Nûr Suresi 38. Ayet Meali, Arapça Yazılışı, Anlamı ve Tefsiri
Nûr Suresi 38. ayeti ne anlatıyor? Nûr Suresi 38. ayetinin meali, Arapçası, anlamı ve tefsiri...
Nûr Suresi 38. Ayetinin Arapçası:
لِيَجْزِيَهُمُ اللّٰهُ اَحْسَنَ مَا عَمِلُوا وَيَز۪يدَهُمْ مِنْ فَضْلِه۪ۜ وَاللّٰهُ يَرْزُقُ مَنْ يَشَٓاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ
Nûr Suresi 38. Ayetinin Meali (Anlamı):
Neticede Allah onları, işledikleri amellerin en güzeliyle mükâfatlandıracak, üstelik onlara lutf u kereminden daha fazlasını verecektir. Allah, dilediği kimseyi hesapsız rızıklandırır.
Nûr Suresi 38. Ayetinin Tefsiri:
“Evler”den
maksat, Yüce Allah’a ibâdet için tahsis edilmiş mescitlerdir. Gökyüzündeki
yıldızlar nasıl yeryüzünde bulunanlara aydınlık görünüyorsa, bu mescitler de
gökte bulunanlara öylesine aydınlık görünür. Bu sebeple Allah Teâlâ mescidlerin
yapılmasını, imar edilmesini, onlara saygı gösterilmesini, pisliklerden ve boş
sözlerden arındırılmak sûretiyle onların şânının yüceltilmesini ve oralarda
kendisine ibâdet edilmesini istemektedir. İçinde namaz kılınan ve Allah’ın ismi
zikredilen mü’minlerin evlerini de bu muhtevâda değerlendirmek mümkündür.
Rasûlüllâh
(s.a.s.) mescidlerin binâ edilmesini; içlerinin de ibâdet ve zikrullâh ile
doldurulmasını teşvik eder:
“Kim
Allah rızâsı için bir mescid yaparsa, Allah da cennette onun için bir saray
yapar.”
(Buhârî, Salât 65; Müslim, Mesâcid 24)
Hz.
Âişe der ki:
“Nebiyy-i
Ekrem (s.a.s.) bize mahallelerde mescidler edinmemizi ve mescitlerin temiz
tutulup güzel kokulandırılmasını emretti.” (Ebû Dâvûd, Salât 13; İbn Mâce,
Mesâcid 8-9)
Resûlullah
(s.a.s.) şöyle buyurur:
“Kim
mescitten rahatsızlık verici şeyleri dışarı çıkaracak olursa, Allah da ona
cennette bir ev yapar.” (İbn Mâce, Mesâcid 9)
“Sizler
bir kimsenin mescitlere devam etmeyi alışkanlık hâline getirdiğini görecek
olursanız, onun iman ehli olduğuna şâhitlik ediniz. Çünkü Yüce Allah: «Allah’ın
mescitlerini ancak Allah’a ve âhiret gününe inanan, namazı dosdoğru kılan,
zekâtı veren ve sadece Allah’tan korkan kimseler gerçek mânada îmar edebilir»
(Tevbe
9/18) buyurmaktadır.” (Tirmizî, Tefsir 9/10; İbn Mâce, Mesâcid 19)
Cenâb-ı
Hakk’ın çok değer verdiği bu mescitlerde gerçek erler, güzel insanlar namaz ve
zikirle sabah akşam Allah’ı tesbih ederler. Onlar öyle kimselerdir ki, hiçbir
ticaret ve alış veriş onları Allah’ı zikirden, namazı kılmaktan ve zekâtı
vermekten alıkoyamaz. Yani onlar ibâdet için ticaret ve alışverişi terk eden
insanlar değildir. Bilakis onlar hem ticaret ve alışverişle uğraşır, hem de
ibâdetlerin hakkını verirler. Biri diğerine engel teşkil etmez. Onlar çok
dikkatli ve uyanıktırlar. Zira kalplerine öyle bir kıyâmet ve âhiret korkusu
işlemiştir ki, bu korku hiçbir zaman onların akıllarından çıkmaz ve onların
dâima istikâmet üzere bulunmalarını sağlar.
