Okuma - Yazma Bilmemek Cehâlet mi?
Cehâlet, sözlükte bilmemek, tanımamak, haberi olmamak, kaba, katı, sert davranışlı olmak anlamlarına gelir. İlmin ve hilm’in zıddıdır. Bu sebeple olmalıdır ki “eğitim görmüş kimsenin bir özelliği de olgun ve nazik davranışlı olmaktır” denilir. Peki, okuma - yazma bilmemek cehâlet midir?
Emr-i bi’l-ma’rûf imiş ihvân-ı İslâm’ın işi,
Nehyedermiş bir fenalık görse kardeş kardeşi.
Mehmed Âkif Ersoy
Kur’an-ı Kerim’de cehâlet iki âyet-i kerimede1 bilmemezlik ve tanımama manasında geçmektedir. Diğer âyet-i kerimelerde birey ve toplumların ilahî iradeye uymayan hatalı ve yanlış inanç, söz, fiil ve davranışlarını belirtmek ve bunları idrak edememek için kullanılır. Bir başka ifade ile cehâlet, Kur’an-ı Kerim’de bilgisizlikten daha çok, Allah Teala’ya ve insanlara karşı olumsuz tutum ve davranışları anlatır. Buna mürekkeb/katmerli cehâlet de denir.
Cehâlet, farklı bilim dallarında az çok değişik anlamlarda kullanılan ve temelde belirsizlik ve bilinmezlik demek olan bir terimdir.
Biz cehâleti burada ilmin zıddı olarak idraksizlik çerçevesinde ele alacak ve cehâletin ilim diye öğretilen türüne dikkat çekmek isteyeceğiz. Eskilerin “cehâletin bu kadarı ancak öğrenmekle elde edilir” dedikleri hali, ümmet yapısının ve hayatının zararlısı olarak söz konusu edeceğiz.
OKUMA - YAZMA BİLMEMEK CEHALET Mİ?
Eğer cehâlet, kimilerinin sandığı gibi okuma - yazma bilmemekten ibaret olsaydı, ya da vahiy ilim kaynağı olmasaydı herkesten önce ümmî Peygamber gerçeğini anlamak imkansız hale gelirdi. Okuma-yazma bilmemek anlamında ümmilik, sıradan insanlar için bir eksiklik olmakla beraber, vahiy yoluyla bilgilendirilen peygamberler için bir özellik ve üstünlüktür. Çünkü inanmak istemeyenler, Allah elçilerine karşı “söylediklerini şu zatlardan veya şu yazıtlardan öğreniyor” ithamında bulunamıyorlardı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem okuma-yazma bilmemek anlamında ümmî idi. Düşmanları onun bu vasfına rağmen bildikleri ve bildirdikleri karşısında aciz kalmış ne yapacaklarını şaşırmışlardı.
İmam-hatip okulunda talebe iken yaşlı bir tarih hocamızdan bir kaç kez, milletin geri kalmışlığının sebebi olarak matbaanın ülkeye geç geldiği için milletin okuma-yazma öğrenememesi ve cahil kalması olduğunu dinlemiştik. En sonunda söz alıp “hocam, siz böyle diyorsunuz ama matbaa geldikten sonra okur-yazar sayısı arttı da cehalet ortadan kalktı mı?” diye yaptığım ve hiç beklemediği itirazıma beni susturmakla cevap vermişti.
Günümüzde de diplomayı eğitilmişlik ölçüsü ve belgesi olarak kabul eden yaygın bir kanı vardır. Oysa diploma,yetişmişlik değil, bir okul ya da fakülteyi bitirmiş olmanın belgesidir. Çoğu kez de öğretilmiş cehâletin göstergesidir. Yetişmişlik ise bambaşka bir olgudur.
BİLGİ KAYNAKLARI
Aydınlanma felsefesi bilgi kaynaklarını akıl, gözlem ve deney diye sayar. Görüldüğü gibi bu sayımda vahiy bulunmamaktadır.Bu haliyle aydınlanma değil, azgınlaşma felsefesinden söz etmek daha doğru olacaktır. Zira Yüce Yaratıcı “İyi biliniz ki, yaratmak da yönetmek de Allah’a aittir”2 buyurmaktadır. Allah Teâlâ, yönetimle ilgili iradesini/ teklifî hükümlerini peygamberleri aracılığı ile insanlara bildirmiştir. Yani inananlar katında vahiy, bilgi kaynaklarının başında gelmektedir.
