Nimeti Aziz Bilmek

Yüce nimetler, yerler, gökler ve içindeki nice ihsanlar nasıl sayılabilir ve şükürleri nasıl yerine getirilebilir?

“Şükrân-ı nimet” ve “küfrân-ı nimet” diye iki ifadeyi sık sık duyarız ve kullanırız. Bunlardan birincisiyle “Nimeti ve nimet vereni görüp şükretmeyi”, diğeri ile de “nimeti ve nimet vereni görmezden gelmeyi” kastederiz. Birincisinin arkasında uyanık bir gönül, diğerinin arka planında ise gafil ve körleşmiş bir kalp vardır. Birincisinden nasip alanlar, hayata daima olumlu bakma erdemiyle huzur içinde huzur yudumlarken; ikinci tavrı seçenler, negatif duygular, kederler ve acılar içinde hayatı kendilerine zindan ederler.

NİMETİ AZİZ BİLMEK

Hayatın med ve cezirleri, sabır ve şükür duygularıyla, yaşanılabilir hatta huzur yudumlanabilir ve belki de cennet nefhaları hissedilebilir yüce bir kıymete evrilebilirken, bu iki ahlaktan mahrumiyet neticesinde de acı içinde acı çekilen cehennemî bir azaba dönüşebilecektir. Bu itibarla iki dünyanın da cennet olmasının yolu şükreden bir kul olmaya bağlıdır. Şükrün ne olduğuna dair alimlerimizin çok sayıda tarifleri olmuştur. İbn-i Kayyim el-Cevziyye’ye ait şu tanımı şükürle ilgili derinlikli güzel bir çerçeve sunar:

“Şükür, Hakkın nimetlerinin kulun lisanında nimeti itiraf ve Hakk’ı medh u sena olarak zuhur etmesi; kalbinde, nimet vereni görüp bilmesi ve O’na muhabbet olarak belirmesi ve uzuvlarında ise ihsan edilen nimetlerin ibadet, taat ve Rabbimizin o nimetler hakkındaki ahkamına tam teslim olma şeklinde tecelli etmesidir.”[1] Bu tariften de anlaşılacağı üzere şükür, insanın dili, kalbi ve uzuvları ile gerçekleştirmesi gereken bir sorumluluktur.

Şükürle hamd arasında ince bir fark vardır. Şükür nimet karşılığı yapılan teşekkürün adı olurken; hamd, nimet olsun ya da olmasın Hakk’ın medh u sena edilmesidir. Öyleyse şükrün ilk adımı Hakk’ın nimetlerinin farkında olmaktır. Kur’ân-ı Kerim’de Rabbimiz sık sık “Allah’ın üzerinizdeki nimetlerini unutmayın, onları daima hatırda tutan” tavsiyesinde bulunur. Nimetleri yok saymanın imkansızlığı Rahmân sûresinde 31 kez dile getirilirken yine de ham insanın büyük bir nankörlükle Hakk’ın ihsanlarını görmezden geldiğine işaret edilir. İnsanın genel anlamda nankörlüğüne dikkat çekilirken gereği gibi şükredenlerin çok çok az olduğu bildirilir. Böylesi kulların görünür görünmez nimetlerden nasibinin artarak devam edeceği,  nankörlerin ise dünya ve ahirette şiddetli acılarla ve azaplarla karşılaşacağı uyarısında bulunulur.

Nimetin farkında olandan beklenen ikinci adım, nimeti takdir etmek ve hatta ona tazimle yaklaşmaktır. Bir kulda nimete tazim hali zuhur ederse o kimse hiçbir nimeti küçük göremez. Onun nazarında nimetler sıralanırken küçük-büyük nimetler diyerek sayılmaz. Böylesi kulların gözünde be gönlünde “Rabbimizin her bir nimeti büyüktür, bazı nimetleri ise daha büyüktür” şeklinde bir hürmet ve takdir duygusu oluşur.  “Küçük” sözcüğü ile “nimet” ifadesini yan yana kullanmaktan çekinirler. Zira nice küçük görülen nimetler vardır ki yokluğunda kadr u kıymeti anlaşılır.

