Nefs Tezkiyesi ve Kalp Tasfiyesi ile İlgili Hadisler

Tasavvuf

Nefs tezkiyesi nasıl olur? Nefsi tezkiye ve kalbi tasfiye için ne yapmalı? Hak dostlarının hayatından nefs tezkiyesi ve kalp tasfiyesi ile ilgili örnekler.

İslâm şahsiyetini oluşturan güzel ahlâkın tahsîlinde, ilk önce atılması gereken adımlardan biri, nefs tezkiyesi ve kalp tasfiyesidir. Bu tezkiye ve tasfiye, aynı zamanda beşerî âkıbetin felâket veya saâdet olarak gerçekleşmesinde en belirleyici faktördür.

Nefs tezkiyesi ve kalp tasfiyesi için evvelâ ilâhî irâdeye râm olup şehevî ihtiraslara ve çirkin hâllere karşı koymaya çalışmak îcâb eder. Her mü’min, kendi kusur, noksanlık, acziyet, hiçlik ve câhilliğini idrâk ederek; Rabbini bütün azamet, kudret ve kemâliyle kavramalı ve fiillerine bu idrâk ile yön vermelidir. İşte bu yapılabildiği takdîrde, -Kur’ânî tâbirle- “kötülüğü şiddetle emreden nefs”[1] mezmûm sıfatlardan arınıp makbûl bir hâle gelir.

NEFS TEZİYESİ İLE İLGİLİ HADİSLER

Nefsi tezkiyeye çalışmak ve bu uğurda ciddî bir gayret ile seyr u sülûke girmek, ehemmiyetine ve zorluğuna binâen “en büyük cihâd” kabûl edilmiştir. Nitekim Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“(Hakîkatte) mücâhid, nefsine karşı cihâd eden kimsedir.” (Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 2/1621; Ahmed, VI, 20)

“Akıllı, nefsine hâkim olup onu hesâba çekerek ölüm ötesi için çalışan, ahmak da nefsini hevâsına tâbî kıldığı hâlde Allah’tan (hayır) umandır.” (Tirmizî, Kıyâmet, 25/2459; İbn-i Mâce, Zühd, 31)

Bu bakımdan, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın nebevî terbiyesi de nefse karşı verilecek amansız bir mücâdele sûretinde gerçekleşmiştir. Bu nebevî terbiye ile yetişen sahâbe-i kirâm, nefs tezkiyesi ve kalp tasfiyesi netîcesinde ham vasıflardan arınarak kâmil insan hüviyetine kavuşmuş, örnek bir nesil hâline gelmiştir. Nitekim Peygamber Efendimiz’in rahle-i tedrîsinde hamd, şükür ve zikir hâlini yaşayan, Efendimiz’e yakınlığı sâyesinde elde ettiği engin hadis bilgisine rağmen, rivâyetteki titizliği sebebiyle kendisinden ancak 848 hadîs intikâl eden İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh-, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın mânevî terbiyesi altında vâsıl olduğu hâlet-i rûhiyeyi şu şekilde ifâde etmiştir:

“Bize Allah Rasûlü’nden öyle hâller in’ikâs etti ki, yenen lokmaların zikrini duyuyorduk.” (Bkz. Buhârî, Menâkıb, 25)

Mâzîsi itibâriyle bir “deve çobanı” olan İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh-, hidâyete kavuşup Rasûlullâh’ın mânevî terbiyesinden geçince gönlü deryâ hâline geldi, inceldi, derinleşti, kalbi ilâhî tecellîlere mâkes oldu. İşte meşhur Kûfe Mektebi bu şanlı sahâbînin eseridir. Dünyânın en büyük hukukçusu İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe de bu mektepten yetişmiştir. O İmâm-ı Âzam ki, dünyanın en büyük hukukçuları olarak tanınan Solon ve Hammurabi, ona ancak bir çırak olabilir. Ebû Hanîfe’nin kurmuş olduğu Hanefî mezhebi devâm ettikçe İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh- ne güzel bir sadaka-yı câriyeye nâil olacaktır. İşte o ve benzeri sahâbîler, bedenleri toprak olduktan sonra dahî mâzî olmayanlardır. Ümmet-i Muhammed’in kalplerinde saltanatları kıyâmete kadar devâm edecektir.

Peygamberlerin ve Hak dostlarının, insanların mânevî terbiyesinde rûh ve kalplere tesir maksadıyla kullandıkları en mühim vâsıtalardan biri de “sohbet”tir. Nefsini tezkiye, kalbini tasfiye etmiş bir kimsenin sözlerinde, yaşadığı hâlin duyguları yüklüdür. Bu duygularla ve ihlâsla söylenen sözler, muhâtabın kulağından kalbine yol bularak, hayırlı tesirler hâsıl eder, feyz ve rûhâniyetin sirâyetine vesîle olur.

Peygamber vârisi âlimler ve ârifler de, insanların menfî hâllerini düzeltmeden önce, sohbetin feyz ve bereketiyle onların kalplerini yumuşatarak ıslâha hazır hâle getirirler. Nefislerdeki öfke ve gazap fırtınalarını dindirerek nedâmetin tatlı meltemlerinin vücûd bulmasına zemîn hazırlarlar.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den silsile hâlinde mürşid-i kâmillerin gönlüne aktarılan feyz de, mü’minlere râbıta ve sohbet yoluyla intikâl eder. Bu sâyede Peygamber Efendimiz’in örnek şahsiyeti, mü’min gönüllere istîdâdı nisbetinde aksetmiş olur.

Sohbetler ne kadar ibâdet vecdiyle îfâ edilirse, o kadar tecellî husûle gelir. Sohbette kalpler muhâtaba göre ayarlanır. Zîrâ sohbet, âdeta muhâtaba mânevî bir reçete yazmak gibidir. Hâlis bir gönülle yapılan ve dinlenen sohbet, derûnî bir keşif hâlidir; zuhûrâtlar muhâtabın kalbî durumuna göre husûle gelir.

  • Peygamberimizin En Tesirli Terbiye ve Tezkiye Metodu

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ashâbını terbiye ve tezkiyede kullandığı en tesirli metodu da sohbet idi. Zîrâ Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimiz’e:

“Sen öğüt verip hatırlat. Çünkü hatırlatmak, mü’minlere fayda verir.” (ez-Zâriyât, 55)

“...Zâten Sen, sâdece bir öğüt vericisin.” (el-Gâşiye, 21) buyurmaktadır.