Prensip olarak vahyi, bilgi kaynağı kabul etmeyen bir anlayış ve ona göre düzenlenmiş eğitim sistemi tam bir cehâlet üretim ve öğretim yolu olmaktan başka herhangi bir anlam taşımaz. Zira vahyi bilgi kaynağı kabul etmemek; “Ya rabbi, yaratma sana aittir ama şu yönetimi bize bırak. Biz kendi hayatımızı kendimiz düzenleyelim” diye ifade edilebilecek bir başkaldırıdır. Nitekim bu düşünce farklı ortamlarda zaman zaman dile getirilmiş ve getirilmektedir. Mesela meclisin açılışında söylenen “Bundan böyle kanunlarımızı semanın emirlerine göre değil, ihtiyaçlarımıza göre biz düzenleyeceğiz” sözü; “Mekki âyetlere evet, Medenî âyetlere hayır” diye düşüncesini açık edenin bu beyanı, vahiyden tamamen veya kısmen soyutlanmış bir seküler hayat arzusundan başka neyi ifade eder?
"MESELELERİ AKLIN VE İLMİN IŞIĞINDA ÇÖZMEK" Mİ?
Bir din şurasında protokol konuşması yapan devletin başı, hepsi din bilimleri alanında uzman olan yani vahyi önceleyen inanç ve anlayış sahipleri olan katılımcılara karşı “meseleleri aklın ve ilmin ışığında çözeceksiniz” derken vahyi bilgi ve çözüm kaynağı olarak kabul etmediğini açıkça değilse bile zımnen itiraf etmekten ve aydınlanma felsefesi sözcülüğünden başka bir şey yapmamıştır.3
Öğretilmiş cahillik, özellikle ve öncelikle Resmi tarih yolu ve sömürgecilerin ve egemenlerin dayattığı eğitim sistemi vasıtasıyla öğretilip kurumlaştırılır. Böylesi hallerde sistemin “milli” diye sunulması, sadece bir avunma ve aldatmacadan ibarettir. Gerçekten milli ve yerli değerlerin es geçilip mesela ne idüğü belirsiz “yükselen batı değerleri” ardına düşülmesi, öğretilmiş cehalet sevdası değilse nedir?
Bu tür bir gidiş, darbeler sonrasında geçmişi kötülemek için resmen dile getirilen “gerçekler” kadar gerçek olmaktan uzaktır.
ÖĞRETİLMİŞ CEHALET
Medeniyetler arası kültürel savaş ortamında, Müslüman ülkelere üstünlük kurmak ve bunu sürekli hale getirmek için oluşturulmuş oryantalizm, İslâm ümmetinin değerlerine, sosyal vahdetine/birliğine ve bilincine yönelik etkin bir bilimsel saldırı kurum ve kuruluşu olarak görev yapmaktadır. Doğu bilimcilerinin çarpıtılmış bilgi ve bulgularını ustaca piyasaya arz etmeleri, bir çok Müslüman bilim adamı ve akademisyeni cezbetmekte ve “mutlak doğru” imiş gibi benimsenebilmektedir. Bu ise, öğretilmiş cehaletin bir başka ifadesi, bir başka boyutu olmaktadır.
Peygamber efendimiz Medine’yi teşriflerinden sonra Yahudilerin kendi kitaplarını İbranice okuyup Arapça olarak açıklamak suretiyle sürdürdükleri Müslümanları yanlış bilgilendirme, yanıltma, yıldırma ve İslâm’dan caydırma gayretleri karşısında Müslümanların Kitap ve Sünnet’e bağlılıklarını korumaları ve bu ilk aşamada kültürel kirlenmeye uğramamaları için”-Ehl-i kitabı (Yahûdiler) ne tasdik ne de tekzib ediniz. ‘Biz, bize ve size indirilene iman ettik’ deyiniz!”4 buyurmuştur.5 Gerekçe olarak da onların güvenilir olmadıklarını, kendi kitaplarını bile tahrif ederek, basit çıkarlar elde etmek için “Bu Allah katındandır”6diye takdim etmeye kalktıklarını hatırlatmıştır. En doğru kitabın Müslümanların elinde olduğunu, Yahudileri peşin peşin tekzip etmekte, bir gerçeği yalanlamış olma ihtimalinin, tasdik etmekte de bir bâtılı onaylama tehlikesinin bulunduğunu belirtmiştir7. Böylece Peygamber Efendimiz, daha başlangıçta söz konusu olabilecek öğretilmiş cehâlet tehlikesine ve kültürel kirlenme ihtimaline karşı en azından ihtiyatlı olmayı ilkeleştirmiştir.
PEYGAMBERİMİZ'İN İRŞAD VE İKAZI GÜNÜMÜZ İÇİN DE GEÇERLİ
Bize göre Peygamber Efendimiz’in bu irşad ve ikazı günümüz için de aynen geçerlidir. Ğayr-i müslim çevrelerin verdikleri haberleri ve araştırmalarında ileri sürdükleri görüşleri yerinde tetkik etmedikçe, Müslüman haber ajanslarına ve araştırmacılara onaylatmadıkça kabul veya red cihetine gitmeyip ihtiyatlı davranmak gerekmekte, bilimsel ifadesiyle söyleyecek olursak tevakkuf etmek lâzım gelmektedir. Böylesi bir tavır, oryantalistlerin emellerine ulaşmalarını önleyecek tedbirlerin ilk ve en etkili adımıdır.
