O Ümmetine Çok Düşkündür

Hz. Peygamber’in (s.a.s.) ümmetine düşkünlüğü nasıl anlaşılmalıdır?

Yüce Rabbimiz kulları için murad buyurduğu bütün güzel ve emsalsiz model davranışları, sevgili habibi, Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’de toplamıştır. O’nun Rabbi karşısındaki ana vasfı “şükreden bir kul”, ümmetine karşı ana vasfı ise -ilahî şahâdetle- “harîsun aleyküm/size çok düşkün”, “aziz bir elçilik”ti. Âyet-i kerimede “And olsun size içinizden öyle bir peygamber geldi ki gayet izzetli ve şereflidir. (Herhangi bir) sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. Üstünüze titrer, müminlere gayet merhametli ve şefkatlidir.” (Tevbe, 128) buyrularak, o rahmet peygamberi Efendimiz’in ümmetine düşkünlüğü vahy-i ilahîyle mü’minlere bildirilmektedir.

PEYGAMBERİMİZİN ÜMMETİNE DÜŞKÜNLÜĞÜ

Merhum Elmalılı Hamdi Efendi tefsirinde bu nebevî hassasiyetin tezahürlerini şöylece açıklar:

“Sizden, sizin içinizden, kendi cinsinizden, melek değil; aslı ve nesebi belli, sizin gibi bir insan. Ancak sizin sıkılmanız ona ağır gelir, gücüne gider. Azap görmeniz şöyle dursun birtakım sıkıntılara, zahmetlere uğramanız bile O’nu üzer, son derece rahatsız eder. Yahut sizi sıkan, zorunuza giden şeyler -beşeriyet icabı- O’nu da üzer. O, izzet sahibi peygamber, evlatlarının zor durumda kalmasına razı olmaz. Sizin cinsinizden olması ve izzet sahibi olması sebebiyle bütün dertlerinizi ve kederlerinizi yüreğinde duyar, acınızı hisseder. Üzerinize çok düşkün, size karşı pek hırslıdır yani hidayet ve iyiliğinize, faydanıza ve hayrınıza çok hırslıdır. Üzerinize bir toz kondurmak istemediği gibi sizi mutluluğun zirvesine eriştirmek, selâmete çıkarmak, cennete ve rıdvana kavuşturmak için bütün hırsı ve var gücüyle uğraşır.

O’nun merhameti bütün mü’minleredir ki O, “rauf”tur; yani gayet ince bir şefkati, derin bir merhameti vardır. Fıtraten yani doğuştan, yaratılıştan, Allah tarafından pek ziyade merhametlidir. Günahkârlara bile acır. İşte bütün bunlardan dolayı ey insanlar, Kur'an'da söz konusu edilen mükellefiyetler, emirler, yasaklar, ikazlar, ağırınıza da gitmemeli, gönlünüzü incitmemelidir. Bütün bunlar genellikle mü’minlere gayet büyük bir sevgi ve şefkatin tecellileridir.”

Gerçekten Allah Rasûlü Efendimiz iki yönden ümmetine çok düşkündü. Öncelikle onların aç, susuz kalmaları, korku içinde yaşamaları, O’na çok ağır gelirdi. Bu durumda olanlarla merhametli bir baba sıfatıyla ilgilenir, sıkıntılarını giderirdi. Ümmetin mutluluğu onun da mübarek yüzünde parıltılar yansıtırdı. Bu güzelliklerinden birini Cerir bin Abdillah radıyallahu anh anlatıyor:

Bir gün erken vakitlerde Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellemin huzûrunda idik. O esnâda Mudar Kabîlesi’nden perişan bir topluluk çıkageldi. Gelenlerin üzerinde alaca çizgili basit bir aba vardı. Bu abayı delerek başlarından geçirmişlerdi. Fakat neredeyse çıplak vaziyetteydiler.

Onları bu derece fakir görünce Allah Rasûlü’nün yüzünün rengi değişti. Hemen evine girdi. Sonra da çıkıp Bilâl’e ezân okumasını emretti, o da okudu. Sonra Bilâl kāmet getirdi ve Efendimiz namaz kıldırdı. Akabinde bir hutbe îrâd ederek şu âyet-i kerîmeyi okudu:

«Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan zevcesini var eden ve ikisinden pek çok kadın ve erkek meydana getiren Rabbiniz’e hürmetsizlikten sakının!.. Şüphesiz ki Allah hepinizi görüp gözetmektedir.» (en-Nisâ, 1)

Sonra da şu âyeti okudu:

«Ey îmân edenler! Allah’tan korkun, herkes yarın için ne hazırladığına baksın!..» (el-Haşr, 18)

Daha sonra;

«-Her bir fert; altınından, gümüşünden, elbisesinden, bir ölçek bile olsa buğdayından, hurmasından sadaka versin. Hattâ yarım hurma bile olsa sadaka versin!» buyurdu.

