Nimetin Şükrü Nasıl Yapılır?
Nimetin şükrü nasıl yapılır? Nimetin şükür ve nankörlük arasındaki ince çizgi nedir? Müslüman"Ben yaptım, ben kendi gücümle kazandım." hastalığından nasıl kurtulur? İşte cevabı...
Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur:
“Ey Allâh’ın nîmetleri içinde yüzüp duranlar! Hani sizin şükrünüz? Ey nîmetlerini Allah’tan bilmeyip fânîlerden bilenler! Siz, kâh olur O’nun nîmetlerini başkasından bilir, kâh olur sırf kendinizden bilir, onlara kendi gücünüzle nâil olduğunuzu sanarak, aslında hiç de sahip olmadığınız birtakım güçlere mâlik bulunduğunuzu zannedersiniz. Hattâ kimi zaman, o nîmetleri Allâh’a karşı günah işlemekte kullanırsınız… (Bu nasıl kulluktur, nasıl şükürdür!?)”
ŞÜKÜR VE NANKÖRLÜK ARASINDAKİ İNCE ÇİZGİ
Gerçek şükür, nîmetlerin asıl sahibinin dâimâ Cenâb-ı Hak olduğunu bilmektir. O’na kalben ve kavlen teşekkür hâlinde bulunmaktır. Ayrıca ihsân ettiği nîmetleri rızâsı istikâmetinde kullanmak sûretiyle, bunu fiilen de ifade etmektir.
Şükrün zıddı olan nankörlük ise, bütün nîmetlerin Cenâb-ı Hakk’ın lûtfu olduğu hakîkatini görmezden gelerek; “Ben başardım, ben kendi gücümle kazandım…” gibi düşüncelerle nefsâniyeti palazlandırmaktır. Yani nîmetleri nefsine mâl etmek ve muvaffakıyetleri kendinden bilmektir. Bu gaflet içinde, nîmetleri günah ve mâsıyetlere sarf etmektir.
Kul, şükür veya nankörlükten hangisini tercih ederse etsin, Cenâb-ı Hakk’a ne bir fayda ne de bir zarar verebilir. Fakat kendisi gerek dünya hayatında, gerekse kabirde, kıyamette, hesap gününde, velhâsıl ebedî hayatta bu tercihinin karşılığını mutlaka görecektir. Nitekim Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmelerde şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz Biz ona (insana, doğru) yolu gösterdik. İster şükredici olsun, ister nankör!” (el-İnsan, 3)
“…Eğer şükrederseniz elbette size (nîmetimi) artırırım. Eğer nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz azâbım çok şiddetlidir.” (İbrahim, 7)
Farkında olduğumuz ve olmadığımız bütün nîmetleri için Cenâb-ı Hakk’a şükretmemiz îcâb eder. Lâyıkıyla tefekkür edebilsek hemen idrâk ederiz ki, her an Rabbimiz’in sayısız nîmetleriyle perverde hâldeyiz.
Kânûnî Sultan Süleyman ne güzel söylemiş:
Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi,
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi…
NİMETİN ŞÜKRÜ NASIL BİLİNİR?
Gerçekten de sıhhat ve âfiyet üzere geçen her an ve her nefes, Cenâb-ı Hakk’ın bizlere ne büyük bir ihsân-ı ilâhîsidir. Esâsen bir nefes bile iki şükrü gerektirir; biri alabildiğimizin, diğeriyse verebildiğimizin şükrüdür. Lâkin bunca şükre insanoğlunun ne gücü yeter, ne de bu şekilde hayatın tabiî akışını sürdürebilmek mümkün olabilir.
Nitekim rivâyet edildiğine göre Mûsâ -aleyhisselâm- Cenâb-ı Hakk’a:
“–Yâ Rabbi! Sana şükrüm, Sen’den bana verilen ayrı bir nîmettir ki, o da ayrıca bir şükür ister. (Yani her şükre ayrı bir şükür îcâb eder. Bu da sonsuza kadar gider. O hâlde Sana lâyıkıyla nasıl şükredebilirim?)” der.
Allah Teâlâ da:
“–Her nîmetin Ben’den olduğunu bildiğin vakit, Ben de bu bilgini şükür olarak kabul ederim.” buyurur. (İhyâ, IV, 163)
Yani kullarına son derece merhametli olan Rabbimiz, bütün nîmetlerin Yüce Zât’ından olduğunu bilmemizi “şükür” olarak kabul buyuruyor. Böylece biz kullarına ayrı bir lûtufta daha bulunuyor.
