîmede, peygamberlerin ümmetlerini fecî âkıbetlere dâir inzâr ve korkutmalarının, ancak görmedikleri hâlde kalbleri Allâh’ın haşyeti ile dolu olan, namaz kılan ve zâhirlerini ibâdet ile tezyîn etmiş bulunan kimselere fayda vereceği beyan buyrulmaktadır.
Günahkâr kişi, günâhının vebâlini ancak kendisi çekecek ve kimse ona ortak olmayacaktır. İşlenen hayırlar da sâdece sâhibine fayda verecektir. Temizlenen kimse de, kendi lehine temizlenecektir.
Âyetteki “tezekkâ”, haşyetullâh ve namazı huşû ile kılmaya da şâmildir.
“Allah’tan gerçek mânâda ancak âlim olanlar haşyet duyar.” (Fâtır, 28) âyeti, kişinin gerçek bilgiye eriştiği ölçüde, Allâh’a karşı kalbî ürperişler içinde olacağını ifâde eder. Rabbini bilmeyen ve O’ndan haşyet duymayan kimselerin kalbleri ölüdür. Böylelerine îkaz ve nasîhat tesir etmez. Yâsîn Sûresi’nin yetmişinci âyetinde buyrulan “(Peygamber, Kur’ân ile kalbleri) diri olanları uyarsın diye...” beyânı da bunu anlatır. Yâni bâtında haşyet, zâhirde de dosdoğru bir namaz olmalıdır.
Günahlardan temizlenmenin karşılığı, cennet ve onun yüksek dereceleridir. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Kim de sâlih amellerde bulunmuş bir mü’min olarak O’na varırsa, üstün dereceler işte sırf bunlar içindir. İçinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan Adn cennetleri! İşte arınanların mükâfâtı budur.” (Tâhâ, 75-76)
Allah’tan başkasına gönül bağlamaktan kurtulmanın karşılığı ise cennetin de ötesinde bir nâiliyyet olan Cemâlullâh nîmetidir ki, orada Allah Teâlâ’nın târiflere sığmayan güzellikteki cemâlinin tecellîleri temâşâ edilir. Kim kendi irâde ve ihtiyârı ile ve hakkıyla Allâh’a yönelirse, O’nun dışında bir düşüncesi kalmaz. Allâh’ı tanımak, yâni mârifetullâh da, tezkiye edildikten sonra nefsin hakîkatini öğrenmekle başlar. “Nefsini bilen, Rabbini de bilir.” hakîkati, bu mânâya tekâbül etmektedir.
İşte insanlığın ekseriyetle maddeye râm olup nefsâniyet sultasında rûhlarını kararttığı günümüzde, nefsin süflî ihtiraslarından müstağnî kalabilen nûrânî zevâtın rehberliğine olan ihtiyâcımız daha da şiddetlidir. Bu münâsebetle Hak dostu mâneviyât sultanlarının, kalbleri ihyâ eden nasîhat ve tavsiyelerinden ve onların bir numûne-i imtisâl olan ibret ve hikmet dolu yaşayışlarından kendi nâmımıza hisseler almalıyız.
Millî târihimizin zâhir planında olduğu kadar mâneviyât âleminde de zirve şahsiyetlerinden biri olan Yavuz Sultan Selîm Han’ın, yolumuzu aydınlatmaya medâr olabilecek şu davranışı ne kadar mânidârdır:
O, zaferlerden zaferlere nâil olduğu Mısır Seferi’nden dönerken, İstanbul halkının kendisini büyük bir heyecanla beklediğini haber aldı. Bunun üzerine şehre yaklaşmış olmasına rağmen, ordusunu Çamlıca’nın arka eteklerinde konaklatarak hemen İstanbul’a girmedi. Nice muazzam ordulara gâlip gelmiş olan Sultan, nefsine mağlûb oluvermek korkusuyla binbir endîşeye bürünerek lalası Hasan Can’a:
“–Lala! Hava kararsın, herkes evlerine dönsün de ondan sonra İstanbul’a girelim. Fânîlerin alkışları, zafer tâkları ve iltifatları bizi nefsimize mağrûr edip yere sermesin!..” dedi.
Nihâyet akşam olup her yer karanlığa gömüldükten sonra, gizlice ve alâyişsiz bir şekilde şehre girdi. Zîrâ o, ihtişam ve saltanatın nefsi düşürebileceği tuzaklara karşı uyanık bir sultan idi. Bir velînin kudsî nefesiyle irşâd olunmanın, dünyâ saltanatından da kıymetli olduğunu ifâde eden şu beyti pek meşhurdur:
Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavgâ imiş
Bir velîye bende olmak cümleden âlâ imiş
Her mü’min, sık sık nefsiyle iç hesaplaşmaya girerek, onu sîgaya çekmeli; mânevî vaziyetine ciddî bir şekilde çeki-düzen verip, gidişâtını kontrol altına almalıdır. Buna rûhiyât ilminde “bâtınî tefahhus” (nefs muhâsebesi) denilir. İnsan, hiç olmazsa başını yastığa koyduğu her yirmi dört saatte bir, o günün muhâsebesini yapmalı ve kendini sîgaya çekmelidir. Bunu alışkanlık hâline getirenlerin hatâda ısrar illetinden kurtulabilmeleri kolaylaşır.