“Sahâbî” ve “sohbet” kelimelerinin aynı kökten neş’et etmiş olmaları da câlib-i dikkattir. Ashâb-ı kirâm, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e duydukları muhabbet, hürmet ve edep hissiyâtı içinde, mânevî sohbet ve terbiyeden murâd edilen istifâdenin en müşahhas ve mükemmel bir numûnesi olmuşlardır. Âdeta nâil oldukları bu istifâdenin şartını beyan sadedinde de, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sohbetinde büründükleri huzur ve edep hâlini:

“–Sanki başımızın üzerinde bir kuş var da kıpırdasak uçuverecek zannederdik.” şeklinde ifâde etmişlerdir. (Bkz. Ebû Dâvûd, Sünnet, 23-24/4753; İbn-i Mâce, Cenâiz, 37; İbn-i Sa’d, I, 424)

İşte Allah Rasûlü’nün sohbet meclisleri böyle bir vecd içinde idi. O konuşurken etrâfındakiler O’nu öyle bir hasret ve can kulağıyla dinlerdi ki, üzerlerinde huzur ve vecd hâli müşâhede edilirdi. O’ndan ashâbına akseden edep ve hayâ o derecede idi ki, ashâb-ı güzîn, Allah Rasûlü’ne suâl sormayı bile -çoğu zaman- cür’et telâkkî ederlerdi. Bu yüzden ashâb, çölden bir bedevî gelip Hazret-i Peygamber’e suâller sorarak sohbete vesîle olsa da, biz de O’nun feyz ve rûhâniyetinden istifâde etsek, diye beklerlerdi.

Mâzîsi câhiliyye insanı olan ashâb-ı kirâm, hidâyet bulup Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in feyizli sohbeti ve mânevî terbiyesiyle nefislerini tezkiye, kalplerini de tasfiye ettikleri anda, dünyânın en mümtaz insanları hâline geldiler. Onların, dilden dile dolaşan ve gönüllerde yer eden fazîlet menkıbeleri devirleri ve diyarları aştı.

İşte İslâm şahsiyetinin teşekkülünde bu kadar mühim bir mevkii bulunan nefs tezkiyesi ve kalp tasfiyesi; öncelikle küfür, cehâlet, kötü hisler, yanlış îtikadlar ve fenâ huylardan temizlenmektir. Yâni dîn-i mübîne aykırı her türlü îtikâdî, ahlâkî ve amelî yanlışlıklardan arınmaktır. Kalbi temizleyip kötülüklerden koruduktan sonra da, îman, ilim, irfan, hikmet, hayırlı duygular, güzel huylar gibi takvâ hasletleriyle terbiye ve tezyîn ederek onu rûhâniyetle doldurmaktır.

İnsanoğlu bu âleme kulluk imtihânı için geldiğinden, ölüm ânına kadar nefs denen ve bin bir menfîlik ihtivâ eden bir illete mübtelâdır. O, velâyetin en üst derecelerine de yükselse; dünyâ, nefs ve şeytan üçlüsünün dâimî bir hîle, vesvese ve tuzaklarıyla her an karşı karşıyadır. Zâten kulluğun kıymeti de, bu tehlikeleri bertarâf edip şu fânî âlemin cezbedici aldatmacalarından sıyrılarak takvâya bürünmek ve netîcesinde Hakk’a yönelmekle başlar.

Mevlânâ Hazretleri insanın iç dünyâsındaki med-cezirleri şöyle ifâde eder:

“Nefs sâhibi olan kimse, Mûsâ -aleyhisselâm- gibidir. Teni ise onun Firavun’udur. Nefs sâhibi bir kimse, kendi dâhilindeki nefsi bırakır da düşman nerede diye hâriçte aranır durur.”

“Ey Hak yolcusu! Gerçeği öğrenmek istiyorsan; Mûsâ da, Firavun da ölmediler; bugün senin içinde yaşıyorlar, senin varlığına gizlenmişler, senin gönlünde savaşlarına devâm ediyorlar! Bu sebeple birbirine düşman bu iki kişiyi kendinde araman gerekir!”

Yine Hazret-i Mevlânâ şöyle buyurur:

“Teni aşırı besleyip geliştirmeye bakma! Çünkü o, sonunda toprağa verilecek bir kurbandır. Sen, asıl gönlünü beslemeye bak! Yücelere gidecek ve şereflenecek olan odur.”

“Bedenine yağlı ballı şeyleri az ver. Çünkü onu gereğinden fazla besleyen, nefsânî arzulara düşüyor ve sonunda rezîl olup gidiyor.”

“Rûha mânevî gıdâlar ver. Olgun düşünüş, ince anlayış ve rûhî gıdâlar sun da, gideceği yere güçlü, kuvvetli gitsin.”

Hakîkaten nefs, terbiye edildiğinde insanı, mahlûkât içerisinde en mükerrem bir mevkîye yüceltebilen, terbiye edilmediği takdirde ise bunun zıddına esfel-i sâfilîne düşürebilen, iki vecheli bir vâsıtadır. Âdeta iki ağızlı bir bıçak hükmündedir.

Mânevî irşad ve kontrolden mahrum her nefs, hakîkatleri gafletle örten acı bir mahrûmiyet perdesidir. Ancak insan, nefs engeline rağmen mezmûm ahlâktan kurtulup nefsini tezkiye ve kalbini tasfiye edebildiği takdirde, Hakk’a ve hayra yöneliş için nefs gibi bir engele mâruz bulunmayan melekleri bile geçebilir. Zîrâ bir netîcenin şerefi, ona ulaşmak için bertarâf edilen güçlükler nisbetindedir.

Dolayısıyla, insan fıtratında var olan kötülük işleme meyillerini (fücûr) terbiye edip takvâ tohumlarını yeşertmek için nefs tezkiyesi ve kalp tasfiyesi zarûrîdir. Bunun için her insan, istîdâd ve iktidârı nisbetinde Cenâb-ı Hakk’ı bilmek ve bu bilgiyi irfân hâline getirerek, amel-i sâlihlerle Allah Teâlâ’yı tesbîh ve tekrîm etmekle mükelleftir. İşte “kulluk” da budur. Bu kulluk keyfiyetinin hedefine varması ise, insanın nefs engelini aşarak ulvî duygularla dolması demek olan nefs tezkiyesi ve kalp tasfiyesine bağlıdır.

