Ölüm ve Ahirete Hazırlık ile İlgili Örnekler

Ölüme ve hesap gününe hazır mıyız? Ölüme hazırlık nasıl olmalıdır? Ahirete hazırlık için neler yapmalıyız? Son nefes endişesi/ölüm ve ötesi için hazırlık ile ilgili örnekler...

İnsan, kâinat manzûmesine ibret nazarı ile baktığında, hayatta en çok alâkadar olması gereken husûsun, “ölüm” gerçeği olduğunu idrâk eder.

Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

“Yeryüzünde bulunan her şey fânîdir...” (er-Rahmân, 26)

“Her can, ölümü tadacaktır.” (el-Enbiyâ, 35)

ÖLÜM VE AHİRETE HAZIRLIK İLE İLGİLİ ÖRNEKLER

“Mü’minlerin En Akıllısı Kimdir?” Hadisi

Abdullâh bin Ömer -radıyallâhu anh- anlatıyor:

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte idim. Ensâr’dan bir zât gelip Allah Rasûlü’ne selâm verdi ve:

“–Yâ Rasûlâllah! Mü’minlerin en fazîletlisi kimdir?” diye sordu. Efendimiz:

“–Ahlâkça en güzel olanlardır!” cevâbını verdi. Bu sefer o zât:

“–Peki mü’minlerin en akıllısı kimdir?” diye sordu. Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-:

“–Ölümü en çok hatırlayan ve sonrası için en güzel şekilde hazırlık yapanlardır. İşte (gerçek) akıllılar bunlardır.” buyurdu. (İbn-i Mâce, Zühd, 31)

“Şu Ölüme İyi Hazırlanın” Hadisi

Berâ -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“Biz Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte bir cenâzede beraberdik. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, kabrin kenarına oturup ağladılar, öyle ki (gözyaşlarıyla) toprak ıslandı. Sonra da:

«–Ey kardeşlerim! İşte (hepimizin başına gelecek olan) şu ölüme iyi hazırlanın!» buyurdular.” (İbn-i Mâce, Zühd, 19)

“Ya Ömer Ölüm Var”

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bir hizmetkârına:

“–Yâ Ömer ölümü unutma!” cümlesini hergün kendisine tekrar etmesini emretmişti. Lâkin sakalına ak düşünce:

“–Kâfî! Aklaşan sakalım bana ölümü her an tebliğ ediyor.” dedi.

Hakîkaten nefsimizin arzularını dizginleyebilmek için fânîliği, yâni ölümü unutmamak gerekir.

Kabir, Kıyamet ve Ahirette Neler Yaşanacak?

Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, düşünüp ibret almamız ve son nefese, ölüm ve ötesine hazırlanmamız için kabir, kıyâmet ve âhiret ahvâlinden bâzı manzaralar nakletmiştir. Bunların bir kısmı şöyledir:

“Bir Müslüman, muhtazar olduğu (can çekişme ânına girdiği) zaman, rahmet melekleri, beyaz bir ipek (elbise) ile gelirler ve şöyle derler:

«–Sen Rabbinden râzı, Rabbin de senden râzı olarak bedenden çık. Allâh’ın rahmet ve reyhânına ve sana gazabı olmayan Rabbine kavuş!»

Bunun üzerine ruh, en güzel bir misk kokusu gibi çıkar. Öyle ki, melekler onu birbirlerine verirler, tâ semânın kapısına kadar getirirler ve:

«–Size arzdan gelen bu koku ne kadar güzel!» derler. Sonra onu mü’minlerin ruhlarına getirirler. Onlar, onun gelmesi sebebiyle sizden birinin kaybettiği şeyi bulduğu zamanki sevincinden daha çok sevinirler. Ona:

«–Falanca ne yaptı? Falanca ne yaptı?» diye (dünyâdakilerden haber) sorarlar. Bir kısım ruhlar da, kendisinden sorulan biri hakkında:

«–Bırakın onu, o dünyâ telâşına dalmıştı.» derler. Bunun üzerine gelen ruh:

«–Falan ölmüştü, yanınıza gelmedi mi?» der. Onlar:

«–(Öyle mi? O hâlde) o, gideceği yere, Hâviye cehennemine götürüldü!» derler.

