“O Gün, Ne Mal Fayda Verir Ne De Evlât…”
Şuarâ suresi 88-89. ayetler bizleri nasıl uyarıyor? Benim kalbim temiz diyerek sorumluluklarımızdan kurtulabilir miyiz? En temiz kalpli insan Peygamberimiz (s.a.v) nasıl davranırdı? Kalbin safiyetini korumak için
Hüdâyî Hazretleri buyurur:
Seni aldar bu dehr-i dûn,
Nef‘ eylemez mâl ü benûn,
Nefs elinde olma zebûn,
Vâsıl olmağa sa‘y eyle…
“(Âhiret karşısında) son derece değersiz olan bu fânî dünya, ebedî hayatta fayda vermeyecek olan mal ve evlâtlar peşinde koşturarak seni aldatır. Nefsine karşı âcizlik gösterme de, Hakk’a vâsıl olmaya gayret et!..”
NE MAL FAYDA VERİR NE EVLAT
Cenâb-ı Hak, biz kullarına âhirette neyin fayda verip vermeyeceğini açıkça beyan buyuruyor:
“O gün, ne mal fayda verir ne de evlât. Ancak Allâhʼa kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” (eş-Şuarâ, 88-89)
Dolayısıyla dünya hayatında en mühim vazifemiz; Cenâb-ı Hakkʼın huzûruna takdim edilebilecek sâfiyette bir gönül kıvamı elde etmektir.
Bağdatlı Rûhîʼnin dediği gibi:
Sanma ey hâce ki senden zer ü sîm isterler,
Yevme lâ yenfeu’da kalb-i selîm isterler…
“Ey tüccar, dünya metâının fayda vermediği kıyâmet gününde, zannetme ki senden altın ve gümüş isterler. Senden yalnızca kalb-i selîm isterler…”
İşte bütün mesele; ilâhî azaptan kurtuluş fidyesi ve ebedî saâdet sermayesi olan bu selîm kalbi, yani temiz ve berrak gönlü elde etmek ve onu son nefese kadar muhafaza edebilmektir.
Fakat bazı gâfillerin yaptığı gibi, dînin emir ve nehiylerine riâyet etmeyip “benim kalbim temiz” demekle de iş bitmez. Zira insan, kendi kendine kalbinin temiz olduğu hükmünü veremez. Bilâkis insan, ekseriyetle kendisi hakkında sübjektif, yani tarafgir davranır. Bu sebeple hiçbir hâkim, kendi dâvâsına bakamaz; onu başka bir hâkimin muhâkeme etmesi gerekir.
"BENİM KALBİM TEMİZ"
Dolayısıyla dînin îcaplarını yerine getirmeyen birinin; “Benim kalbim temiz.” diyerek kendinden menkul bir fazîlet iddiâsında bulunması, ancak kendini kandırması demektir. Nitekim âyet-i kerîmede;
“…Kendinizi temize çıkarmayın! Çünkü O (Allah) kimin takvâlı olduğunu en iyi bilendir.” (en-Necm, 32) buyrulmaktadır.
Yani kulu kurtaracak olan; kendini kuru lâflarla aklamaya çalışması değil, Allah indinde temiz sayılanlardan olabilmek için samimiyetle gayret etmesidir. Zira Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede soruyor:
“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece «Îman ettik.» demeleriyle bırakılacaklarını mı sandılar?!” (el-Ankebût, 2)
Dolayısıyla takvâ hassâsiyeti içinde kulluk vazifelerine riâyet etmek, her müʼmin için elzemdir.
EN TEMİZ KALPLİ İNSAN
Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, en temiz kalpli insan olduğu hâlde; ibadette, muâmelâtta, ahlâkta ve bilhassa günümüzün en büyük problemlerinden biri olan “helâl ve harama riâyet” hususunda, ümmetine en büyük örnek teşkil etmiştir.
Şunu da düşünmeliyiz ki; canıyla, malıyla, evlâdıyla Hakkʼa yakınlık imtihanlarından geçerek “Halîlullah”, yani “Allâhʼın Dostu” sıfatıyla taltif edilmiş olan Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm- dahî:
وَلَا تُخْزِن۪ي يَوْمَ يُبْعَثُونَ
“(Yâ Rabbi! Kulların) diriltilecekleri gün, beni mahcup etme!” (eş-Şuarâ, 87) niyâzında bulunmuştur.