NEFS TEZİYESİ İLE İLGİLİ AYETLER

Nefs tezkiyesi, Cenâb-ı Hakk’ın üst üste yemin ederek dikkat çektiği mühim bir husustur. Nitekim Şems Sûresi’nde buyrulur:

“Zât-ı ulûhiyyetim hakkı için; Güneş’e ve onun kuşluk vaktindeki aydınlığına, Güneş’i tâkip ettiğinde Ay’a, onu açığa çıkarttığında gündüze, onu örttüğünde geceye, gökyüzüne ve onu binâ edene, yere ve onu yayıp döşeyene, nefse ve ona birtakım kâbiliyetler verip de kötülük ve iyiliklerini (fücûr ve takvâsını) ilhâm edene yemin olsun ki;

Nefsini kötülüklerden arındıran (maddî ve mânevî kirlerden temizleyen) mutlakâ kurtuluşa ermiş; onu kötülüklere gömen de elbette hüsrâna uğramıştır.” (eş-Şems, 1-10)

Cenâb-ı Hakk’ın yemin etmesi, üzerine yemin edilen varlıkların kıymet ve şereflerini bildirmekle beraber, aslında o yeminden sonra ifâde edilen ilâhî beyânın, azamet ve ehemmiyetini göstermek içindir. Bu âyetlerdeki yeminlerde de durum böyledir. Ancak şu farkla:

Cenâb-ı Hak, bu âyet-i kerîmelerde üst üste tam on bir defa yemin etmekte, ardından bir de mânâyı daha çok kuvvetlendirmesi için “قَدْ” (mutlakâ) edatını kullanmakta ve ancak bu güçlü te’kîd ve te’yîdlerden sonra bildirmektedir ki:

“Nefsini arındırıp temizleyen kimse, mutlakâ kurtuluşa erecek; aksine onu günah ve mâsiyetlerle kirleten kimse de muhakkak hüsrâna uğrayacaktır!..”

Câlib-i dikkattir ki, Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hak, nefs tezkiyesinden başka hiçbir hususta, bu şekilde üst üste on bir defa yemin etmemektedir. Bu gerçek, insanın kurtuluşu için nefs tezkiyesinin ne kadar mühim ve zarûrî olduğunu ifâdeye kâfîdir.

Tasavvufta tezkiye, nefsin isteklerini azaltarak onun beden üzerindeki hâkimiyetini kırmak ve bu sûretle rûhun hükümranlığına imkân sağlamaktır. Bu da ancak nefse karşı irâdeyi güçlendirecek olan riyâzât yoluyla, yâni yiyip içme, uyuma ve konuşmada îtidâle riâyet gibi usûllerle sağlanabilir. Bundan dolayıdır ki, tasavvufta nefsi dizginlemenin usûlü; kıllet-i taam (az yemek), kıllet-i menâm (az uyumak) ve kıllet-i kelâm (az konuşmak)’tır, denilegelmiştir. Çünkü bunlar riyâzât ile nefse hâkimiyetin ilk adımlarıdır. Fakat her hususta olduğu gibi, bu usûlleri tatbîk ederken de îtidâli elden bırakmamak gerekir. Çünkü beden, Allâh’ın insanlara bir emânetidir.

Zâten nefs, kendisine karşı girişilen mücâhede ile ölmez, ancak kontrol altına alınabilir. Matlûb olan da nefsi yok etmek değil, onu aşırılıklardan sakındırıp arzu ve temâyüllerini ilâhî rızâya muvâfık düsturlarla tahdîd ve terbiye edebilmektir.

Nefsi arındırmanın yanında diğer mühim bir husus da, kalbin saf ve berrak bir hâle getirilmesidir. Aslî cevheri itibâriyle kalp, bu âlemde “nazargâh-ı İlâhî”dir. Yâni Cenâb-ı Hakk’ın nazarlarının tecellî mekânı olmak gibi bir şerefe mazhardır. Ancak nasıl ki bir sarayın tahtında sultandan gayrısının oturması mümkün değilse, vücut mülkünün sarayı hükmündeki kalbin de, Allah’tan gayrı her şeyden, yâni nefsânî düşüncelerden, çirkin temâyüllerden ve mâsivâdan arındırılıp temizlenmesi gerekir. Aksi hâlde kalp, ilâhî lûtuflara kapanır. Fakat bu, Allah’tan başkasına muhabbet beslenemeyeceği mânâsına gelmez. Gerçi, nefsini tezkiye ve kalbini tasfiye edip de kalb-i selîmin zirvelerine ulaşanlar, mâsivâ muhabbetinden âzâde olmuşlardır. Ancak diğer insanlar, derece derece mal, evlât vs. muhabbetlerini kalplerinden tamamıyla silmeye muvaffak olamazlar. Esâsen bu nevî muhabbetler, belirli bir sınırı aşmadığı müddetçe meşrûdur.

Kalp tasfiyesinin ehemmiyetini kavramak için kalbin maddî ve mânevî hayattaki mevkiine bakmak kâfîdir. Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kalbin hayâtî ehemmiyetini şöyle ifâde buyurmuştur:

“...İnsan bedeninde bir et parçası vardır. O sağlam ve sâlih olursa beden bütünüyle iyi, o kötü olursa beden de tamamıyla kötü olur. Dikkat ediniz ki o, kalptir.” (Buhârî, Îmân, 39)

Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, bir çuvalın dibindeki deliği kapatmadan içini doldurmaya çalışmanın beyhûde bir gayret olduğunu ifâde eder. Bunun gibi amellerin de ancak tasfiye edilmiş bir kalp ile yapıldığı takdîrde kişinin saâdetine vesîle olabileceği âşikârdır. Zîrâ ameller niyetlere bağlıdır. Niyet ise, kalbin amellerinden biridir. Bu münâsebetle niyetin tashîhi ve ihlâsla tezyîni şarttır.

Bu keyfiyet ise, ancak erbâbınca icrâ olunacak kalbî terbiye neticesinde elde edilen bir hâldir. Hak dostlarının kalp eğitiminde hedefledikleri nokta, kalbin sürekli Allâh ile beraber olma şuuruna (ihsâna) erişmesi ve böylece diri kalp vasfına kavuşmasıdır. Kalbin bu kıvâma ulaşması için mâsivâdan, yâni Allâh’ın dışındaki her şeyden arınmış olması zarûrîdir.

