Neml Suresi 18. Ayet Meali, Arapça Yazılışı, Anlamı ve Tefsiri

Kuran Meali ve Tefsiri

Neml Suresi 18. ayeti ne anlatıyor? Neml Suresi 18. ayetinin meali, Arapçası, anlamı ve tefsiri...

Neml Suresi 18. Ayetinin Arapçası:

حَتّٰٓى اِذَٓا اَتَوْا عَلٰى وَادِ النَّمْلِۙ قَالَتْ نَمْلَةٌ يَٓا اَيُّهَا النَّمْلُ ادْخُلُوا مَسَاكِنَكُمْۚ لَا يَحْطِمَنَّكُمْ سُلَيْمٰنُ وَجُنُودُهُۙ وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ

Neml Suresi 18. Ayetinin Meali (Anlamı):

Nihâyet karıncalar vâdisine geldiklerinde, bir karınca: “Ey karıncalar, yuvalarınıza girin; Süleyman ve orduları farkınıza varmadan sizi çiğneyip ezmesinler!” dedi.

Neml Suresi 18. Ayetinin Tefsiri:

Süleyman (a.s.) cinlerden, insanlardan ve kuşlardan oluşan kalabalık bir orduya sahipti. Bir gün bir gaza için bunlar Hz. Süleyman’ın huzurunda düzenli bir ordu halinde toplandılar ve yürümeye başladılar. Bunları sevk ve idâre eden Hz. Süleyman’ın kendisiydi. Sağ ve solu, ön ve arkası, manga ve bölükleriyle bütün ordu onun emrine göre hareket ediyor ve ilerliyordu. Nihâyet “karıncalar vâdisi”ne ulaştılar. Burası karıncaların bol olduğu bir vâdiydi. Kur’ân-ı Kerîm, bunun nerede ve nasıl bir vâdi olduğunu belirtmeğe gerek görmediği için, biz de tafsilat vermekten sarf-ı nazar ediyoruz. Mühim olan karıncalar reisinin durumu, konuşması, Allah’ın verdiği hususi bir ilimle Hz. Süleyman’ın bunu anlaması, kendine lütfedilen bu ilâhî ihsan karşısında gönül dünyasının bir çağlayan gibi coşarak Allah’a yönelmesi ve kıyamete kadar insan ruhuna istikâmet verecek muhteva, derinlik ve güzellikteki o muhteşem niyazını yapmasıdır. Nitekim şu ibretli hâdisedeki görülen durum da aynı ruh hassasiyetinin sonraki çağlarda tecelli eden izdüşümlerinden biridir:

Bir gün Kânûnî Sultan Süleyman, sarayın bahçesindeki armut ağaçlarını kurutan karıncaların öldürülebilmesi için Şeyhulislâm Ebussuûd Efendi’den aşağıdaki beyitle fetvâ istemişti:

Dırahta ger ziyân etse karınca

Zararı var mıdır ânı kırınca?

Pâdişâh’ın bu fetvâ talebi üzerine, Ebussûd Efendi de, bir beyitle şöyle cevap verdi:

Yarın Hakk’ın dîvânına varınca;

Süleyman’dan hakkın alır karınca!

Ordu karıncalar vâdisine gelince karıncaların reisi, “Süleyman ve ordusu farkınıza varmadan sizi çiğnemesin” diye oradaki tüm karıncaları uyarıyor. İşin dikkat çeken tarafı o karınca, Hz. Süleyman’ı ve ordusunu tanıyor. Onların mü’min, adâletli, şefkat ve merhametli kimseler olduğunu biliyor. Küçücük bir karıncayı bile bilerek ezmeyecek, onun hukukunu koruyacak seviyede ince ruhlu ve faziletli kişiler olduklarına şâhitlik ediyor.

Şâir, şu beytiyle bütün varlıkların hukukunu korumanın ve her sahibine hakkını vermenin huzurlu bir toplum hayatı için vazgeçilmez bir kaide olduğunu ne güzel ifade eder:

“Umûmu müstefîd etmez husûsun hakkını ibtâl

Sakın bir ferdi ezme gayret-i efrâd lâzımsa.” (Nâilî-i Cedîd)

“Birkaç kişinin veya bir zümrenin hakkını ellerinden alıvermekle bütün bir milleti memnun ederim zannına kapılma! Eğer bütün bir insan topluluğunu memnun etmek istiyorsan, onlar arasından bir tek kişiyi bile ezmemek lâzımdır.”

Karıncanın konuşmasından şöyle bir işaret çıkarmak mümkündür: “Ben kavmimi dünyaya karşı zâhid olmaya teşvik ediyorum. Eğer sizi bu mülk ve saltanat içinde görürlerse buna rağbet etmelerinden korktum da zühd duygularının zedelenmemesi için yuvalarına girmelerini emrettim.” Bu izahı doğru kabul edersek, burada büyüklerin evlât, âile ve cemaatlerini iyiye yönlendirmedeki vazifelerine dikkat çekilmektedir. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, II, 414) Zâten âyet-i kerîmede, vukuundan korkulan tehlikelere karşı en güzel şekilde korunmanın lüzûmuna bir delil olduğu açıktır. Hayat sahibi varlıklar, fıtratları gereği böyle bir dikkat ve temyiz kuvvetine sahiptirler.

