Nefsimizin Üzerimizdeki Hakkı Nedir?

HAYATIMIZ

Muhterem Osman Nûri Topbaş Hocaefendi, Altınoluk Dergisi'nin Mart sayısında yayımlanan makalesinin son bölümünde "kibir" konusuna değindi. Yazıda, Kur'an-ı Kerim'de kibirlendikleri için cehenneme atılacağı zikredilen Karun, Ebrehe gibi kimseleri örnek gösteriyor.

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri buyurur:

“Kibirli kişi, aslâ mârifetin kokusunu koklayamaz. Bunun için on sekiz bin âlemde kendi nefsinden daha kötü bir nefs görmemelidir.” [1]

Kibir, kökü Cehennemʼde bulunan çirkin bir huydur. Hakkʼa kulluğun fârik vasfı olan tevâzuun zıddıdır. Tevhîd akîdesi gibi, Cenâb-ı Hakkʼın kibriyâ sıfatının da, yani büyüklük ve ululuk vasfının da, aslâ ortaklığa tahammülü yoktur. Kibir ise, bütün nîmet veya muvaffakıyetleri lûtfeden Allâhʼa ortaklık alâmetidir. Zira nîmeti Allahʼtan bilmek yerine, kendine izâfe etme ve nefsine pay çıkarma gafletidir.

Kârun, Allah Teâlâ’nın kendisine birçok ihsanda bulunduğu, zühd ve takvâ sahibi bir kul idi. Üstelik Tevrât’ı en iyi tefsir eden kimseydi. Cenâb-ı Hak ona bir imtihan olarak büyük hazineler verdi. Kârun, bu ilâhî ihsanlar için şükredeceği yerde, gurur, kibir ve enâniyete kapılarak servetini âdeta put hâline getirdi. Öyle ki Mûsâ -aleyhisselâm-, Kârun’a zekâtının hesabını bildirince o:

“–Bunları ben kendi ilmimle kazandım!” diye büyüklenerek îtiraz etti. Neticede, dayanıp güvendiği hazineleriyle birlikte yerin dibine gömülerek, zelil bir hâlde helâk edildi.

Ebrehe de, o zamanın tankları sayılan fillerle Kâbeʼyi yıkmak için yola çıkmıştı. Cenâb-ı Hak Ebâbil kuşlarını gönderdi. Bu küçük kuşlar vâsıtasıyla, o koca fil ordusunu helâk etti. Lâkin Ebreheʼyi bir ibret olsun diye orada öldürmedi. Onu, gurur ve kibirle çıktığı yurduna zelil hâlde geri döndürdü ve orada helâk etti.

Bunun içindir ki Hak dostu ârif kullar, nefislerine karşı dâimâ teyakkuz hâlinde bulunmuş, en ufak bir gurur, kibir ve enâniyet durumunda derhâl kendi nefislerine haddini bildirmişlerdir.

HAZRET-İ ÖMER'İN YAMALI ELBİSESİ

Bu hususta Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-ʼın şu hâli ne kadar hikmetlidir:

Ashâb-ı kirâmdan Zeyd bin Sâbit -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“Halîfe Hazret-i Ömer’in üzerinde bir elbise gördüm; on yedi tâne yaması vardı. Ağlayarak evime döndüm. Bir müddet sonra tekrar yola çıktım. Yine Hazret-i Ömer’le karşılaştım. Omzuna bir su kırbası koymuş, insanların arasından yürüyüp gidiyordu. Ona hayretle:

«‒Ey Mü’minlerin Emîri!» dedim. Bana:

«‒Sus, konuşma! Sebebini sana daha sonra anlatacağım!» buyurdu.

Onunla birlikte yürüdüm. Yaşlı bir kadının evine girip suyu onun kaplarına boşalttı. Sonra birlikte Hazret-i Ömer’in evine döndük. Ona niçin böyle yaptığını sordum. Şöyle buyurdu:

«‒Sen gittikten sonra yanıma Rum ve Fars elçileri geldi. Bana;

“‒Allah sana hayırlar, iyilikler versin ey Ömer! Bütün insanlar senin ilmin, fazîletin ve adâletin hususunda ittifak ettiler!” dediler.

Onlar yanımdan çıkınca bana, kendimi beğenme duyguları geldi. Ben de hemen kalkıp nefsime o gördüğün şeyleri yaptım.»” (Muhibbu’t-Taberî, er-Riyâdu’n-Nadra, II, 380)

EN BÜYÜK MÜCADELE NEFİSLERE KARŞI VERİLMELİ

“Kim nefsini bilirse Rabbini de bilir.” buyrulduğu üzere, mârifetullâhʼa eren, yani Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyan ve Oʼnunla beraberliğin feyz ve rûhâniyeti içinde yaşayan ehl-i irfânın en büyük mücadelesi, nefislerine karşı verdikleri iç mücadeledir. Zira nefs, ne kadar terbiye edilirse edilsin, yine de şerrinden emin olunamayan bir imtihan unsurudur.