Bu kıvâma ulaşan kalp, ince ve derin hakîkatlere âşinâ olur. Kalp, kesâfetten kurtulup letâfete büründüğü nisbette de ilâhî esmâ ve esrârın mâkesi hâline gelir. Böylece Cenâb-ı Hakk’ın kalp yoluyla bilinmesi demek olan mârifetullâh hâsıl olur. Bu ise, ilmin irfân hâline gelmesi demektir.

Allâh’ın huzûruna ancak selîm kalple, yâni tasfiye edilip bütün mânevî hastalıklardan arındırılarak içi ilâhî muhabbetle doldurulmuş tertemiz bir gönülle çıkanlar kurtuluşa erebileceklerdir. Bunu Cenâb-ı Hak şöyle bildirir:

“O gün ne mal fayda verir, ne de evlât. Ancak Allâh’a kalb-i selîm (tertemiz bir kalp) ile gelenler müstesnâ.” (eş-Şuarâ, 88-89)

MUTMAİN BİR KALBE SAHİP OLMAK İÇİN DİKKAT EDİLMESİ GEREKENLER

Mânevî tezkiye ve tasfiye netîcesinde selîm ve münîb bir kalbe ve mutmain bir nefse sâhip olabilmek için riâyet edilmesi gereken birtakım şartlar vardır. Onların başlıcaları şunlardır:

1. Helâl gıdâ.

2. İstiğfar ve duâ.

3. Kur’ân okumak ve ahkâmına tâbî olmak.

4. İbâdetleri huşû ile edâ etmek.

5. İnfak.

6. Geceleri ihyâ etmek.

7. Zikrullâh ve murâkabe.

8. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e muhabbet ve salevât-ı şerîfeye devâm etmek.

9. Tefekkür-i mevt.

10. Sâlih ve sâdıklarla beraber olmak.

11. Güzel ahlâk sâhibi olmak.

Bütün bu şartlar üzerinde ciddiyetle durulup, gayretle yaşanması netîcesinde elde edilen kalb-i selîm, mâsivâdan arınmış ve mücellâ bir ayna gibi Hakk’ın cemâlî sıfatlarının tecellîgâhı hâline gelmiştir. Hak Teâlâ, kulunun kalbinde cemâlî sıfatlarının tecellîlerini görünce onu sever ve ondan râzı olur.

Rabbimiz, her şeyin yaratıcısı ve sâhibidir. Bu sebeple O, bütün mahlûkâttan müstağnîdir. O’na götürülebilecek hiçbir kıymetli hediye yoktur ki O’nun sonsuz hazinesinde bulunmasın. O, hüsn-i mutlaktır; bütün iyilik ve güzelliklerin menşeidir. Bu yüzden varlıklar içinde en güzel ve en kıymetli şey, Cenâb-ı Hakk’ın esmâ-i hüsnâsına, yâni güzel isimlerine ayna olabilecek kadar saf ve berrak bir “kalp”tir. Dolayısıyla Rabbimiz’e takdîm edilmeye en lâyık hediye de, Yüce Mevlâmızın bizden istediği “kalb-i selîm”dir.

NEFS TEZİYESİ VE KALP TASFİYESİ ÖRNEKLERİ

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, mescidin minberinde Mute Harbi’nin bütün safhalarını anbean ashâb-ı kirâma aktarıyordu. Muhârebe meydanı gözlerinin önünde idi. Orada ardı ardına gerçekleşen şehâdetleri, ashâb-ı kirâmın bir taraftan düşman, bir taraftan da şeytan ve nefisleriyle yaptıkları mücâdelelerini mağmûm ve mahzun bir şekilde şöyle bildiriyordu:

“Zeyd bin Hârise sancağı eline aldı. Şeytan hemen onun yanına geldi. Hayâtı ve dünyâyı ona sevimli, ölümü de çirkin ve sevimsiz gösterdi. Zeyd ise:

«–Bu an, mü’minlerin kalplerinde îmânı sağlamlaştıracakları bir zamandır! Sen ise bana dünyâyı sevdirmek istiyorsun!» dedi ve ilerledi. Çarpışmaya girişti ve nihâyet şehîd oldu. Onun için Allah’tan af ve mağfiret dileyiniz.”

Sonra da şöyle devâm etti:

“O şimdi cennete girdi, orada koşup duruyor! Sonra sancağı Câfer aldı. Şeytan hemen onun yanına vardı. Hayâtı ve dünyâyı ona sevimli, ölümü de çirkin ve sevimsiz göstermek istedi. Câfer ise:

«–Bu an, mü’minlerin kalplerinde îmânı sağlamlaştırma zamânıdır!» dedi ve ilerledi. Düşman ordusuna saldırdı, çarpıştı ve nihâyet o da şehîd oldu. Ben onun şehîd olduğuna şehâdet ederim.”[2]

Daha sonra:

“Kardeşiniz için Allah’tan mağfiret dileyiniz. O şehîd olarak cennete girdi. Şimdi o, cennette yâkuttan iki kanat ile dilediği gibi uçuyor.” buyurdu.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Câfer’den sonra sancağı Abdullâh bin Revâha aldı!” dedikten sonra bir müddet sustu. Ensâr’ın benizleri sararıp soldu. Zîrâ Abdullâh bin Revâha’nın, Allâh ve Rasûlü’nün hoşuna gitmeyecek bir şey yaptığını düşünmeye başladılar. O sırada Hazret-i Abdullâh ise sancağı alıp atının üzerinde düşmana doğru ilerlerken, bir yandan da serkeş nefsini dize getirmek için uğraşıyordu:

“–Ey nefsim! Ben seni kendime boyun eğdireceğim diye yemin ettim. Sen buna, ya kendiliğinden râzı olursun, ya da sana bunu zorla kabûl ettiririm! Görüyorum ki sen, cennetten pek hoşlanmıyorsun! Sen, beden kırbası içinde bir damla su durumunda olmaktan başka nesin ki? Ey nefsim! Sen şimdi öldürülmezsen ölmeyecek misin ki? Eğer o iki kişinin yaptığını yapar da şehîdliği tercih edersen, doğru bir iş yapmış olursun! Eğer gecikirsen bedbaht olursun!”

