O Kimse Gerçek Mânâda Tasavvuf Ehli Olamaz

Tasavvuf

Hayatını Kurʼân ve Sünnet ölçülerine göre düzenlemeyen, dînin zâhirî ve bâtınî mükellefiyetlerini ihmâl eden bir kimsenin dilinden, ne kadar tasavvufî ifadeler dökülürse dökülsün, o kimse gerçek mânâda tasavvuf ehli olamaz.

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Rasûlʼün sünnetin tutmak,
Hakîkat yoluna gitmek
Sarây-ı vahdete yetmek,
Ne devlet, ne saâdettir!..

Ebedî saâdetin kaynağı, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin sünneti üzere yaşamaktır. Zira sünnet üzere yaşamadan ilâhî hakîkatlere ermek, ilâhî hakîkatlere ermeden de Cenâb-ı Hakkʼın vahdet sarayına vâsıl olmak mümkün değildir.

GERÇEK TASAVVUF

Gerçek tasavvuf da, Kurʼân ve Sünnetʼi kalbî derinlikle idrâk edip vecd içinde tatbik etmektir. Allah Rasûlüʼnün kalbî hayatını, kalbimize nakşedebilmenin, Oʼnun gönül dokusundan hisseler alabilmenin eğitimidir.

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96) hadîs-i şerîfi muktezâsınca; îman, ibadet, ahlâk, hissiyat, fikriyat, muâmelât ve muâşerette, velhâsıl her hususta Efendimizʼle beraber olma gayretidir.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, mânevî ke­mâlâtın zirvesinde bulunmasına rağmen, nasıl ki zâhirî ve bâtınî bütün kulluk vazifelerini son nefesine kadar büyük bir îtinâ ile îfâ etmiş ve haramlardan, kerahatlerden, hattâ şüphelilerden titizlikle sakınmışsa, Oʼnu örnek alması gereken her müʼmin de, bunlarla mükelleftir.

BÂYEZÎD-İ BİSTÂMÎ HAZRETLERİʼNİN  ÎKÂZI

Büyük mürşid-i kâmillerden Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleriʼnin şu îkâzı ne kadar mânidardır:

“Kim Kur’ân-ı Kerîm kıraatini ve zühd hayatını terk eder, cemaate devam etmez, cenâzelere katılmaz, hastaları ziyaret etmez de sûfî olduğunu iddiâ ederse, o ancak bid’atçidir.”[1]

Yani bu nevî sünnetlerden, ferdî ve ictimâî kulluk vazifelerinden uzak bir yaşayışın da tasavvufî hayatla hiçbir alâkası yoktur. Dolayısıyla, kulluk vazifelerini ihmâle götüren ve kendini şerʼî ölçülerden muaf görmeye sevk eden her şeyin bâtıl olduğunu, aslâ unutmamak îcâb eder.

Nasıl ki mezhepler içinde “fırak-ı dâlle” denilen “bâtıl mezhepler” ortaya çıkmışsa, tasavvufî yollarda da hak yoldan sapmış bazı güruhlar, tarih boyunca var olagelmiştir. Bunlara karşı dikkatli olmak elzemdir.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in çok sevdiği sahâbîlerin­den olan Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anhumâ-’ya yaptığı şu îkaz, hepimiz için bir hayat düstûru olmalıdır:

“Ey İbn-i Ömer! Dînine iyi sarıl, dînine iyi sarıl! Zira o senin hem etin, hem kanındır. Dînini kimden öğrendiğine dikkat et! Dînî ilimleri ve hükümleri, istikâmet ehli âlimlerden al, sağa-sola meyledenlerden alma!”[2]

Bu itibarla, hayatını Kurʼân ve Sünnet ölçülerine göre düzenlemeyen, dînin zâhirî ve bâtınî mükellefiyetlerini ihmâl eden bir kimsenin dilinden, ne kadar tasavvufî ifadeler dökülürse dökülsün, o kimse gerçek mânâda tasavvuf ehli olamaz.

"VELİ" DİYE MEŞHUR BİRİ

Şu hâdise, bu hususu ne güzel îzah etmektedir:

Bâyezîd-i Bistâmî -rahmetullâhi aleyh- bir gün, insanlar arasında “velî” diye meşhur olmuş bir kişiyi görmek için, müridleriyle yola çıkmıştı. Ziyaretine gitmekte oldukları zât evinden çıkıp mescide giderken kıbleye doğru tükürdü. Bâyezîd -rahmetullâhi aleyh-, o zâtın bu ham ve lâkayd hâlinden son derece mahzun oldu ve selâm bile vermeden derhâl geri döndü. Talebelerine de şöyle dedi:

“–Bu zât, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in öğrettiği edeplerden birine riâyet hususunda bile güvenilir değil! Cenâb-ı Hakk’ın esrârı hususunda nasıl kendisine güvenilecek?!.”[3]

Dipnotlar:

[1] Beyhakî, Şuab, III, 305; İbnü’l-Cevzî, Telbîsü İblîs, s. 151.

[2] Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye fî İlmi’r-Rivâye, el-Medînetü’l-Münevvere, el-Mektebetü’l-İlmiyye, s. 121.

[3] Kuşeyrî, Risâle, s. 57, 416-417.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2022 – Aralık, Sayı: 442