O halde oryantalistler hakkında “Müslüman olma” ölçüsü dikkate alınmalı, henüz Müslüman olmayan müsteşriklerin fikir ve görüşleri konusunda ihtiyatlı davranılmalıdır. Nitekim büyük âlim Muhammed Hamidullah da Türkçe olarak yazdığı bir mektubunda konuya ait hassasiyeti şöyle dile getirmiştir. “..Profesör Roger Arnaldez Müslüman değil amma Fransalı müsteşrikler arasında en eyilerinden biridir. O Hz. Peygamberin hayatı şerifi hakkında eyi bir kitap neşr etti. Tercemesi inşallah faydalı olacak. Amma arz ettiğim gibi, o Müslüman değil. Onun dolayısıyla, yalnız terceme esnasında hacet gelen yerlerinde lazım gelen notlar ve tashihler de varsa daha eyi olabilir.”8 M.Hamidullah beyin, bu kısacık mektupta iki kez müellifin müslüman olmadığına dikkat çekmesi, üzerinde durulması gerekli ilginç bir uyarıdır.
PEYGAMBERİMİZ'İN TAVSİYE VE TEDBİRLERİ
Söz buraya gelmişken şuna da işâret edelim ki Peygamber Efendimiz’in bu tavsiye ve tedbiri kültürler arası iletişimi değil, etkiye açık bulunmayı önlemeye yöneliktir. Nitekim daha sonraları bizzat Peygamber Efendimiz “ İsrail oğulları da şaöyle diyor, böyle diyor diye rivayet edebilirsiniz. Bunda bir sakınca yoktur”9 buyurmuştur. Bir kez daha belirtelim ki, Ehl-i kitaptan yapılan rivayetler hakkındaki hüküm, tevakkuf’tan ibârettir.10
Belli kişi veya odaklarca son zamanlarda gündeme getirilen, Hz. Peygamber’in irşat ve uyarılarına dayalı olarak geçmişte gerçekleştirilmiş olan tüm bilimsel gayretleri ve ürünleri küçük, geçersiz ve yetersiz görme eğilimi ve Sünnet-i seniyye çevresinde oluşturulmak istenen kuşkulu hava, Müslümanları kültürel kirlenmeye açık hale getirmekten başka bir anlam ifade etmemektedir. Bu konuda son derece uyanık olmak, bu tür telkinler kimden ve nereden gelirse gelsin kulak asmamak gerekmektedir. Bu noktada Hz. Peygamber’in Mescid-i Dırâr diye bilinen Müslümanlara zarar vermek amacıyla yapılmış olan camiyi yaktırıp yıktırmasını11 hatırdan çıkarmamak gerekir. Peygamber Efendimizin bir mescidi yaktırıp yıktırması, dini yıkma hedefine yönelik dinî kisveli kişi, kurum ve kuruluşlara karşı alınacak tedbirlerin ciddiyetini ve önemini göstermektedir.
Ümmet bünyesinde kafa, gönül ve eylem olarak derin ve olumsuz izler bırakacak olan öğretilmiş câhilliğin iç ve dış kaynaklarına karşı uyanık olmak tüm ümmet mensuplarına düşen sosyal ve kültürel ciddi bir görevdir.
Dipnotlar: 1) el-Bakara (2), 273; el-Hucürât (49), 6. 2) el-A’râf (7), 54. 3) Üçüncü din şurasında böyle bir konuşma yapılmıştır. 4) el-Ankebut (29), 46. 5) Buhârî, Şehâdât 29, Tesiru sûre (2),11,Tevhid 51; Ebû Dâvûd, İlim 2. 6) Bk. Bakara suresi (2), 79. 7) Bk. Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 338, 387. 8) Bk. Hazreti Muhammed, s.7 (İstanbul, 1982. Üçdal Neşriyat). 9) Buhârî, Enbiyâ 50; Müslim Zühd72;Tirmizî, İlim 13; İbn Mâce, Mukaddime 5; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 39, 46. 10) A. Naim, Tecrid Tercemesi (Mukaddime), I, 97-98. Ehl-i kitabın haberleri kabul edilmezse, şahitlikleri haydi haydi kabul edilmez. Zira şahitlik, rivayetten daha özel/dar bir alandır(İbn Hacer, Feth, V, 345). 11) Mescid-i dırar hakkında bilgi için bk. Tevbe sûresi (9), 107; İbn Hişam, Sîre, IV, 173-174.
Kaynak: İsmail Lütfi Çakan, Altınoluk Dergisi, 366. Sayı, Ağustos 2016