Bu esnâda parmağından yaralanan Abdullâh -radıyallâhu anh-, atından indi, yaralı parmağını ayağının altına alarak:

“–Sen ancak kanayan bir parmak değil misin? Bu kazâya da Allâh yolunda uğramış bulunuyorsun!” mânâsına gelen bir şiir okudu ve elini hızla çekip sarkmakta olan parmağını kopardı. Ardından da savaşmaya devâm etti. Bir taraftan düşmana karşı küçük cihâdda bulunurken, diğer taraftan da nefsine karşı büyük cihâda devâm ediyordu:

“–Ey nefsim! Eğer endişen, hanımından mahrum kalmaktan ileri geliyorsa, işte onu üç talâkla tamâmen boşadım gitti. Eğer kölelerinden uzak kalmak ise onları da âzâd ettim. Yok eğer bahçe ve bostanından mahrum kalmaktan ise onları da Allâh ve Rasûlü’ne bırakarak infâk etmiş bulunuyorum.”

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- savaş sahnelerini nakletmeye devâm etti:

“Abdullâh bin Revâha cesâretini topladı, elinde sancak olduğu hâlde düşmanlarla çarpıştı ve şehîd oldu. (O tereddüdü sebebiyle) îtirazlı olarak cennete girdi. Onun için de Allah’tan af ve mağfiret dileyiniz!” buyurdu.

Abdullâh -radıyallâhu anh-’ın cennete îtirazlı olarak girişi Ensâr’ın çok ağırına gitti:

“–Yâ Rasûlâllah! Onun îtirâzı ne idi?” diye sordular.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“–Kendisi yaralandığı zaman düşmanla çarpışmaktan çekindi. Sonra nefsini kınadı, cesâretini topladı ve şehîd oldu! Cennete girdi. Onlar bana cennette altın tahtlar üzerinde gösterildi. Abdullâh’ın tahtının arkadaşlarınınkinden daha aşağıda ve eğri olduğunu gördüm. Sebebini sorduğumda:

«–Abdullâh çarpışmaya giderken bâzı tereddütler geçirdikten sonra çarpışmaya gitmişti!» denildi.”

Hazret-i Abdullâh’ın netîcede şehîd olup cennete girişi, Ensâr’ı sevindirip yüreklerini ferahlattı.

Bunları nakleden Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gönüllerinin mahzunluğu arttı ve mübârek gözlerinden inci tânesi gibi yaşlar süzülmeye başladı. Ardından:

“Şimdi sancağı Allâh’ın kılıçlarından bir kılıç eline aldı. Netîcede Allâh mücâhidlere fethi müyesser kıldı.” buyurdu. (Bkz. Buhârî, Meğâzî, 44; Ahmed, V, 299; III, 113; İbn-i Hişâm, III, 433-436; Vâkıdî, II, 762; İbn-i Sa’d, III, 46, 530; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, III, 237)

Demek ki nefs ve şeytan, ölünceye kadar insanın peşini bırakmamaktadır. O hâlde dâimâ uyanık ve mücâhede hâlinde olmak, bir de Rabbimiz’in muhâfazasına sığınmak îcâb eder. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Ve sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibâdet et!” (el-Hicr, 99)

  • Abdülkadir Geylani Hazretleri’nin Nefs Tezkiyesi

Evliyâullâhın büyüklerinden Abdülkâdir-i Geylânî Hazretleri, zahirî ilmin kemâline vardıktan sonra “hîçlik hâli”ni elde edebilmek, yâni benlik ve nefsin desîselerinden korunmak, kalbini Hak’tan uzaklaştıran her şeyden muhâfaza edebilmek için uzun bir müddet Bağdad harâbelerine çekilmişti.

Şâh-ı Nakşibend -kuddise sirruh-, intisâbının ilk yıllarında, nefsini terbiye edip gurur ve kibrin zıddı olan “hîçlik hâli”ne ulaşmak için, hasta ve muzdarip insanlara, sâhipsiz, yaralı hayvanlara hizmet etmiş, onlara sâhip çıkmış, hattâ insanların geçeceği yolları temizleyerek tam yedi sene kâbına varılmaz bir hizmet hayâtı yaşamıştır.

İşte nefs tezkiyesinin zorluğu ve bunun karşılığında lûtfedilen muazzam mükâfât…

  • İmam Gazali Hazretleri’nin Nefs Tezkiyesi

İmâm-ı Gazâlî Hazretleri, zamanındaki bütün ilimlerin zirvesinde olduğu hâlde, Rabbine yakınlığa nâil olabilmek için uzun bir müddet “hîçlik hâli”nde, yâni bütün nefsânî arzulardan vazgeçmiş bir vaziyette yaşamıştır.

İmâm-ı Gazâlî Hazretleri, ilmin zirvesindeki hâlini şöyle anlatır:

“Aklî ve şer’î ilimlerle iştigaldeydim. Çok talebelerim vardı. Hâlimi düşündüm. Gördüm ki, çeşitli iptilâlar ile sarılmışım. İlimdeki niyetimi düşündüm. Hâlis, Allâh rızâsı için olmayıp, makam sevdâları ve şöhretlerle karışık buldum. Yakînen anladım ki, helâk edici bir girdaptayım, uçurumun kenarındayım. Kendi kendime:

«Haydi çabuk ol, artık ömründen çok az bir kısım kaldı. Kazandığın ilim hakîkate ve tatbikâta geçmez ise, bir aldatmacadan ibârettir. Şimdi gereksiz alâkaları kesmez, engelleri kaldırmaz isen, sonun ne olacak?» dedim.

O zaman bir hâl oldu. Dünyâ ve dünyâcılardan kaçmak ile, dünyâ arzuları ve âhiret isteği arasında hayret vâdisinde altı ay şaşkın, inler ve ağlar bir hâlde kaldım. Kalbim muzdarib oldu. Aczimi gördüm ve anladım. İrâde ve ihtiyârımın tamâmen elimden çıktığını seyrettim. Devâsız derde, çâresiz hastalığa dûçâr olan bir kimse gibi, Allâh’a yalvararak ve sızlanarak ilticâ ve tazarrûda bulundum. Nihâyet:

«…Darda kalan kimse duâ ettiği zaman, onun duâsını kabûl edip fenâlığı kaldıran...» (en-Neml, 62) âyetinde buyrulduğu gibi, Allah Teâlâ duâmı kabul edip kalbimi uyandırdı. İçimdeki mal ve makam arzusu kaldırıldı. Hepsinden yüz çevirdim. Zikir, uzlet, halvet, mücâhede, riyâzat, nefsin tezkiyesi ve ahlâkın mükemmelleşmesi ile meşgul oldum. İlm-i yakîn ile bildim ki, Allâh’a kavuşanlar ve hidâyet yolunun yolcusu olanlar, bilhassa tasavvuf ehli olan büyüklerdir. En güzel sîret ve ahlâk onlardadır. Zîrâ onların zâhir ve bâtınlarındaki hâller, peygamberlik nûrundan alınmıştır. Yeryüzünde de peygamberlik nûrunun ötesinde bir nûr yoktur.”[3]

