
Ölüm Korkusunu Nasıl Yenebiliriz?
Ölüm korkusu nasıl yenilir? Ölüm korkusunu/kaygısını yenmenin yegane yolu şudur...
Âkıbet meçhuldür. Firavun’un sihirbazları misâli, dalâlet üzere yaşayıp âhir ömürlerinde hidâyete erenler olduğu gibi, Kârun ve Bel’am bin Baura misâli, hidâyet üzere yürüyüp, sonunda defterini hüsranla kapatmış olanlar da mevcuddur. Dolayısıyla bir kul, hangi mânevî makam, mertebe ve üstünlükte olursa olsun, nefs ve şeytan, dâimâ pusuda beklemekte ve fırsatını bulur bulmaz ayakları sırât-ı müstakîm’den kaydırabilmektedir. Zîrâ şeytan, Kur’ân-ı Kerîm’de bildirildiği üzere Cenâb-ı Hakk’a:
“–Sırât-ı müstakîm üzerinde oturacağım ve kullarını azdıracağım!..”[1] dedi ve tekrar diriliş gününe kadar kendisine mühlet verilmesini istedi. İmtihan dolayısıyla da bu mühlet kendisine verildi.
Bu tasalluttan ancak ihlâslı kulların istisnâ tutulduğunu da şeytan şöyle îtiraf etti:
“–İhlâsını koruduğun kulların müstesnâ!..”[2]
ÖLÜM KORKUSU/KAYGISI NASIL YENİLİR?
Peygamberlerin dışında hiçbir kul, îmân hususunda ayak kayması tehlikesinden kesin olarak selâmette değildir. Bu sebeple her bir mü’min, kendisine lutfedilmiş olan ömür nîmetini lâyıkıyla değerlendirmeye gayret etmelidir. Ölümün soğuk ürpertilerinden kurtulmanın yegâne çâresi, ancak sâlihâne bir ömür yaşamaya gayret etmektir. Çünkü ölüme hazırlıklı olanlar, ölümden korku duymak yerine onu ebedî bir vuslat vesîlesi olarak telakkî ederler. Bunlar, “ölümü güzelleştirebilme”nin huzûruna ermiş mes’ud kullardır. Fakat gâfilâne bir hayat yaşayarak âhiretini mahvedenler ise, ölümün korkunç ve karanlık girdabı karşısında soğuk ürpertiler duymaktan kurtulamazlar. Hazret-i Mevlânâ ne güzel söyler:
“Oğul, herkesin ölümü kendi rengindedir, insanı Allâh’a kavuşturduğunu düşünmeden ölümden nefret edenlere, ölüme düşman olanlara, ölüm korkunç bir düşman gibi görünür. Ölüme dost olanların karşısına da dost gibi çıkar.”
“Ey ölümden korkup kaçan can! İşin aslını, sözün doğrusunu istersen, sen aslında ölümden korkmuyorsun, sen kendinden korkuyorsun.”
“Çünkü ölüm aynasında görüp ürktüğün, korktuğun, ölümün çehresi değil, kendi çirkin yüzündür. Senin rûhun bir ağaca benzer. Ölüm ise o ağacın yaprağıdır. Her yaprak ağacın cinsine göredir…”
İşte bir kul, bu dünya hayâtında benliğini aşar ve rûhunda meknûz olan melekî sıfatlar istikâmetinde merhaleler kat ederse, yâni “ölmeden evvel ölmek” sırrına nâil olursa, ölüm, hayâl ötesi muazzam ve müteâl olan Rabb’e vuslatın mecbûrî bir ilk adımı olarak görülür. Böylece ekseri insanlarda şiddetli korkulara sebep olan ölüm, gönüllerde “Refîk-ı A’lâ”ya, yâni “en yüce dosta” kavuşma heyecanına dönüşür.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in son anları, bu heyecanın zirvesinde yaşanmış bir vuslat demiydi. O, ömrü boyunca her hâlükârda Rabbinin emrine itaat ve muhabbet hâlinde olduğundan, ölmeden evvel ölerek vefâtını bir şeb-i arûs hâline getirmişti. Nitekim Hazret-i Âişe ve Hazret-i Ali -radıyallâhu anhümâ-’dan rivâyet edildiğine göre, Peygamber Efendimiz’in vefâtına üç gün kala Cenâb-ı Hak her gün Cebrâil -aleyhisselâm-’ı göndererek Rasûlü’nün hatırını sormuştu. Son gün olunca Cebrâil -aleyhisselâm- bu sefer yanında ölüm meleği Azrâil de bulunduğu hâlde geldi.
