Nimet Gözüyle Bakılacak İnsan
İlim, hizmet ve dâvâ adamına yaraşan, müstağni durana değil gönül verip koşup gelene nimet gözüyle bakmak ve onunla yol yürümektir. Refikinin yaşı, istidadı, sosyal statüsü değil yüreği hesaba katılmalıdır.
Süleyman Hilmi Tunahan hocaefendi, dönemindeki zorlukları anlatıyor:
“Okutma imkânı yoktu; fakat okuyan dahi bulamadım. Bir zaman geldi, mebus (milletvekili) maaşı kadar para verip talebe okutmak istedim, bulamadım. Parayı alıp kaçıyorlardı. Çünkü korkuyorlardı. O zaman ümidim kırıldı. Bu ilimler yeryüzünden kaybolacak diye korkuyordum. Bunun üzerine kızlarımı okutmaya başladım. İleride torunlarım olursa onlara öğretirler ve böylece bu ilimler yeryüzünden kaybolmaz dedim. Fakat sonradan Cenâb-ı Hak sebepler halketti ve talebe okutma imkânı buldum. Yaşlılardan başladık, gençler daha sonra geldi. Ve şimdi yürüyor, elhamdülillâh... Bütün bunlar, Cenâb-ı Hakk’ın bize bir lütfudur.”
Süleyman Efendi bir yandan İstanbul’un değişik camilerinde vaaz ediyor, bir yandan da camilerin müezzinliklerinde, apartman bodrumlarında, bulabildiği her yerde, talebe okutmaya çalışıyordu. İlmiye sınıfının ilk tohumları şekillenirken, aynı zamanda vaazlarıyla ve hususi sohbetleriyle, ilmiye sınıfını maddeten ve mânen destekleyecek gönüllüler halkasını teşkil etmeye çalışıyordu. Önce yaşlılar gelmişti. Gedikpaşa’daki Azakzâde Apartmanı’nın bodrumunda, Avukat Osman bey, Hacı Refik ve Mehmet Efendi’yle oluşan halkaya, daha sonra Biletçi Hüseyin Efendi, Tüccar Çırpanlı Mustafa Efendi, Beypazarlı Terzi Ali bey, Kalaycı hocalar dâhil oluyordu...
Yeni yeni tutuşan kandillerin etrafında yeni halkalar oluşuyordu. Topçular’da, Kısıklı’da, Şehzadebaşı’nda. Bu arada gizli polis teşkilatının amansız takipleri sürüyordu. Tutuklamalar, nezaretler, sorgular, işkenceler, zulümler, onun azimli ve şerefli direnişi karşısında eriyip gidiyordu. İstanbul’da bunalttılar, Kabakçı’ya, oradan Kuşkaya Mağarasına... Yine yakaladılar, Toroslar’a gitti. Yıldıramadılar, durduramadılar. “Bizim hiç duracak zamanımız yok. Ümmet-i Muhammed’in evlatları cehenneme bir sel gibi akıp giderken, biz onlara seyirci kalamayız. Bu selden ne kurtarırsak kârdır” diyordu. Vaizlik belgesini iptal ettiler. Hiç oralı olmadı. Güya maddi imkânsızlıklarla yoracaklar, ona rahatsızlık vereceklerdi. “Biz, değil yorgunluk, rahatsızlık; mezara gidiyor dahi olsak, okumak, okutmak ve hizmet denince koşarız” demişti.[1]
HANGİ TALEBEYİ NİMET BİLMELİ!
Peygamberler, mürşidler ve Rabbânî âlimler, bir taraftan liyâkat erbâbını her zaman aramaya devam etmişler ise de sırr-ı kaderi bilmediklerinden de Allah Teâlâ’nın önlerine gönderdiğini nimet bilmiş ve onlar üzerinde çalışmışlardır.
Bu durum, sırr-ı ilâhîdir. Zira Allah Teâlâ’nın şu âlemde kiminle hangi işi göreceğini biz bilmiyoruz. Herkesin zayıf ve sıradan gördüğü kimseler, gökteki yıldızlar misali harikalar ortaya koymuş ve medeniyetler inşâ etmişken, kendilerinden çok şey beklenilen niceleri hiçbir şey olmadan ve yapamadan bu âlemden göçmüşlerdir.
Öyleyse ilim, hizmet ve dâvâ adamına yaraşan, müstağni durana değil gönül verip koşup gelene nimet gözüyle bakmak ve onunla yol yürümektir. Refikinin yaşı, istidadı, sosyal statüsü değil yüreği hesaba katılmalıdır.
Hülâsa; hizmet yolunda, yer terazisi ile değil, gök terazisi ile değerlendirmelerde bulunmak ve böyleyce ilâhî irâdeyle yol yürümek, hem işleri kolay kılacak, hem de bereketli ve feyizli kılacaktır.
[1] Avni Arslan, Yakın Tarihten Unutulmayan Hatıralar, s. 228-229.
Kaynak: Dr. Adem Ergül, Medeniyet Öncülerimizden 365 Lider Davranış, Erkam Yayınları
YORUMLAR