  • İbrâhim bin Edhem’in Nefs Tezkiyesi

Belh Sultânı İbrâhim bin Edhem’in nefs tezkiyesi ve kalp tasfiyesine meyletmesi, şöyle bir ihtar neticesinde gerçekleşmiştir:

Bir gece yarısı İbrâhim bin Edhem, tahtının üzerinde uyuyakalmıştı. Birden sarayının damında müthiş bir gürültü-patırtı koptu. Bağrışıp çağrışmalar gittikçe çoğaldı ve en nihâyet sultânı uyandırdı.

Sultan İbrâhim bin Edhem, hızla yerinden doğrularak dama doğru haykırdı:

“–Kim var orada? Gecenin bu saatinde damda ne yapıyorsunuz?”

Derinden bir cevap geldi:

“–Kaybolan devemizi arıyoruz sultânım!”

İbrâhim bin Edhem hiddetle seslendi:

“–Damda deve aranır mı bre gâfiller?!.”

Ancak bu seferki cevap çok mânidar bir irşad mâhiyetindeydi:

“–Ey İbrâhim! Sen damda deve aranmayacağını biliyorsun da, sırtındaki ipekli elbiseler, başındaki tâc, elindeki kırbaç ve oturduğun tahtla Hakk’ı arayıp bulamayacağını bilmiyor musun?!.”

Bu hâdise, İbrâhim bin Edhem’in rûhunda uzun zamandır başlamış bulunan mânevî med-cezirleri iyice sıklaştırdı. Onu kararsız ve şaşkın bir hâlde bıraktı. Fakat sultan, yine de eski hayâtından tamamen kopamadı.

Ancak İbrâhim bin Edhem’in avcılık tiryâkiliği sebebiyle artık mûtad hâle getirdiği bir av esnâsında karşılaştığı ikinci mânevî îkaz, onu hakîkî bir Hak yolcusu eyledi. Bu av mâcerâsı şu şekilde vukû bulmuştur:

İbrâhim bin Edhem Hazretleri, bir gün ava çıkmıştı. Bir ceylanın arkasından koştu. O kadar ki, askerlerinden tamamen uzaklaştı. Atı kan-ter içinde kalmıştı. Fakat İbrâhim bin Edhem, ceylanı avlamakta kararlı olduğu için bu koşturmacadan vazgeçmedi. Tam ceylanı köşeye sıkıştırmıştı ki, o narin ve güzel hayvan dile gelip:

“–Ey İbrâhim! Sen bunun için mi yaratıldın? Allâh seni, beni avlaman için mi yoktan var etti? Hem beni avlasan ne kazanacaksın? Bir cana kıymaktan başka ne elde edeceksin?” dedi.

İbrâhim bin Edhem, bu sözleri duyunca, yüreğine öyle bir kor düştü ki, o anda kendisini atından yere attı. Sahrâlara doğru koşmaya başladı. Bir müddet sonra etrafına baktığında, o büyük sahrâda bir çobandan başkasını göremedi. Hemen yanına gidip yalvardı:

“–Ne olursun, şu üzerimdeki mücevherleri, padişahlık elbiselerimi, silâhlarımı ve atımı benden al da senin giydiğin abayı ver bana! Kimseye de bir şey söyleme!” dedi.

Çobanın şaşkın bakışları arasında abayı giydi ve gözden kayboldu. Çoban onun arkasından; «Pâdişâhımız delirmiş olmalı!» diyordu. Oysa İbrâhim bin Edhem, delirmemiş, bilâkis aklı başına gelmişti. O, ceylan avına çıkmış, ancak Allah Teâlâ, onu bir ceylan ile avlamıştı.

Nefsin, mücâhedeye girmeksizin ve üstelik her istediğini yaparak dizginlenmesi ve temizlenmesi mümkün değildir. Onu, Rabbimiz’in istediği bir kıvâma getirerek âhirette selâmete erebilmek için mutlakâ ciddî bir gayrete ihtiyaç vardır. Bu gayret ve mücâhedeye de vakit geçirmeden hemen başlamak îcâb eder. Zîrâ ecel, insanı her an yakalayabilir!..

  • Nefsini Tezkiye, Kalbini de Tasfiye Eden Bir Mü’min

Hak dostlarından Necmeddîn-i Kübrâ Hazretleri, talebeleriyle birlikte sâlih bir zâtın cenâzesine iştirâk eder. Mevtâya telkinde bulunulduğu sırada Necmeddin-i Kübrâ Hazretleri, tebessüm eder. Talebeleri, hocalarının böyle bir anda tebessüm etmesine hayret edip bunun hikmetini sorarlar. Hazret açıklamak istemez. Fakat ısrâr edilince şöyle der:

“–Telkin veren kimsenin kalbi gâfil; mezara giren mevtânın kalbi ise dipdiri. Gâfil birinin, kalben diri olana telkin vermesine taaccüb ettim.”

Nefsini tezkiye, kalbini de tasfiye eden bir mü’min, öldükten sonra da yaşamaya devâm eder. Bunu yapmayanların ise daha hayattayken bile bir ölüden farkları yoktur.

  • Tezkiye Edilmemiş Ham Bir Nefs

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, birkaç arkadaşıyla birlikte, Abdullâh-ı Dehlevî Hazretleri’ni ziyâret için yola çıkmışlardı. Aylarca süren bir yolculuktan sonra nihâyet Dehli’ye (Cihânâbâd’a) vardılar. Bu yolculuğun bir sene sürdüğü rivâyet edilir. Derhâl Abdullâh-ı Dehlevî Hazretleri’nin huzûruna varmak için can atan Mevlânâ Hâlid, arkadaşlarıyla beraber doğruca şeyhin dergâhına gitti. Kendilerine kapıyı açan dervişe, yanındakiler:

“–Süleymâniye, Şam ve Bağdad âlimlerinden el-Hâc Mevlânâ Hâlid Ziyâuddin, refikleri ile beraber Hazret-i Pîr’i ziyârete geldiler.” dediler.