Hasan
Basrî (k.s.) der ki:
“Mü’min,
her sabah hüzünlü kalkar; onun hali başka türlü olamaz. Çünkü o iki korku
arasındadır. Şöyle ki:
›
Geçmişte işlediği bir günahı vardır; bilemez ki o günah sebebiyle
Yüce Alah kendisine nasıl bir muamelede bulunacak?
›
Kalan ecelini, ömrünü düşünür. Bilemez ki, onda bulunan
tehlikelere karşı ne yapacak, onlardan nasıl kurtulacak?” (el-Hadâiku’l-Verdiyye,
s. 329)
Mü’minler
böyle korkup dikkatli davrandıkları için nihâyet Allah onları yaptıklarının en
güzeline göre mükâfatlandıracak ve lütf u kereminden onlara bol bol ihsân
edecektir. Allah dilediği kullarını hesapsız rızıklandırır. Kimse buna mâni
olamaz.
Konuyu
anlama açısından bu âyetlerin inişine de sebep teşkil eden şu hâdise ne kadar
mânidârdır:
Resûlullah (s.a.s.) zamanında iki müslüman
vardı. Bunlardan biri tüccar, diğeri de kılıç yapan bir demirci idi. Tüccar
olan sahâbî, ezanı duyduğunda terazi elinde ise hemen kenara koyar, yerde ise
olduğu gibi bırakıp doğruca Mescid-i Nebevî’ye giderdi.
Kılıç
ustası da, çekiç örsün üzerindeyse o vaziyette bırakır, kılıca vurmak üzere
kaldırmışsa çekici arkasına atar ve hemen Mescid-i Nebevî’ye giderdi. İşte bu
ve benzeri kişileri medhetmek üzere Allah Tealâ:
“O erler ki, ne ticaret ne de alış veriş onları Allah’ı
zikretmekten, namazı dosdoğru kılmaktan ve zekâtı vermekten alıkoyamaz. Onlar,
kalplerin halden hale girip alt üst olacağı, gözlerin dehşetten donakalacağı
bir günden korkarlar” (Nûr 24/37) âyetini indirdi. (Kurtubî, el-Câmi‘, XII, 184).
İbn
Mesûd (r.a.) bir gün çarşıda, ezanı duyar duymaz mallarını bırakarak namaza
koşan bir takım insanlar görmüştü. Bunun üzerine şöyle dedi:
“–İşte
bunlar, Allah Teâlâ’nın Nûr sûresinin 37. âyetinde methettiği kimselerdir.”
(Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, VII, 83)
Hak
dostlarından Ubeydullah Ahrâr (k.s.), kendisiyle alakalı bir durumu şöyle
anlatmaktadır:
“Üç
yaşındaydım. Yüce Allah ile huzur içindeydim. Tâ okula gidinceye kadar hep öyle
devam ettim. Okulda okuyordum; kalbim Allah’a bağlıydı. O halimle sanıyordum
ki, bütün insanlar benim gibidir. Bu sıralarda bir gün, kış mevsiminde şehrin
dışına çıktım. Ayağım ayakkabıyla birlikte çamura battı. O vakit çok da
soğuktu. Ayağımı çamurdan kurtarmaya çalıştım. Bu kurtarma sırasında Allah’tan
gâfil kaldım. Biraz ileride, biri öküzüyle ekim dikim işi yapıyordu. Ben de
kendimi ayıplamaya, nefsime çıkışmaya başladım:
«-
Şu çiftçiye bak, bunca işin içinde Allah’tan gâfil olmuyor!..” (el-Hadâiku’l-Verdiyye,
s. 643)
Mü’minlerin
bu aydınlık durumlarına karşılık, kâfirlerin iç karartan halleri gözler önüne
serilir:
Nûr Suresi tefsiri için tıklayınız...
Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
Nûr Suresi 38. ayetinin meal karşılaştırması ve diğer ayetler için tıklayınız...
YORUMLAR