Rivayete göre karınca Süleyman (a.s.)’a:

“- Allah’ın sana verdiği en büyük şeref nedir?” diye sorar. Hz. Süleyman:

“- Allah, benim emrime havayı Mûsâhhar kıldı” der. Bunun üzerine karınca:

“- Bunda, sana verilen tüm bu nimetlerden elinde «hava»dan başka bir şey kalmayacağına bir işaret olduğunu anlamaz mısın?” nasihatinde bulunur. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, II, 414)

Ziyâ Paşa’nın şu beyti de bu mânayı telmih eder:

“Derler ki hava üzre gezer taht-ı Süleymân,

Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde.”

Hz. Süleyman, karıncanın konuşmasını duydu, ne demek istediğini anladı. Bu konuşma onun çok hoşuna gitti, sevindi, neşelendi. Hemen ve istediği şekilde cezalandırmaya muktedir bir adamın, cezasından kurtulmaya çalışan küçük birinin o kurtulma çabasına sevindiği gibi sevindi. Bu sebeple tatlı bir mutluluk içinde tebessüm etti. Fakat bu neşe ve tebessüm, dünyevî bir başarıya değil, ilmî, manevî ve ruhânî bir güzelliğe duyulan hayranlığın bir tezâhürü idi. Bu sebepledir ki, bu ilâhî lutuf karşısında Süleyman (a.s.), zerre miktarı bir taşkınlığa meyletmeksizin, tüm varlığıyla kulluk zırhına bürünüp Allah’a yöneldi ve:

“Rabbim! Bana, anama ve babama verdiğin nimetlere şükretmeye ve râzı olacağın sâlih ameller işlemeye beni muvaffak kıl. Rahmetinle beni sâlih kullarının arasına ilhak eyle!” (Neml 27/19) diye dua etti.

Süleyman (a.s.), bu duayla Rabbinden üç mühim talepte bulunmuştur:

Birincisi; hem kendisine, hem de ana-babasına verilen nimetlere şükre muvaffak kılması. Çünkü Cenâb-ı Hak kullarından şükür istemekte, şükredenlere nimetleri artıracağını müjdelemekte, fakat şükreden kulların da sayıca çok az olduklarını haber vermektedir. Diğer taraftan nankörlüğü asla sevmemekte ve nankörlük yapanları cezalandıracağını bildirmektedir. (bk. İbrâhim 14/7; Sebe’ 34/13) Buna göre şükre muvaffak olabilmek büyük bir mazhariyettir. Süleyman (a.s.)’ın duasına “ana-babasına” verilen nimetlere şükrü de katması, kulun sadece kendine mahsus nimetlere değil, Allah’ın verdiği hususi ve umûmi tüm nimetlere şükretmesi gerektiğini gösterir.

İkincisi; Allah’ın râzı olacağı sâlih ameller yapmaya muvaffak kılması. Kulun tüm niyet, söz, fiil ve davranışlarının Allah’ın rızâsına uygun olması çok büyük bir başarıdır. Bunu başaran kişi, aynı zamanda Allah’ı gazaplandıran işlerden de uzak kalabilecektir. Fakat bunu kuluna nasip edecek olan yalnızca Allah olduğundan, böyle bir duaya devamın ehemmiyeti açıktır.

Üçüncüsü; Allah’ın rahmetiyle sâlih kullar arasına girebilmesi, hüsn-i hâtime istemesi. Buradaki “salâh”tan maksat, hiçbir günah lekesi olmayarak rahmet-i rahmâna kavuşmaktır. Kişinin iyi hâlinin devam etmesi, ahlâkının peyderpey kemâle ermesi, kulluktaki sadakat ve samimiyetinin artması ve hüsn-i hâtimeyle Rabbine varabilmesi için sâlih ve sâdıkların arasında bulunması zaruridir. Dünyada sâlih ve sâdık kullarla dost olanlar, âhirette de onlarla birlikte cennete gireceklerdir. Bu sebeple en seçkin kullar olan peygamberler bile Cenâb-ı Hak’tan sâlihlerle beraber olmayı istemişlerdir. Nitekim Yûsuf (a.s.):

“Rabbim! müslüman olarak canımı al ve beni sâlih kullarının arasına kat!” (Yûsuf 12/101) diye dua etmiştir.

Allah Teâlâ da bunun ehemmiyetine binâen:

“Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının; özü sözü doğru, samimi ve dürüst insanlarla beraber olun!” (Tevbe 9/119) buyurur.

Hükümdarlık ve saltanatının en muhteşem bir deminde Süleyman (a.s.)’ın bu duası ile ortaya koyduğu bu yüce ruh hâli, her türlü fazilette toplumlarına örnek olmaları lazım gelen devlet adamlarına yüksek ilhamlar verecek pek mühim dersler ihtivâ etmektedir.

Süleyman (a.s.)’ın kuşların dilinden anlamasına gelince:

Neml Suresi tefsiri için tıklayınız...

Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri

Neml Suresi 18. ayetinin meal karşılaştırması ve diğer ayetler için tıklayınız...