Bu gelişten zaten mânen haberdâr olan Abdullâh-ı Dehlevî Hazretleri:

“–Hâlid kalsın! Diğerleri bir müddet misâfirlikten sonra memleketlerine dönsünler!..” buyurdu.

Emir yerine getirildi. Ardından ikinci bir emir geldi:

“–Hâlid, dergâhtaki abdesthânelerin temizliğine başlasın!”

Ancak bu şekilde talebeliğe kabûl edilen ve daha Şeyh Hazretleri’yle bile görüşemeyen Mevlânâ Hâlid, bütün İslâm âlemini saran şöhretine ve deryâ misâli engin ilmine rağmen, hiçbir îtirazda bulunmadı. Eline kovasını, süpürgesini alarak hemen hizmete başladı.

Bu temizlik için gereken suyu, dergâha uzak bir mesâfede bulunan kuyudan te’min ederdi. Suyu doldurur ve kalın bir sopanın ucuna bağlayıp omuzunda taşırdı. Bu iş için her gün defâlarca kuyu ile dergâh arasında gidip gelirdi. Dergâhı temizler ve abdest sularını hazırlardı. Böylece nefsini terbiye yolunda büyük bir azim ve gayret içinde bulunurdu. Şâyet nefsi, yaptığı hizmetlerden dolayı herhangi bir isteksizlik veya serzenişte bulunacak olsa, derhâl tevbe ve istiğfâr ederdi. Bu şekilde aylar geçti.

Bir gün, helâ taşlarını temizleme işinde bir hayli yorulmuştu. Nefsi, o an Mevlânâ Hâlid’i zayıf bulup gönlüne birtakım vesveseler vermeye başladı:

“–Ey Bağdad ve Şam diyarlarının eşsiz ilim deryâsı! Ey ağniyâ iklîminin Mevlânâ Hâlid’i! Deli mi, velî mi olduğu belirsiz bir kişinin sözüyle kalktın nice yollar aşarak tâ buralara kadar geldin. Hani aradığını buldun mu? Baksana ortada ne şeyh var, ne seyr u sülûk! Aylardır, gece gündüz sana helâ temizletmekten başka ne yaptılar? Bu muydu senin aradığın ledünnî ilim?..”

Bu tehlikeli iğvâ karşısında dehşetle irkilen Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, nefsinin, gözüne çekmek istediği gaflet perdesini derhâl ihlâs sâikasıyla parçalayıp nefsini şöyle îkâz etti:

“–Ey nefsim! Şâyet mübârek hocamın verdiği şu şerefli vazîfeyi minnet bilmeyip bir lahza imtinâ edecek olursan, sana yerleri süpürge ile değil, sakalımla süpürtürüm!..”

Onun bu hâlini Abdullâh-ı Dehlevî Hazretleri, uzaktan tebessümle seyrediyordu. Bu hâdiseyle birlikte nefsinin son hamlelerini de bertarâf eden Mevlânâ Hâlid’in kovasını ve süpürgesini artık meleklerin taşımaya başladığını gördü. Ayrıca o âna kadar su taşımaktan yara olmuş omuzlarından semâya doğru uzanan bir nur parıldamaya başlamıştı. Buna son derece memnûn olan Hazret-i Pîr, bu müstesnâ talebesini yanına çağırdı:

“–Oğlum Hâlid! İlimde eşsiz bir mertebeye ulaşmıştın. Ancak onu mâneviyatla tezyîn etmen gerekliydi. Bunun için de nefs terbiyesi ve gönül tasfiyesine ihtiyâcın zarûriydi. Yoksa nefsin seni gurur ve kibir bataklığına sürükleyip helâk edecekti. Elhamdülillâh ki, şu an nefsini ayaklar altına alarak kemâlâtın zirvesine tırmandın. Artık işini melekler görür oldu.” dedi ve ekledi:

“–Evlâdım! Kendilerine intisâb etmiş olduğumuz seyyidlerimiz, şerîat, tarîkat, hakîkat ve mârifete ermiş kimselerdir. Şimdi sen, bir müceddid olarak onların bir halkası oldun. Artık bütün iklîmlerin irşâdı seni bekliyor! Allah Teâlâ himmetini âlî eylesin!”[4]

Tezkiye edilmemiş ham bir nefsin ve tasfiye edilmemiş bulanık bir kalbin, ne kadar bilgili olursa olsun, insanları irşâd etmesi mümkün değildir. Ancak bu iki mühim şartı yerine getirdikten sonra insan mânen istifâde etmeye ve edilmeye hazır hâle gelebilir.

  • Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri Nasıl Kâmil Bir Mü’min Hâline Geldi?

Muhammed Muhyiddîn Üftâde Hazretleri, kendisine intisâb eden talebesi Azîz Mahmûd’un, şa’şaalı bir kadılık vazîfesinden gelmiş olmasından dolayı, ona ilk önce hîçliğini hissettirme yolunu tercîh etmiş ve onu Bursa çarşısında ciğer sattırmaktan başka, dergâhtaki abdesthânelerin temizliği hizmetine de me’mur kılmıştır. Bu nefs terbiyesi netîcesinde Kadı Mahmûd, pâdişahlara yön verecek bir kemâlâta nail olarak bizzat hocası tarafından “Hüdâyî” ismiyle vasıflandırılmıştır.

Bir adam, Hüdâyî Hazretleri’nin simyâ[5] ilmine vâkıf olduğunu duyarak Hazret-i Pîr’e geldi ve:

“–Efendim! Sizin simyâ ilmine vâkıf olduğunuzu duydum, ne buyurursunuz?” dedi.

Hüdâyî Hazretleri hiçbir şey söylemeden yakınındaki asma dalından üç yaprak kopardı ve üzerlerine üfledi. Allâh’ın izniyle yapraklar, birer altın varak hâline geldi.

Hâdiseyi şaşkınlıkla seyreden adamcağız, hemen aynı şeyi yaptıysa da buna muvaffak olamadı. Hüdâyî Hazretleri şöyle buyurdu:

“–Oğlum! Bilesin ki simyâ ilmini öğrenmek, nefsini simyâ etmekten ibârettir...”

Hayattan ve kulluktan maksat, hârikalar ve kerâmetlere sâhip olmak değil, nefsi tezkiye, kalbi tasfiye yoluyla ham vasıftan kurtularak kâmil bir mü’min hâline gelebilmektir.