NEFSİN HAKKI NEDİR?

Merhum Necip Fâzılʼın Yunus Emre adlı tiyatro eserinde, bu hususla ilgili hikmet dolu bir sahne vardır. Hulâsa olarak şöyledir:

Yunus Emre Hazretleri, şeyhi Taptuk Babaʼnın dergâhında, nefsini terbiye etmek için “erbaîn”e girer. Kırkıncı gün, nefsine sahip olup olamayacağı hususunda bir imtihandan geçirilir.

Derviş Yunus, çilehânenin kapısında bir kadın sesi duyar. Gelen, -güyâ- şeyhinin kızıdır. Yunus kapıyı açmaz. Kız ise, türlü diller dökerek kapıyı açtırmaya çalışır.

“‒Ey Yunus! Kırk gündür burada çile çektin. Kendini benimle bir imtihan et.” der. Yunus, bu nefs imtihanıyla yüzleşmek için kapıyı açtığında, karşısında “Siyahlı Adam”ı bulur.

Siyahlı Adam; Yunusʼun riyâzet ve mücâhedeleri neticesinde iç dünyasından çıkıp karşısında belirmiş olan nefsinden başkası değildir. Yunus, onu kovarak kendisinden uzaklaştırmaya çalışır. O ise bir gölge gibi sahibinden ayrılmaz. Üstelik türlü vesveseler ve zehirli fikirlerle, Yunusʼu çıktığı yoldan geri döndürmek ister. Onu, servet, şehvet ve şöhret vaatleriyle, nefsine karşı verdiği amansız mücadeleden vazgeçirmeye çalışır.

Yunus, Siyahlı Adamʼı, yani nefsini yakalamışken, onu öldürmek ve artık onun sıkıntılarından tamamen âzâde bir ömür sürmek ister. Siyahlı Adamʼı boğmaya kalkışır, boğamaz. Su testisini Siyahlı Adamʼın kafasına çarpar. Fakat testi, bir gölgenin içinden geçer gibi gidip duvarda patlar.

Neticede Yunus, nefsini öldüremeyeceğini, fakat onu “Lâ ilâhe illâllah” zikriyle zincire vurabileceğini anlar. Zikri duyan ilâhlık dâvâsındaki nefs, âdeta çarpılmışa dönerek geri çekilip odadan çıkar.

Sonra Taptuk Babaʼnın sesi duyulur. Yunus, bu sefer de nefsinin, şeyhi kılığında geldiğini düşünerek tereddüt eder. Fakat Taptuk Baba, gelenin kendisi olduğunu, nefsinin ise zincire vurulmuş hâlde bulunduğunu söyleyerek kapıyı açtırır. Ardından, buradaki çilesinin bittiğini, artık son nefese kadar sürecek büyük çilehânedeki çilesine başlayacağını haber vererek onu “er meydanı” dediği dış dünyaya çıkarır. Dergâha dağdan odun taşımakla vazifelendirir. Ardından da, kızını ona nikâhlayacağını söyleyip şu nasihatte bulunur:

“‒(Yunus!) Hiçbir hak yeme! Nefsin hakkını da… Nefsin hakkı, şerîatte yazılı olduğu kadar… Ne bir lokma eksik, ne bir lokma fazla… Nefsi zincire vurmak böyle olur. Nefsini öldürmeye çalışma! (Zira nefs ölmez. Sen onu) îmâna getirmeye çalış! Allah onu yenmek için yarattı seni!..” [2]

İMAM GAZÂLÎ HAZRETLERİ'NE GÖRE NEFS

Velhâsıl nefs, her yere ve her kılığa girer. Sahibini bir gölge gibi takip eder. Onu bütünüyle bertaraf etmek ne mümkündür ne de makbuldür. Makbul olan; onun gücünü mânevî terbiye ile kontrol altına alarak Hakkʼa kulluğa râm etmektir.

İmâm Ga­zâ­lî Hazretleri bu hakîkati ne güzel hulâsa eder:

“Nefs, rûhun bineğidir. Eğer insan, nefsin dizginlerini salıverir ve onun gittiği istikâmete kendini bırakırsa, helâk olması mukadderdir… O hâlde nefsinin dizginlerini sımsıkı tut ve bineğinden istifâde etmeye bak!..”

Cenâb-ı Hak biz âciz kullarını göz açıp kapayıncaya kadar da olsa nefsimizin eline bırakmasın. Cümlemizi, ihlâsını koruduğu sâlih kullarının arasına lûtf u keremiyle kabul buyursun. Kalplerimizi,ihlâs, takvâ, rızâ, muhabbet ve mârifet nurlarıyla münevver kılsın.

Âmîn!..

Dipnotlar: [1] Prof. Dr. S. Uludağ, Bâyezîd-i Bistâmî, sf. 189. [2] Bkz. N. F. Kısakürek, Yunus Emre, sf. 36-44, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1984.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2015 – Mart, Sayı: 349, Sayfa: 032