Kâfir muhtazar olduğu vakit, azap melekleri mish (denilen kıldan yapılmış kaba bir elbise) ile gelirler:

«–Bu cesedden kendin öfkeli, Allâh’ın da gazabını celbetmiş olarak çık ve Allâh’ın azâbına koş!» derler.

Bunun üzerine, cesedden, en kötü bir cîfe kokusuyla çıkar. Melekler onu arzın kapısına getirirler. Orada:

«–Bu koku ne kadar da pis!» derler. Sonunda onu kâfir ruhların yanına getirirler.” (Nesâî, Cenâiz, 9)

Ahirete Hazır mısınız?

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle haber verir:

“Kıyâmet gününde Âdemoğlu âdeta bir kuzu gibi getirilip Allâh’ın huzûrunda durdurulacak ve Allah Teâlâ ona şöyle buyuracak:

«–Sana bolca nîmet verdim, mülk verdim, bu kadar lûtuf ve ihsanda bulundum. Buna karşılık sen ne yaptın?»

«–Yâ Rabbi biriktirdim, artırdım, olduğundan daha fazla bir hâlde geride bıraktım. Beni (dünyâya) geri gönder de onu Sana getireyim.» diyecek. Allah Teâlâ şöyle buyuracak:

«–Haydi bana önceden âhirete gönderdiklerini göster.»

«–Yâ Rabbi onları biriktirdim, artırdım, olduğundan daha fazla bir hâlde geride bıraktım. Beni (dünyâya) geri gönder de onu Sana getireyim.» diyecek.

Zîrâ bu kul, önceden hiçbir hayır göndermemiştir. İşte bu sebeple de cehenneme atılacaktır.” (Tirmizî, Kıyâmet, 6/2427)

İşte dünyâ hayâtında böyle bir gaflet içinde ömrünü tüketip, âhiret için hazırlıkta bulunmayanlar hazin bir âkıbete uğrayacaklardır. Bunu Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmelerde şöyle haber vermektedir:

“Kimin de kitâbı arkasından verilirse, derhâl yok olmayı isteyecek; alevli ateşe girecektir. Zîrâ o, (dünyâda) âilesi içinde (mal-mülk sebebiyle) şımarmıştı. O, hâlinin hiçbir zaman değişmeyeceğini ve Rabbinin huzûrunda hesâba çekilmeyeceğini sanmıştı.” (el-İnşikâk, 10-14)

Dünyâda servetine, mevkiine, kuvvetine güvenerek şımaranların dûçâr olduğu fecî sona diğer bir misâl de Kârun’dur. Cenâb-ı Hak, onun ibret dolu kıssasını Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle bildirmektedir:

“Kârun, Mûsâ’nın kavminden idi de, onlara karşı azgınlık etmişti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarlarını güçlü kuvvetli bir topluluk zor taşırdı. Kavmi ona şöyle demişti: Şımarma! Bil ki Allâh şımarıkları sevmez. Allâh’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) âhiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasîbini unutma. Allâh’ın sana ihsân ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allâh, bozguncuları sevmez.

Kârun ise: «–O (servet) bana ancak kendimdeki bilgi sâyesinde verildi.» demişti. Bilmiyor muydu ki Allâh, kendinden önceki nesillerden, ondan daha güçlü, ondan daha çok taraftarı olan kimseleri helâk etmişti. Günahkârlardan günahları sorulmaz (Allâh onların hepsini bilir).

Derken Kârun, ihtişâmı içinde kavminin karşısına çıktı. Dünyâ hayatını arzulayanlar: «–Keşke Kârun’a verilenin bir benzeri bize de verilseydi; doğrusu o çok şanslı!» dediler.

Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise şöyle dediler: «–Yazıklar olsun size! Îmân edip sâlih ameller işleyenler için Allâh’ın mükâfâtı daha üstündür. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir.»

Nihâyet Biz, onu da, sarayını da yerin dibine geçirdik. Artık Allâh’a karşı kendisine yardım edecek avenesi olmadığı gibi, o, kendini savunup kurtarabilecek kimselerden de değildi.” (el-Kasas, 76-81)

Kârun’un hâli, dünyâ üzerinde servetine ve gücüne güvenerek şımaran ve bir gün öleceğini hatırına getirmeyen gâfillerin âkıbetine bâriz bir misaldir.