Bu hususta İmâm Gazâlî Hazretleri’nin şu nasîhatlerine kulak verelim:
“Bir mü’min, sabah namazını kıldıktan sonra ve güne başlamadan evvel, bir süre nefsi ile başbaşa kalıp, onunla bâzı muâhedeler yapmalı ve birtakım şartlar üzerinde anlaşmalıdır. Nitekim bir tüccar da sermâyesini ortağına teslîm etmek mevkiindeyse onunla böyle muâhedeler yapar. Bu arada ona bâzı îkazlarda bulunmayı da ihmâl etmez. İnsan da nefsine şu îkaz ve telkinlerde bulunmalıdır:
«–Benim sermâyem ömrümdür. Ömrüm gidince anaparam da gider ve artık kâr ve kazanç sona erer. Fakat bu başlayan gün, yeni bir gündür. Allah Teâlâ bugün de bana müsâade ederek ikramda bulundu. Eğer beni öldürseydi, elbette bir günlüğüne de olsa geri gönderilip burada devamlı sâlih ameller ve çeşitli hayırlarda bulunmayı temennî edecektim. Şimdi kabul et ki öldürüldün ve geri çevrildin. O hâlde bugün günah ve mâsıyete katiyyen yaklaşma ve sakın ola ki bugünün bir ânını bile boşa geçirme. Zîrâ her nefes, paha biçilemeyen bir nîmettir.
İyi bil ki bir gün, gece ve gündüzü ile yirmi dört saattir. Kıyâmet günü insanoğlunun önüne her gün için yirmi dört tâne kapalı kutu getirilir. Kutunun birini açıp, o saatte yaptığı amellerin mükâfâtı olarak, içinin nûr ile dolu olduğunu görünce, Allâh’ın lutfedeceği mükâfâtı düşünerek kul öyle sevinir ki, bu sevinci cehennem halkı arasında paylaşılsa, cehennemin acısını duymaz olurlardı. İkinci kutuyu açtığında, bundan karanlık ve pis kokular çıkar ki, bu da isyân ile geçirdiği saattir. Buna da öyle üzülür ki, eğer bu üzüntü cennet halkına dağıtılsaydı, kederlerinden cennetin zevkini kaybederlerdi. Üçüncü bir kutu daha açılır ki içi tamâmen boştur. Bu da uyku veyâ mübah şeylerle geçirdiği saattir. Fakat küçük bir hayrın ecrine dahî şiddetle ihtiyâç duyulan o günde, imkânı olduğu hâlde büyük bir kazancı kaybeden tüccarın hasreti gibi ve belki çok daha fazla yanar ve o saati boşa geçirmesinin acısıyla kıvranır.
O hâlde;
Ey nefsim! Fırsat eldeyken sandığını iyi doldur, sakın boş bırakma! Tembelliğe düşme, sonra yüksek derecelerden düşersin!»”
Bedenin âzâları da, nefsin yardımcıları mevkiindedir. İnsan, onlara vazîfelerine göre husûsî tavsiyelerde bulunmalı, bu emânetleri kötü işlere bulaştırmamayı nefsine telkîn etmelidir.
Gözü; haramlara ve kalbi meşgûl edecek faydasız, boş şeylere bakmaktan men etmeli,
Dili; “âfât-ı lisân” tâbir olunan dedikodu, gıybet, iftirâ, yalan, söz taşıma, kendini övme, başkalarını yerme, yaltaklanma gibi mezmûm şeylerden alıkoyup dâimâ zikir ve hayır sözlerle meşgûl etmeli,
Mîdeyi; haram ve şüpheli gıdâlardan sakındırıp, helâlleri de asgarî seviyede kullanmaya alıştırmalıdır.
İnsan her hareketinde pek çok mübah şeylerle karşı karşıyadır. Gâyesiz meşgûliyetleri terk etmek ise, en muvâfık olanıdır. Nitekim Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Lüzûmsuz şeyleri terk etmesi, kişinin iyi müslüman oluşundandır.” buyurmuştur. (Tirmizî, Zühd, 11; İbn-i Mâce, Fiten, 12)
Yâni gerçek bir mü’minin konuşması zikir, bakışı ibret ve sükûtu tefekkür olmalıdır.
İşte nefs, bu gibi telkinlerle dâimâ gafletten uyanık tutulmalıdır.