Cebrâil -aleyhisselâm-:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Ölüm meleği senin yanına girmek için izin istiyor! Hâlbuki o, Sen’den önce hiçbir Âdemoğlunun yanına girmek için izin istememiştir! Sen’den sonra da hiçbir Âdemoğlunun yanına girmek için izin istemeyecektir! Kendisine izin veriniz!” dedi.
Ölüm meleği içeri girip Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın önünde durdu ve:
“–Yâ Rasûlallâh! Yüce Allâh beni Sana gönderdi ve Sen’in her emrine itaat etmemi bana emretti! Sen istersen rûhunu alacağım! İstersen, rûhunu sana bırakacağım!” dedi.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Ey ölüm meleği! Sen (gerçekten) böyle yapacak mısın?” diye sordu.
Azrâil -aleyhisselâm-:
“–Ben, emredeceğin her hususta sana itaatla emrolundum!” dedi.
Cebrâil -aleyhisselâm-:
“–Ey Ahmed! Yüce Allâh seni özlüyor!” dedi.
Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-:
“–Allâh katında olan, daha hayırlı ve daha devamlıdır. Ey ölüm meleği! Haydi, emrolunduğun şeyi yerine getir! Rûhumu, canımı al!” buyurdu.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yanındaki su kabına iki elini batırıp ıslak ellerini yüzüne sürdü ve:
“–Lâ ilâhe illallâh! Ölümün, akılları başlardan gideren ıztırap ve şiddetleri var!” buyurduktan sonra, elini kaldırdı, gözlerini evin tavanına dikti ve:
“–Ey Allâh’ım! Refik-ı A’lâ, Refîk-ı A’lâ (yâni yüce dost, yüce dost)!..” diye diye Rabb’ine duyduğu aşk ve iştiyâkın tezâhürü olan nice ulvî hâtıralarla dolu bir ömrü ardında bırakarak bu fânî âlemden hakîkî âleme hicret etti.[3]
Feyizli bir kulluk hayâtı yaşadıktan sonra, son nefesinde Rabb’e vuslat heyecânını yaşayan büyük mutasavvıf Mevlânâ Hazretleri’nin dünyaya vedâ ânını da talebesi Hüsâmeddin Çelebi şöyle nakleder:
Birgün Şeyh Sadreddin, dervişlerin ileri gelenleri ile Mevlânâ’yı hasta yatağında ziyârete geldiler. Mevlânâ’nın hâlini görerek üzüldüler. Şeyh Sadreddin:
“–Allâh âcil şifâlar versin! Tamâmen sıhhate kavuşmanızı ümîd ediyorum.” dedi.
Bunun üzerine Mevlânâ:
“–Artık şifâ size mübârek olsun! Âşık ile mâşuk arasında kıl payı kadar mesâfe kaldı. Onun da kalkmasını ve nûrun nûra katılmasını istemiyor musun?” dedi.[4]
Mevlânâ, insanlar için büyük korku ve endişe sebebi olan ölümü bir kâbus gibi görmemiş, bilakis ölümü gurbetten kurtuluş, Hüsn-i Mutlak’a, yâni sonsuz güzellik sâhibi olan Cenâb-ı Hakk’a kavuşma olarak telakkî etmiştir. Kendisi, Rubâîlerinde ölüm duygusunu şöyle ifâdelendirir:
“Ben ölünce bana öldü demeyin. Çünkü ölüydüm, ölümle dirildim. Dost aldı, götürdü beni...”
Bu sebeple Hazret-i Mevlânâ, dünyaya vedâ edeceği vakte de “Şeb-i Arûs” (düğün gecesi) demiştir.
Dipnotlar:
[1] Bkz. el-A‘raf, 16. [2] Bkz. Sâd, 79-83. [3] Bkz. İbn-i Sa‘d, Tabakât, II, 229, 259; Belâzûrî, Ensâbu’l-Eşrâf, I, 565; Ahmed bin Hanbel, VI, 89. [4] Bkz. Ebu’l-Hasan en-Nedevî, İslâm Önderleri Târihi, c. I, s. 449.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Son Nefes, Erkam Yayınları
YORUMLAR