“Kıyamet Günü Rabbimiz’i Görebilecek miyiz?”

Bir gün Peygamber Efendimiz’e:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Kıyâmet günü Rabbimiz’i görebilecek miyiz?” diye sordular. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Bulutsuz bir günde, öğle vaktinde Güneş’i görebilmek için hiç izdiham yaşıyor musunuz?” diye sordu. Ashâb-ı kirâm:

“–Hayır!” deyince:

“–Bulutsuz bir gecede ayı görebilmek için birbirinizi itip kakar mısınız?” diye tekrar sordu. Ashâb yine:

“–Hayır yâ Rasûlâllah!” deyince şöyle buyurdu:

“–Nefsim kudret elinde olan Zât-ı Zülcelâl’e yemin olsun ki, Rabbiniz’i görme husûsunda da hiçbir itişip kakışmanız olmayacak. Tıpkı Güneş ve Ay’ı görmede itişip kakışmanız olmadığı gibi. Böylece kul, Rabbiyle karşı karşıya gelecek. Allah Teâlâ:

«–Ey filân! Ben sana ikrâm etmedim mi? Seni efendi yapmadım mı? Sana zevce vermedim mi? Atı, deveyi sana musahhar kılmadım mı (hizmetine vermedim mi)? Reislik yapmana, ganimet malından dörtte bir almana müsâade etmedim mi?» diye sorar. Kul:

«–Evet ey Rabbim!» der. Allah Teâlâ:

«–Peki Ben’imle karşılaşacağını hiç düşünmedin mi?» buyurur. Kul bu soruya:

«–Hayır yâ Rabbi!» karşılığını verir. Hak Teâlâ da:

«–Öyleyse şimdi de Ben seni unutuyorum. Tıpkı (dünyâda) senin Ben’i unuttuğun gibi!» buyurur.

Sonra ikinci kul Allâh’ın karşısına çıkar. Allah Teâlâ ona da aynı şeyleri söyler. Sonra üçüncüye de aynısını söyler. Kul, (her seferinde Rabbinin söylediklerini tasdîk mecbûriyetinde kalarak): «Evet, ey Rabbim!» der. Allah Teâlâ da:

«–Benimle karşılaşacağını hiç aklından geçirdin mi?» diye sorar. Kul:

«–Ey Rabbim, Sana, kitaplarına ve peygamberlerine inandım. Namaz kıldım, oruç tuttum, sadaka verdim!» der ve elinden geldiğince (Hak Teâlâ hakkında) güzel medh ü senâlarda bulunur. Allâh -celle celâlühû-:

«–Dur öyleyse! Şimdi senin aleyhine bir şâhit gönderilecek!» der. Kul kendi kendine:

«–Benim aleyhime şâhitlik yapacak da kim?» diye düşünür. Kulun ağzı mühürlenir. Uyluğuna, etine ve kemiklerine: «Haydi konuşun!» denir. Uyluğu, eti ve kemikleri konuşup, onun yaptığı her şeyi anlatır. Bu, ona, ileri sürebileceği bir özür bırakmamak içindir. Bu kimse, Allâh’ın gazabına uğrayan münâfıktır.” (Müslim, Zühd, 16)

Bütün âzâların ve yeryüzünün şâhitlik yapacağı bir mahkemede kul, günahlarını nasıl gizleyebilir ki? Bu yüzden orada mahcûb olmamak için, hayatımızı çok titiz yaşamamız lâzımdır.

Kabirde Mümin ile Kafir veya Münafıkların Durumu Ne Olacak?

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdular ki:

“Kul kabrine konulup, yakınları da ondan ayrılınca -ki o, geri dönenlerin ayak seslerini işitir- kendisine iki melek gelir. Onu oturtup:

«–Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hakkında ne düşünüyordun?» diye sorarlar. Mü’min kimse bu soruya:

«–Şehâdet ederim ki, O, Allâh’ın kulu ve elçisidir!» diye cevap verir. Ona:

«–Cehennemdeki yerine bak! Allâh orayı cennette bir mekâna tebdîl etti.» denilir. (Adam bakar) her ikisini de görür. Allâh da ona, kabrinden cennete bakan bir pencere açar.