Bunun üzerine ensardan bir adam, ağırlığından dolayı neredeyse kaldırmaktan âciz kaldığı, hattâ kaldıramadığı bir torba getirdi. Ahâlî birbiri peşine sökün edip sıraya girmişti. Sonunda yiyecek ve giyecekten iki yığın oluştuğunu gördüm. Baktım ki Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in yüzü gülüyor, sanki altın gibi parlıyordu…” (Müslim, Zekât, 69)

Bir başka nebevi şefkat ve güzelliği de Ebû Hureyre radıyallahu anh anlatır:

“Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e, üzerinde borç bulunan bir cenâze getirildiği zaman:

«-Borcunu ödeyecek bir mal bıraktı mı?» diye sorardı. Eğer borcunu ödemek için yeterli mal bıraktığı söylenir (veya Müslümanlardan biri borcu tamamen ödeyeceğine dâir kuvvetlice söz verirse) namazını kılardı. Aksi takdirde Müslümanlara:

«-Arkadaşınızın namazını siz kılın!” buyururdu.

Ancak zamanla Allah Teâlâ, maddî imkânlarını genişletince, borcunu ödeyecek malı olmayan mü’minlerin namazını da kıldı.  Bundan sonra artık şöyle buyuruyordu:

“Ben her mü’mine, mutlaka, dünya ve âhirette insanların en yakınıyımdır. Dilerseniz şu âyeti okuyun: «O Peygamber, mü’minlere öz nefislerinden daha evlâdır/yakındır...»  Hangi mü’min vefat eder de geride bir mal bırakırsa vârisleri onu alsınlar. Borç veya bakıma muhtaç birini bırakmışsa o da bana gelsin, ben onun mevlâsıyım (himâye ve yardım edicisiyim).” (Buhârî, Tefsir, 33/1, Kefâlet 5, Ferâiz 4, 15, 25; Müslim, Ferâiz, 14)

O aziz peygamberin yüreğinden düşmeyen asıl dert ise ümmetin yüce Rabbimize karşı mânevî durumu idi. Zira beden fanidir. Bedenin ihtiyaçları da bir yolla ilahî teminat altındadır. Rızık, maksumdur. Acılar zaman içinde unutulur, ruh ise bâkidir ve ebediyet yolcusudur. Hiçbir engel ve meşguliyet, farklı imtihan tecellileri, ebedî âlem için hazırlığa engel olmamalıdır. Bu sebeple Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem ümmetinin bir taraftan yaralı gönüllerini teskin etmeye çalışır, diğer taraftan da Hak Teâlâ’nın muradı ölçüsünde onların manevî dünyalarını inşa için hatırlatmalarda bulunurdu.  Bu uğurda da her türlü çileye katlanırdı.

Câbir radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Benim ve sizin durumunuz, ateş yakıp da ateşine cırcır böcekleri ve pervaneler düşmeye başlayınca, onlara engel olmaya çalışan adamın durumuna benzer. Ben sizi ateşten korumak için kuşaklarınızdan tutuyorum, siz ise benim elimden kurtulmaya, ateşe girmeye çalışıyorsunuz.” (Buhârî, Rikâk 26)

Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Benim size karşı durumum babanın oğluna karşı durumu gibidir, ben size gerekli şeyleri öğretirim.”

“Benim ve Allah’ın benimle gönderdiği İslâm’ın durumu, bir topluluğa gelip şöyle diyen kişinin durumuna benzer:

- Ey Milletim, gerçekten ben, üzerinize gelmekte olan bir orduyu gözlerimle gördüm. Ben, size bu tehlikeyi bildiren apaçık bir haberciyim. Binaenaleyh canınızı kurtarmaya bakın!

Bu sözler üzerine ahâlinin bir kısmı ona itaat etti ve akşamdan yola çıkarak tabiî bir yürüyüşle bulundukları yeri terk edip gittiler, kurtuldular. Bir kısmı da onu yalanladı, yerlerinde kaldılar. Ordu onlara sabaha karşı baskın verdi ve hepsinin kökünü kazıdı. İşte bu hal, bana itaat, getirdiklerime ittiba edenler ile bana isyan ve Hak’tan getirdiklerimi yalanlayan kimselerin durumunun ta kendisidir.” (Buhârî, İ’tisâm 2)

Rabbimizin bizlere tekrar lütfettiği bu Ramazan bereketi ile O sallallahu aleyhi ve sellem’in ihtiyaç içindeki aziz ümmetine bütün imkânlarımızı cömertçe sunarken gönüllerin manevî imarı için de muhabbet ve ihlasla her türlü gayretin bezledilmesine vesile olmalıyız.

Ol Habibin hürmetine ey Hüdâ/Etme bizi hazretinden sen cüdâ.

Kaynak: Abdullah Sert, Altınoluk Dergisi, Sayı: 446

İslam ve İhsan

PEYGAMBERİMİZİN ÜMMETİNE OLAN DÜŞKÜNLÜĞÜ

Peygamberimizin Ümmetine Olan Düşkünlüğü

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.