  • Nefsi Tezkiye ve Kalbi Tasfiye İçin

Büyük şâir ve mütefekkir Muhammed İkbâl, bir şiirinde, nefsi tezkiye ederek kalbi aşkla doldurmanın ehemmiyetini ne güzel anlatır:

Bir gece, kütüphanemde bir güvenin, pervâneye şöyle dediğini duydum:

“–İbn-i Sînâ’nın kitapları içine yerleştim. Fârâbî’nin eserlerini gördüm. (Onların bitmek bilmeyen kuru satırları ve o satırlardaki solgun harflerin arasında gezindim ve onları kemirdim. Bu meyanda Fârâbî’nin fazîletler şehri mânâsına gelen el-Medînetü’l-Fâzıla’sını sokak sokak, cadde cadde dolaştım. Fakat) bu hayâtın felsefesini bir türlü anlayamadım. Kâbuslu çıkmaz sokakların hazin bir yolcusu oldum. Bir güneşim yok ki, günlerimi aydınlatsın...”

Güvenin bu feryâdına mukâbil, pervâne, güveye yanık kanatlarını gösterdi:

“–Bak!” dedi. “Ben bu aşk için kanatlarımı yaktım.” Sonra da şöyle devâm etti:

“–Hayâtı daha canlı kılan, çırpınış ve muhabbetlerdir; hayâtı kanatlandıran da aşktır!..”

Yâni pervâne, güveye yanık kanatlarını göstererek hâl lisanı ile:

“–Sen bu felsefenin çıkmaz sokaklarında helâk olmaktan kendini kurtar! Mesnevî’nin aşk, vecd ve feyz dolu mânâ deryasından nasiplenerek vuslata kanatlan!..” demekteydi.

İşte nefsi tezkiye ve kalbi tasfiye için, bir mâneviyât güneşinin etrâfında pervâne misâli derin bir muhabbet ve aşkla dönmek, üstün bir gayret ve hizmet ömrü yaşamak îcâb eder.

  • Mânevî Terbiye Yolu

Mâhir İz Hocaefendi, kalbî derinlikten mahrum kalan bir ilmin noksan olduğunu ve bu noksanlığı bertarâf etmenin yegâne çâresinin de mânevî irşâd görmek olduğunu anlamış ve ömrünün son senelerinde mânevî terbiye yoluna sülûk etmiştir. O, bu hâlini şöyle ifâde eder:

“İlmin kıyl ü kâlini dâimâ bir noktada toplamak mümkün olmadığından, hiçbir zaman ilmî tedkikten geri kalmamakla beraber; asıl hakîkate vâkıf olmanın, ancak ehlinin irşâdı sâyesinde mümkün olabileceğine inanırım. İşte bu sebeptendir ki, yakaza dışı bir işâretle, irâde merdivenimi, mârifet semâsına mîrâc için feyz-i Sâmî’ye rabteyledim.”[6]

Mârifet semâsına kanat açabilmek için; irâde, muhabbet ve hizmet merdivenlerini bir mârifet güneşine dayayıp o basamakları gayretle tırmanmak îcâb eder.

NEFSİ TEZKİYE VE KALBİ TASFİYE

Hâsılı, nefsi tezkiye ve kalbi tasfiye, ömür boyu fâsılasız devâm edilmesi gereken bir ameliyedir. Mü’min, nefsine karşı dâimâ uyanık bulunmalı, hiçbir zaman kemâle erdiğini düşünmemeli, nefsin hîle ve desîselerine mağlûb olmamalıdır. Mevlânâ Hazretleri, bu hususta şu îkazlarda bulunur:

“Bu alçak nefs, seni fânî bir kazanca sevk etmek ister. Ne vakte kadar o fânî kazançla oyalanacaksın, şimdiye kadar oyalandığın yeter.”

“Nefs, salâha dâir sana tâze tâze vaatler verdiği hâlde binlerce defâ o vaatleri, o tevbeleri bozar.”

“Ömür, bin sene bile sana mühlet verse, nefsin her gün yeni bir bahâne bulur.”

 “Eğer o alçak nefs, senden mânevî bir kazanç, yâni sâlih ameller isterse, sakın aldanma ki o talebin arkasında o düşman nefsin bir hîlesi vardır.”

“Nefsin sağ elinde tesbîh ile Kur’ân vardır, lâkin yeninde hançerle kılıç saklıdır.”

Nefs tezkiyesi ve kalp tasfiyesini zarûrî gören tasavvuf, nihâyeti olmayan bir ummandır. Bütün kâinâtı içine alan bir ilm-i ilâhîdir. O, lâyıkıyla târif edilemez, ancak herkes nasîbine, anlayışına, derecesine göre ondan söz eder.

Tasavvuf ehli; güzel ahlâk sâhibi, sehâvet, merhamet, nezâket, tevâzû gibi ulvî sıfatlarla muttasıf kimselerdir. Onlar, herkesle geçimli olup, basîret ve teennî ile ileriyi görürler. Her hareketleri, Kur’ân-ı Kerîm’in ahkâmına ve Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ahlâk, âdâb ve ef‘âline uygundur. Onlar, Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri’ni ve Habîb-i Edîbi’ni canlarından, mal, mülk ve evlâtlarından daha fazla severler.

Dipnotlar:

[1] Bkz. Yûsuf Sûresi, 53. âyet-i kerîme. [2] İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- şöyle demektedir: “Câfer’i aradık. Onu şehîdler arasında bulduk. O hâldeydi ki, cesedinin ön tarafında doksan küsur ok ve mızrak yarası saydık. Bunların hiçbirisi de arkasında değildi.” (Buhârî, Meğâzî, 44) Câfer -radıyallâhu anh- şehîd edildiğinde otuz üç yaşındaydı. (İbn-i Hişâm, III, 434) [3] Bkz. Gazâlî, el-Münkızu mine’d-Dalâl, İst. 1994, s. 35-39. [4] Muhammed bin Abdullâh el-Hânî, Âdâb, trc. Ali Hüsrevoğlu, İstanbul 1995, s. 107-108; Heyet, İslâm Âlimleri Ansiklopedisi, İstanbul ts., Türkiye Gazetesi Yay. XVIII, s. 81-82. [5] Simyâ: Değersiz mâdenlerden kıymetli mâdenler elde etme ilmi. [6] Mâhir İz, Yılların İzi, İstanbul 1975, s. 396.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İmandan İhsana Tasavvuf, Erkam Yayınları