Eğer ölen kâfir veya münâfık ise (meleklerin sorusuna):

«–(Sorduğunuz zâtı) bilmiyorum. Ben de herkesin söylediğini söylüyordum!» diye cevap verir. Kendisine:

«–Anlamadın ve tâbî olmadın!» denilir. Sonra kulaklarının arasına demirden bir sopa ile vurulur. (Sopanın acısıyla) öyle bir çığlık atar ki, onu insan ve cinler âlemi hâricinde ona yakın olan bütün varlıklar işitir.” (Buhârî, Cenâiz, 68, 87; Müslim, Cennet, 70)

Allah’ın Kabul Buyurduğu Bir Ettiği Tesbih

Hazret-i Dâvûd’un oğlu Süleyman -aleyhisselâm- toprak süren bir çiftçinin yanından geçmişti. Çiftçi:

“–Şüphesiz Dâvûd âilesine büyük bir saltanat verilmiştir!” dedi.

Rüzgâr bu sesi Süleyman -aleyhisselâm-’ın kulağına iletti. Süleyman -aleyhisselâm- hemen bineğinden indi ve yürüyerek çiftçinin yanına vardı:

“–Sana yürüyerek geldim ki güç yetiremeyeceğin bir şeyi temennî etmeyesin!” dedi. Sonra da sözlerine devâm ederek:

“–Allah Teâlâ’nın kabul buyurduğu bir tesbîh, Dâvûd âilesine verilen mülk ve saltanattan muhakkak daha hayırlıdır.” buyurdu.[1]

Hakîkaten bu fânî âlemde ihlâs ile yapılan sâlih ameller, ebediyet âlemindeki saâdet sermâyemiz olacaktır. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve herkes, yarına ne hazırladığına baksın. Allah’tan korkun, çünkü Allâh, yaptıklarınızdan haberdardır.” (el-Haşr, 18)

Ölümden Kaçış Yok

Ölümden kaçış mümkün değildir. Tek çâre ona hazırlanmaktır. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“Dâvûd -aleyhisselâm-, gayret-i dîniyyesi pek şiddetli ve nâmusuna da çok düşkün biriydi. Evden çıktığı zaman kapıyı iyice kapatır, dönünceye kadar da kimse oraya giremezdi. Bir gün yine evinden çıkıp kapısını kapattı… Dâvûd -aleyhisselâm- geri döndüğünde evin ortasında duran bir adam gördü. Ona:

«–Sen kimsin?» diye sordu. O da:

«–Ben, o kimseyim ki, krallardan korkmam ve perdeler (engeller) bana mânî olamaz.» dedi. Bunun üzerine Dâvûd -aleyhisselâm-:

«–Öyleyse, vallâhi sen ölüm meleğisin. Allâh’ın emriyle hoş geldin.» dedi.

Bir müddet sonra da rûhu kabzolundu…” (Ahmed, II, 419)

İşte, her an ölüme hazır olanların, Azrâîl -aleyhisselâm-’ı karşılaması…

Merhum Necip Fâzıl ne güzel söyler:

O demde ki perdeler kalkar, perdeler iner,

Azrâil’e hoş geldin diyebilmekte hüner…

“Bir Malda Üç Ortak Vardır”

Allah Teâlâ’nın bahşettiği nîmetleri, elde imkân varken âhirete göndermeli, kıyâmetin o “zor ve belâlı günü” için hazırlık yapmalıdır. Ebû Zer -radıyallâhu anh-’ın şu hikmetli sözleri, ölüm ve ötesine hazırlanmanın lüzûmunu ve yolunu ne güzel hulâsa etmektedir:

“Bir malda üç ortak vardır. Birincisi mal sâhibi, yâni sen, ikincisi kaderdir. O, hayır mı, yoksa felâket ve ölüm gibi şer mi getireceğini sana sormaz. Üçüncüsü mîrasçıdır. O da bir an önce başını yere koymanı (yâni ölmeni) bekler, ölünce malını alır götürür, sen de hesâbını verirsin. Eğer gücün yeterse sen bu üç ortağın en âcizi olma!