Adına “nimet” dediğimiz her güzellik, Rabbimizin bizlere bir lutf u ihsanıdır. Üzerimizdeki maddî-manevî nimetleri saymaya çalışsak tek tek saymak bir tarafa grup grup bile sayamayız. Bunun için denilmiştir ki, her bir nimete şükredebilmek için önce onu görüp bilmek, farkında olmak gerekir. Böylesi bir durum ise imkansızdır. Bu itibarla kula düşen; Hakk’a gereği şükretmekten aciz olduğunun şuuruna ermektir. Böylesi bir hal, hakikatte şükrün idrakidir. Zira Rabbimiz görünen ve görünmeyen ihsan ve ikramlarını içimize ve dışımıza bir sağanak yağmur misali yağdırmakta ve bizi onlarla donatmaktadır.  Bedenimize lütfedilen nimetler, gönül dünyamıza ikram edilenler, iman, Kur’an ve Resûlullah gibi yüce nimetler, yerler, gökler ve içindeki nice ihsanlar nasıl sayılabilir ve şükürleri nasıl yerine getirilebilir? Bütün bu nimetler karşısında elbette dilin şükrü yetmeyecek, gönül ve hal diliyle bütün varlığımız şükür secdesi halinde bir hâlet-i ruhiyeye bürünecektir.

Şükrün en önemli adımı elbette nimetin sahibini görmek ve unutmamaktır. Rızkı tadıp Rezzâk’tan gafil olmak hicaplı olma nişanıdır. Nimeti, nimet verene gölge etmemelidir. Nimette takılıp kalanlar, hakikatte şükür ahlakına erişememişlerdir. Hem nimeti görüp tazim etmeli, hem nimete vasıta olana teşekkür hissiyatı içinde olmalı ve en önemlisi de nimeti gönderen Rabbü’l-âlemini her bir nimet içinde müşahede edip hamd ü senalarla O’nu daima yâd etmelidir.

Her nimetin aynı zamanda bir imtihan vesilesi olduğu unutulmamalıdır. Nimet karşısında iki durum söz konusudur: Teşekkür hissiyatı içinde ondan istifade etmek ya da nankörlüğe düşüp nimeti nıkmete (bela ve musibete) çevirmektir. Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-in yeni bir elbise giydiğinde “Allah’ım bunun hayrını senden ister, şerrinden de sana sığınırım” niyazı çok dikkat çekicidir. Evet, her bir nimet kendi içinde bir tehlikeye de dönüşebilecek bir potansiyel barındırmaktadır. Mal, evlat, ilim, irfan, makam vb. nice nimetlerin kimi zaman insanın azmasına, yoldan çıkmasına ve sahibini helake doğru sürüklemesine tarihin sayfalarında sıkça rastlamak mümkündür. Firavunlar, Karunlar, Bel’amlar ve nice kavimler nimetlerin içinde azaba ve yerin dibine doğru yuvarlanıp gitmişlerdir. Öyleyse her bir nimet, uyanık bir gönülle nimet kalmaya devam edebilecektir. Gönüller gaflet içinde olursa nice nimetler nimet zarfıyla gönderilen azap haberleri olacaktır.

Her bir nimetin şükrü kendi cinsinden bir paylaşımda bulunmakla tamam olur. Nimetin şükrü sadece dilin teşekkürü değildir. Alim ilminden, ârif irfanından, sanatkâr sanatından, tüccar kazancından, güçlü gücünden, ihtiyacı olanlara bir pay aktaracaktır. Bütün bunlar şunu gösteriyor ki her bir nimetin bilinmesi gereken bir hükmü, bir edebi ve ahlakı vardır. Hükmü ve edebine dikkat edilen nimetler dünyada sahibi için huzur kaynağı ve sürur kaynağı olurken âhirette de ebedî nimetlerin köprüsü olacaktır.

Şükür hali sahibinde bir kişilik oluşturur; nankörlük hali de başka kişilik oluşturur. Şükür ehli, bütün varlığa teşekkür hissiyatı içinde yaşarken yüzünden tebessüm, dilinden tatlı söz, elinden ihsan ve ikram eksik olmazken; nankörlerin yüzü asık ve donuk, dili yılan dili, eli ise dikenli bir ağaç gibidir. Birinin yanında olanlar cennet iklimi, diğerinin yanında olanlar da cehennem dumanı soluklarlar.

Rabbimizden niyazımız bizleri Zât-ı ulûhiyetine çok çok şükreden kulları safında kılmasıdır.

Dipnotlar:

[1] Medâricü’s-sâlikîn, II, 244.

Kaynak: Adem Ergül, Altınoluk Dergisi, Sayı: 470

İslam ve İhsan

NİMETE ŞÜKÜR

Nimete Şükür

HAMD VE ŞÜKÜR İLE İLGİLİ ÖRNEKLER

Hamd ve Şükür ile İlgili Örnekler

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.