Öfke İki Türlüdür
Şeyh Sâdî Hazretleri öfkeyi nasıl anlatıyor? Öfke kaç çeşittir ve bunlar nelerdir?
Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:
“Ermişlerden biri, bir pehlivan görmüştü ki, kızmaktan ağzı köpürmüş, bir şeye fenâ hâlde canı sıkılmıştı.
«‒Buna ne olmuş böyle?» diye sorunca, biri şu cevabı vermiş:
«‒Filânca adam ona hakaret edip sövmüş.»
Ermiş zât demiş ki:
«‒Bu adam bin batman taşı kaldırıyor da, bir sözü kaldıramıyor mu?!»”
ÖFKE İKİ TÜRLÜDÜR
Öfke iki türlüdür. Biri ham nefislerin öfkesi, diğeriyse mânen terakkî etmiş, olgun şahsiyetlerin öfkesi.
Ham nefislerin öfkesi; gözü karartan, aklı ve gönlü perdeleyen, sonrasında ise nedâmet ve mahcûbiyetten yüz kızartan bir cinnet hâlidir.
Kalben tekâmül etmiş bir müʼmin ise, celâllendiği zaman bile nefsini ve irâdesini kontrol altında tutar, hak ve adâletten aslâ şaşmaz.
Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Güçlü ve kuvvetli pehlivan, herkesi sallayıp yere yıkan kimse değildir. Asıl kahraman, öfke zamanında kendini tutabilen kişidir.” buyurmuşlardır. (Buhârî, Edeb, 102; Müslim, Birr, 106-108)
Şüphesiz ki bu dirâyeti sergileyebilmek, güzel bir mânevî terbiye ve irâde eğitimi gerektirir. Bundan dolayıdır ki öfke kontrolü hususunda da Hak dostlarının irşadlarına gönül vermek ve onların fazîlet dolu hâllerini örnek almak îcâb eder.
Şu hâdise, ne kadar ibretli bir misâldir:
Bir gazâda Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, bir düşman neferini altına almış, onu öldürmek üzereydi.
Ölümün pençesine kendisini kaptıran adam, âcizlik içinde iğrenç bir davranışa meylederek Hazret-i Ali’nin mübârek yüzüne tükürdü.
Ehl-i Beyt’in bahadır bir ferdi ve Allâh’ın arslanı olan Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- için, cihad meydanında alt ettiği kâfirin kellesini o an bir hamlede uçuruvermek, işten bile değildi. Fakat o, nefsinin galebesinden endişe ederek birdenbire durdu ve elindeki Peygamber armağanı olan zülfikârı yavaşça yere indirip düşmanını öldürmekten vazgeçti.
Yerde perişan vaziyette yatan ve rakibinin son bir hamlesiyle ölmeyi bekleyen adamcağız, bu hâle pek şaşırdı. Zira o, tükürmek sûretiyle yaptığı çirkin hareket neticesinde, Hazret-i Ali’nin öncekinden daha şiddetli bir öfkeyle karşılık vererek kendisini öldüreceğini düşünmüştü. Fakat düşündüğü gibi olmadı. Hayal edemeyeceği bir hakîkatle karşılaştı. İslâm ve gönül kahramanı olan Hazret-i Ali’nin bu davranışına akıl erdiremeyen o düşman, hayret ve merakla sordu:
“–Yâ Ali! Beni tam öldürecekken niye durdun? Niçin öldürmekten vazgeçtin? Ne oldu ki şiddetli bir hiddetten tarifsiz bir sükûna geçtin? Bir şimşek gibi çakmakta iken bir anda fırtınasız, sakin bir hava gibi duruluverdin?!.”
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- şöyle dedi:
“–Ben, Hazret-i Peygamber’in bana armağan ettiği bu zülfikârı ancak Allah yolunda sallarım. Buna aslâ nefsimi karıştırmam. Çünkü ben, Allâh’ın arslanı ve O’nun kılıcıyım; nefsimin, kibir ve gururumun değil… Sen yüzüme tükürmekle beni kızdırmak ve hakaret etmek istedin. Ben o an hiddete kapılsaydım, seni nefsime tâbî olmak gibi, bir mü’mine yakışmayan âdî bir sebeple öldürecektim. Hâlbuki ben, gururumu tatmin için değil, Allah için gazâ etmekteyim.”
Gördüğü bu ruh asâleti karşısında o düşmanın gönlü dirildi. Ardından dostluk sırrını kavradı ve Hazret-i Ali’nin yüce ahlâkından hisse alarak îmân ile şereflendi.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2024 – Aralık, Sayı: 466
YORUMLAR