Allah Teâlâ: «Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe birre (hayrın kemâline) eremezsiniz…» (Âl-i İmrân, 92) buyuruyor. İşte benim en sevdiğim malım şu devemdir, (âhirette karşıma çıkması için) onu kendimden önce gönderiyor (sadaka olarak veriyor)um.” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 163)

Paracı Hoca

Osmanlı döneminde Üçbaş Nûreddin Hamza Efendi[2] diye meşhur bir âlim varmış. Parasını harcamaya kıyamayıp biriktirirmiş. Ata binmez, eski elbise ve ayakkabı ile yetinir, böylece malından tasarruf edermiş. Bu sebeple halk arasında “Paracı Hoca” olarak tanınırmış.

Bu hocaefendi, biriktirdiği para ile Fâtih Karagümrük’te önce Üçbaş Medresesi’ni, daha sonra da Üçbaş Mescidi’ni yaptırmış. Âlimlerin ve fukarânın kalması için odalar yaptırarak bunlar için pek çok vakıflar tahsis etmiş. Bunu duyan tanıdıkları şaşırmışlar ve:

“–Hocam sen parayı bu kadar çok sevdiğin hâlde harcamaya nasıl kıydın?” diye takılmışlar. Hocaefendi de şu mânidar ve nükteli cevâbı vermiş:

“–Kıymetli dostlarım! Sizler haklısınız. Ben parayı çok severim. Bunun için de paramın dünyâda kalmasına gönlüm râzı olmadı. Onu kendimden önce âhirete gönderdim.”

Dünyada Amel Var, Hesap Yok!

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- şöyle demiştir:

“Dünyâ arkasını dönmüş gidiyor. Âhiret ise yüzünü dönmüş geliyor. Her birinin kendine has evlâtları (tâlipleri) vardır. Siz âhiretin evlâtları olun, dünyânın evlâtlarından olmayın! Bugün amel işleme günüdür, hesap yoktur. Yarın ise hesap vardır, amel işleme imkânı yoktur.” (Buhârî, Rikàk, 4)

Tıpkı imtihan salonundan çıkan bir talebenin, artık imtihan sorularına cevap yazamayacağı, notunu artıramayacağı gibi…

Bâzı Hak dostları, Hazret-i Ali’nin bu sözünden istifâdeyle şöyle demişlerdir:

“Dünyâ arkasını dönmüş gidiyor, âhiret ise bize doğru yönelmiş geliyor. Hayret o kimseye ki arkasını dönüp gidene yöneliyor da, kendisine doğru gelene sırt çevirip onunla meşgul olmuyor.”

“Sizin En Hayırlınız, Arkadaşına Şu Nasihati Yapandır”

Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh- şöyle derdi:

“Sizin, insanı eğlendiren nîmetlere dalarak, gizli bir şehvete kapılmanızdan korkuyorum. Bu şehvet, ilim bakımından aç kaldığınız hâlde mîdenizi yemekle iyice doldurduğunuz zaman ortaya çıkar. Sizin en hayırlınız, arkadaşına şu nasihati yapandır:

«–Haydi gel, ölmeden evvel oruç tutalım.»

En hayırsızınız da dostuna şöyle diyendir:

«–Gel de ölmeden önce eğlenelim, yiyip içelim, hayâtın tadını çıkaralım...»” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 218)

Hz. Yusuf’un (a.s.) Son Nefes Endişesi

Süfyân-ı Sevrî Hazretleri’nin genç yaşta beli bükülmüştü. Sebebini soranlara şöyle derdi:

“–Kendisinden ilim tahsil ettiğim bir hocam vardı. Vefâtı esnâsında ona telkînde bulunduğum hâlde bir türlü kelîme-i tevhîdi söyleyemedi. İşte bu hâli görmek, benim belimi büktü.”

Son nefes husûsunda peygamberler hâricinde hiç kimse emniyette değildir. Hâttâ Yûsuf -aleyhisselâm-’ın Cenâb-ı Hakk’a:

“…(Ey Allâh’ım!) Benim cânımı müslüman olarak al ve beni sâlihler zümresine ilhâk eyle!” (Yûsuf, 101) diye ilticâ etmesi, peygamberlerin bile son nefes endişesi taşıdıklarını ifâde etmektedir. Bu sebeple mü’min, havf ve recâ duyguları arasında sürekli çalışmalı, âhiret azığı biriktirmelidir.

Mezarlığa İbretle Bak!