Nefsi hesâba çekerken ihmâl edilmemesi gereken hususlardan biri de yaptığı amelin Allâh için mi, yoksa nefsi için mi olduğunu yoklamaktır. Zîrâ insan, zaman zaman Allâh için sâlih ameller işlediğini zannettiği hâlde, nefsânî duygularını tatmin için de hareket etmiş olabilir.
KALB-İ SELİM SAHİPLERİNİN ÜÇ ÖZELLİĞİ
Nefs tezkiyesi netîcesinde kalb, “selîm” hâle gelir. Kalb-i selîm merhalesinde şu üç hâl müşâhede edilir:
1. Kimseyi incitmemek. Bu, ittikâ ehlinin hâlidir. Kalb, nefsin şerrinden korunur. Güzel ahlâk teşekkül eder.
2. Kimseden incinmemek. Bu da, muhabbet ehlinin hâlidir. Fânîlerin medih ve yermeleri bir ehemmiyet ifâde etmez. Güneş ışığı karşısında aydınlatma ve karartmaların bir önemi olmadığı gibi.
Şâir bu hâli şöyle ifâde eder:
Cihân bağında ey âşık budur maksûd-ı ins ü cin
Ne kimse senden incinsin ne sen bir kimseden incin
3. Dünyâ menfaatiyle âhiret karşı karşıya gelince, âhireti tercih ederek rızâ-yı ilâhîyi hedeflemek.
Bütün bu söylediklerimizin hülâsâsı şudur:
Allah Teâlâ, bir imtihan âlemi olmasını murâd ettiği bu dünyada, her insanın önüne nefs engelini koymuş ve insanı, nefsin ortaya çıkaracağı güçlükleri yenerek muzaffer bir şekilde kendisine avdete memur eylemiştir. Nefs, hayra da şerre de vesîle olma istîdâdındaki bir vasıta hükmündedir. Dolayısıyla o, hem bir kazanç kapısı ve hem de kendisine tâbî olunduğu takdirde bir gayyâ kuyusudur. Nefsi tezkiyenin bereketi ise, dünyâda hiçbir şeyle mukâyese edilemeyecek derecede muazzamdır.
[1] Bkz. Yûsuf Sûresi, 53. âyet-i kerîme.
[2] Bkz. Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, II, 73; Münâvî, III, 141/2873; Ali el-Müttakî, IV, 430/11260.
[3] Bu üç sahabi, Mürâre bin Rabîi’l-Amrî, Hilâl bin Ümeyyeti’l-Vâkıfî ve şâir Ka’b bin Mâlik’tir. Bunlar, bütün gazvelere iştirâk etmişlerdi. İçlerinden Ka’b hâriç, diğer ikisi Bedr’e de katılmıştı. Ne var ki Tebük’e iştirak etmemekle içine düştükleri hatâ yüzünden kendilerine alınan tavır karşısında, dünyâ gönüllerine dar gelmişti. Hele Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve ashâbın, selâmlarını dahî almayacak derecede onlardan yüz çevirmesi karşısında, yeryüzü âdetâ kendilerine yabancılaşmıştı. Öyle ki, hanımları bile kendileri için artık bir yabancı gibi idi. Zîrâ haklarında vahy-i ilâhî gelene kadar onlarla her türlü irtibat kesilecek ve tecrîd edileceklerdi. Çâresizdiler. Bu sebeple, gece gündüz nedâmet gözyaşları döktüler. Erimiş mumlara döndüler. Hatâ yapmışlardı ama, ihlâs, doğruluk, teslîmiyet ve tevbeden uzaklaşmamışlardı. Bu minvalde tam elli gün geçti. Nihâyet gerçeği olduğu gibi îtirâf etmeleri ve samîmî bir şekilde tevbe etmelerinin bir mükâfâtı olarak şu âyet-i kerîme ile affa mazhar oldular:
“Allah, geri bırakılan üç kişinin de (tevbelerini kabul etti). Yeryüzü, genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Nihâyet Allah’tan (O’nun azâbından) yine Allâh’a sığınmaktan başka çâre olmadığını anlamışlardı. Sonra (eski hâllerine) dönmeleri için Allâh onların tevbesini kabul etti. Çünkü Allah Tevbeyi çok kabul eden, pek esirgeyendir. Ey îman edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun.” (et-Tevbe, 118-119)
(Tafsîlatlı mâlumât için bkz. Osman Nuri Topbaş, Nebîler Silsilesi, IV, 289-294).
[4] Bkz. A‘raf Sûresi, 175-176. âyet-i kerîmeler.
[5] Sâlebe, önceleri mescidden ve Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sohbetlerinden ayrılmazken, mal-mülk sâhibi olup dünyâ sevgisi gönlünde yer edince, zamanla cemaati terk etmiş, farz olan zekatını bile vermekten imtinâ ederek hazîn bir âkıbete dûçâr olmuştur. (Taberî, Tefsîr, XIV, 370-372; İbn-i Kesîr, Tefsîr, II, 388)
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İmandan İhsana Tasavvuf, Erkam Yayınları