Yine âyet-i kerîmede:
“…Kulları içinden ancak âlimler, Allahʼtan (gereğince) korkar…” (Fâtır, 28) buyrulmaktadır.
Demek ki, kulun ilmi, irfânı ve mânevî mertebesi yükseldikçe, onun kalbindeki haşyetullâh duygusu da ziyadeleşir. Dolayısıyla, Allâhʼın emirlerine, nehiylerine, helâl-haram hudutlarına riâyeti de o nisbette artar. Selîm kalplerin en büyük alâmeti, işte bu takvâ hassâsiyetidir.
Hadîs-i şerîfte buyruluyor:
“Kul bir günah işlerse, kalbinde siyah bir leke oluşur. Eğer samimî bir tevbe ederse, o siyah leke kaybolur; aksi hâlde oraya iyice yerleşir. Sonra bir başka günah işleyince, yine bir başka leke belirir, sonunda kalp kapkara bir hâle gelir.” (Tirmizî, Tefsîr, 83)
Yani günahlar, haramlar, kerahatler, ibadetlerdeki fireler, kulluktan verilen tâvizler, hep kalbin sâfiyetini bozan siyah noktalardır. Kalbi bu mânevî lekelerden arındırarak ona “selîm” vasfını kazandırmanın en tesirli yolu, samimî gözyaşlarıyla yapılan tevbe ve istiğfarlardır. Fakat Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın buyurduğu gibi;
“Günah işlemekten vazgeçmek, tevbe ile uğraşmaktan daha kolaydır.”
Yahya bin Muâz -rahmetullâhi aleyh-’in şu îkâzı da çok mânidardır:
“Şaşılır o kişiye ki hastalık korkusuyla yiyecekten perhiz eder de, Cehennem korkusuyla günahlardan perhiz etmez.”[1]
KALBİN SÂFİYETİNİ MUHAFAZA ETMENİN YOLU
Dolayısıyla kalbin sâfiyetini muhafaza etmek için, takvâ zırhına bürünerek günahlardan titizlikle sakınmak, en doğru yoldur.
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, bir gün Übey bin Kâ‘b -radıyallâhu anh-’a “takvâ”nın ne olduğunu sorar. Übey -radıyallâhu anh- da ona:
“–Sen hiç dikenli bir yolda yürüdün mü ey Ömer?” der.
Hazret-i Ömer:
“–Evet yürüdüm.” karşılığını verince bu sefer:
“–Peki ne yaptın?” diye sorar. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:
“–Elbisemi topladım ve dikenlerin bana zarar vermemesi için bütün dikkatimi sarf ettim.” cevâbını verir.
Bunun üzerine Übey bin Kâ‘b -radıyallâhu anh-:
“–İşte takvâ budur.” der.[2]
Yani Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna selîm bir kalple, müsterih bir vicdanla, korku ve hüzünden âzâd olmuş bir hâlde çıkabilmek için;
‒Bu dünyada günah ve haram dikenlerine takılmaktan kendimizi titizlikle korumalı,
‒Gönül tahtımızı, Rabbimiz’in râzı olacağı şekilde tertemiz tutmalı,
‒Beşeriyet îcâbı kendimizi koruyamadığımız hatâ ve kusurlarımız sebebiyle, hâlisâne tevbe ve istiğfarda bulunmalı,
‒En mühimi de kul haklarının vebâlinden kurtulmak için bir an evvel helâlleşmeli,
‒Bildiğimiz ve farkında olduğumuz günahlarımız kadar, bilmediğimiz ve farkında olmadığımız günahlarımız da bulunabileceği için, yine tevbe ve istiğfâra devam etmeliyiz.
Ebuʼl-Hasan Harakānî Hazretleriʼnin şu nasihatini, hayat düstûru edinmeliyiz:
“Allah -celle celâlühû- sizi tertemiz hâlde dünyaya gönderdi; siz de O’nun huzûruna kirli olarak gitmeyiniz!”[3]
Velhâsıl Cenâb-ı Hak; kullarını, ebedî saâdet ve selâmet yurdu olan Cennet’e dâvet ediyor. Cennet ise, bir letâfet diyârıdır. Oraya ancak, kesâfetten arınmış, yani günah kirlerinden temizlenerek latîf hâle gelmiş olanlar kabûl edilirler.
Bunun için mü’min, maddî ve mânevî bakımdan tertemiz bir hayat yaşamaya gayret edecek ki Cennet’e lâyık hâle gelebilsin…
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2024 – Haziran, Sayı: 460
YORUMLAR