Şakîk-i Belhî, bir mezarlığın kenarından geçerken ibretle baktı ve yanındakilere:

“–Buradakilerin çoğu dünyâda iken aldandıklarının farkına vardılar...” dedi.

“–Niçin?” diye sordular. Şöyle cevap verdi:

“–Onlar hayattayken malım var, mülküm var, evim var, bineğim var, akrabam var, bağım-bahçem var zannetmezler miydi? Ama şimdi siz de görüyorsunuz ki öyle değilmiş!..”

Rebî bin Haysem’in Ölüm ve Ahiret Hazırlığı

Hak dostu Rebî bin Haysem’in şu hâli, sık sık nefs muhâsebesine girerek ölüm ve âhiret için hazırlık yapmak husûsunda câlib-i dikkat bir misaldir:

Rebî bin Haysem Hazretleri, bahçesine bir mezar kazmıştı. Kalbinin katılaştığını hissettiği zamanlarda bu kabre girer, bir müddet orada kalırdı. Gün gelip dünyâya vedâ edeceğini ve mezarda bir istiğfar ve sadakaya muhtaç vaziyette kalacağını tefekkür eder, âhiretteki hesâbını düşünerek bir muhâsebe iklîmine girerdi. Daha sonra:

“Nihâyet onlardan birine ölüm gelip çattığında: «Rabbim! Beni geri gönder; tâ ki boşa geçirdiğim dünyâda sâlih ameller işleyeyim.» der…” (el-Mü’minûn, 99-100) âyetlerini okurdu. Mezardan çıkınca da kendi kendine:

“–Ey Rebî! Bak, bugün geri çevrildin. Bu talebinin kabûl edilmeyeceği, dünyâya geri gönderilmeyeceğin bir vakit de gelecektir. Şimdiden tedbirini al ve sâlih amellerini, Allâh yolundaki gayretlerini ve âhiret hazırlıklarını ziyâdeleştir.” derdi.

İmâm Gazâlî’nin Nasîhatleri

İmâm Gazâlî Hazretleri’nin şu nasîhatleri ne güzeldir:

“Her mü’min, sabah namazını kıldıktan sonra ve güne başlamadan evvel, bir süre nefsi ile başbaşa kalıp, onunla bâzı sözleşmeler yapmalı ve birtakım şartlar üzerinde anlaşmalıdır. Nitekim bir tüccar da sermâyesini ortağına teslîm etmek durumundaysa onunla böyle sözleşme yapar. Bu arada ona bâzı îkazlarda bulunmayı da ihmâl etmez. İnsan da nefsine şu îkaz ve telkinlerde bulunmalıdır:

«–Benim sermâyem ömrümdür. Ömrüm gidince anaparam da gider ve artık kâr ve kazanç son bulur. Fakat bu başlayan gün, yeni bir gündür. Allah Teâlâ bugün de bana müsâade ederek ikramda bulundu. Eğer beni öldürseydi, elbette bir günlüğüne de olsa geri gönderilip burada devamlı sâlih ameller ve çeşitli hayırlarda bulunmayı temennî edecektim. Şimdi kabûl et ki öldürüldün ve geri çevrildin. O hâlde bugün günah ve mâsıyete kat’iyyen yaklaşma ve sakın ola ki bugünün bir ânını bile boşa geçirme. Zîrâ her nefes, paha biçilemeyen bir nîmettir.

İyi bil ki bir gün, gece ve gündüzüyle yirmi dört saattir. Kıyâmet günü insanoğlunun önüne her gün için yirmi dört tâne kapalı kutu getirilir. Kutunun birini açıp, o saatte yaptığı amellerin mükâfâtı olarak, içinin nûr ile dolu olduğunu görünce, Allâh’ın lûtfedeceği mükâfâtı düşünerek kul öyle sevinir ki, bu sevinci cehennem halkı arasında paylaştırılsa, cehennemin acısını duymaz olurlardı. İkinci kutuyu açtığında, bundan karanlık ve pis kokular çıkar ki, bu da isyân ile geçirdiği saattir. Buna da öyle üzülür ki, eğer bu üzüntü cennet halkına dağıtılsaydı, kederlerinden cennetin zevkini alamazlardı. Üçüncü bir kutu daha açılır ki, içi tamâmen boştur. Bu da uyku veya mübah şeylerle geçirdiği saattir. Fakat küçük bir hayrın ecrine dahî şiddetle ihtiyaç duyulan o günde, imkânı olduğu hâlde büyük bir kazancı kaybeden tüccarın hasreti gibi ve hattâ çok daha fazla nedâmet ateşiyle yanar ve o saati boşa geçirmesinin acısıyla kıvranır durur.