Bu ilâhî lûtuf ve ihsanlara mukâbil insanoğlunun nâil olduğu muvaffakıyetlerden nefsine pay çıkarması, nîmeti kendinden bilmesi, yani sebeplere takılıp asıl Müsebbib’den gâfil kalması, ne kadar abes bir durumdur! Zira tevhid akîdesinin ortaklığa tahammülü yoktur…
EN BÜYÜK NİMET O'NU BULMAKTIR
Rivâyete göre Cenâb-ı Hak, Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’a;
“‒Firavun’a git; çünkü o iyice azdı.” (Tâhâ, 24) buyurduğu zaman Mûsâ -aleyhisselâm-, zâhiren âile efrâdını ve davarlarını emânet edeceği bir kimse olmadığından;
“–Yâ Rabbi! Ev halkım ve davarlarım ne olacak?” dedi.
Bunun üzerine Cenâb-ı Hak şöyle buyurdu:
“–Ey Mûsâ! Ben’i bulduktan sonra başka ne istersin? Sen Ben’im emrimi edâya koş! Bana bağlan ve teslîmiyet göster! İstersem, kurdu koyunlarına çoban eder ve meleklerimi de âilene muhâfız kılarım.
Ey Mûsâ! Nedir bu düşündüğün? Annen seni nehre bıraktığı zaman seni kim kurtardı? Bundan sonra seni annene tekrar kim kavuşturdu? Hani sen, birini kazâ ile öldürmüştün de Firavun seni aramaya koyulmuş ve öldürmeye azmetmişti; o vakit seni ondan kim muhâfaza etti?..”
Mûsâ -aleyhisselâm-, hem bu sözleri dinliyor, hem de her cümlenin sonunda;
“–SEN, SEN, SEN YÂ RABBİ!..” diyordu.[1]
Demek ki hiçbir zaman kulluğumuzu, acziyetimizi ve hiçliğimizi unutmamalıyız. Rabbimiz’e karşı aslâ “ben” dememeli, nâil olduğumuz bütün nîmetleri O’ndan bilmeli ve dâimâ; “Her şey Sen’in lûtfundur yâ Rabbi!” demeliyiz. Nitekim ârif zâtlar da; “Sen çıkınca aradan, kalır seni Yaratan!” demişlerdir.
BİZİM NEYİMİZ VAR?
Hüdâyî Hazretleri’nin Cenâb-ı Hakk’a;
Alan Sen’sin, veren Sen’sin, kılan Sen,
Ne verdinse odur, dahî nemiz var?!.
şeklindeki ilticâsı da, bu hakîkatin diğer bir ifadesidir.
İşte gönüller bu kıvamda olunca, ilâhî nusret, rahmet ve bereket de nasip oluyor. Bu kıvam kaybolduğunda ise Cenâb-ı Hakk’ın yardımı, ihsânı ve ikrâmı da kesiliyor.
Nitekim müslümanların küfre karşı ilk savaşı olan Bedir’de büyük bir zafer nasip olmuştu. Cenâb-ı Hak, müʼminlerin kalbinde, herhangi bir gurur, kibir, enâniyet, zaferi kendinden bilme duygusu meydana gelmemesi için şöyle buyurdu:
“(Ey Rasûlüm! O gün) onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü. Attığın zaman da Sen atmadın, fakat Allah attı. Ve bunu, mü’minleri güzel bir imtihanla denemek için (yaptı)…” (el-Enfâl, 17)
Demek ki çile ve meşakkatler gibi, nîmet ve muvaffakıyetler de birer ilâhî imtihan vesîlesidir. Şımarıp azgınlığa düşenler imtihanı kaybederken, şükredip o nîmetleri Rabbine daha da yakınlığa vesîle kılmak için gayret edenlerse, kazananlardan olurlar.
HZ. SÜLEYMAN'IN (A.S) ŞÜKÜR VE NANKÖRLÜK İMTİHANI
Şu Kur’ânî hakîkat, bunu ne güzel ifade etmektedir:
Kendisine muazzam bir dünya saltanatı bahşedilmiş olan Süleyman -aleyhisselâm-, yanındaki müşâvirlerinden, Sebe melîkesi Belkıs’ın tahtını uzak bir mesafeden çok kısa bir sürede getirmelerini istemişti. Âyet-i kerîmede bildirildiği üzere:
“Kitaptan (Allah tarafından verilmiş) bir ilmi olan kimse: «Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm.» dedi. (Süleyman) onu (melîkenin tahtını) yanıbaşına yerleşmiş olarak görünce dedi ki:
«Bu; şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak üzere Rabbimin (gösterdiği) lûtfundandır. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur. Nankörlük edene gelince, o bilsin ki, Rabbimin hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, çok kerem sahibidir.»” (en-Neml, 40)
Demek ki Rabbimiz bizi hayırla da şerle de, nîmetle de mahrûmiyetle de dâimâ imtihan etmektedir. Dolayısıyla her hâlükârda uyanık bulunup Rabbimiz’e şükür duygumuzu korumamız elzemdir.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2018 – Aralık, Sayı: 394, Sayfa: 032
YORUMLAR