O hâlde; ey nefsim! Fırsat eldeyken sandığını iyi doldur, sakın boş bırakma. Tembelliğe düşme, yoksa yüksek derecelerden düşersin!»”

Halid-i Bağdadi Hazretleri’nin Son Nefes Endişesi

Zâhirî ve bâtınî ilimlerin zirvesine ulaşmış olan Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri de ömrünü son nefes endişesi içinde geçirmiştir. Mektûbât’ında şu cümlelere yer verir:

“…Allah Teâlâ’ya yemin ederim ki, annem beni doğurduktan bugüne kadar, Allâh katında makbûl ve mûteber olup hesâbı sorulmayacak bir tek hayır işlediğime inanmıyorum. (Lâkin Rabbimin rahmetine sığınıyorum.) Eğer kendi nefsini bütün hayır işlerde iflâs etmiş olarak görmüyorsan, bu, cehâletin en son noktasıdır…”[3]

Hazret’in bir dostuna gönderdiği mektubunda yer alan şu ifâdeler de, onun son nefese hazırlık husûsundaki endişesinin bir yansımasıdır:

“…Son nefeste lâzım olacak şeyle meşgul olmanızı, Sünnet-i Seniyye’ye uygun amel işlemenizi, fânî dünyânın aldatıcı güzelliklerine iltifat etmemenizi, (kendini kastederek) bu fakir kulu da tevfîk ve hüsn-i hâtime (yâni Allâh’ın istediği gibi yaşayıp îmanla güzel bir şekilde ölebilme) duâsından unutmamanızı dilerim.” (Mektûbât-ı Mevlânâ Hâlid, s. 175)

İşte büyük Hak dostları hiçbir zaman amellerine güvenmeyip son nefes husûsunda dâimâ Allâh’ın rahmet ve mağfiretine ilticâ etmişlerdir. O hâlde bizim de ilmimize ve amellerimize güvenmeden, Cenâb-ı Hak’tan dâimâ hüsn-i hâtime istememiz lâzımdır.

“O da Testiye Düştü!..”

Dükkânı şehrin çıkış kapısında bulunan bir bakkal vardı. O kapıdan ne zaman bir cenâze çıksa yanında bulundurduğu testiye bir meyve çekirdeği atar ve bir ay sonra da onları sayarak:

“–Bu ay şu kadar kişi testiye düştü!” derdi.

Bir gün o da öldü. Epey bir zaman geçmişti ki, ölümünden habersiz bir dostu kendisini ziyârete geldi. Onu göremeyince komşularına sordu.

“–Burada oturan bakkala ne oldu?”

Dediler ki:

“–O da testiye düştü!..”

Ne kadar ibretli bir nükte… Unutmayalım ki nihâyetinde herkes ecel testisine düşecektir. Fakat insanoğlu umûmiyetle çevresindeki insanların birer birer dâr-ı bekàya göç ettiklerini seyreder de, yine de gaflet sebebiyle kendini ölümden uzak görür…

Yavuz Sultan Selim’in Son Anları

Yavuz Sultan Selîm Hân’ın nedîmi Hasan Can şöyle anlatır:

“Yavuz’un sırtında şîrpençe adı verilen bir çıban çıkmıştı. Çıban, kısa zamanda büyüdü, bir delik hâline geldi. Öyle ki, yaranın içinden Yavuz’un ciğerini görüyorduk. Kendisi çok muzdaripti. Âdeta yaralı bir arslan gibiydi. Acziyeti bir türlü kabullenemiyor, cengâverlerine taktik ve tâlimat vermeye devâm ediyordu. Yanına yaklaştım. Bana kendi hâlini kastederek:

«–Hasan Can, bu ne hâldir?» dedi.

Ben de, artık fânî yolculuğun sonuna gelmiş, bâkî hayâtın başına ulaşmış olduğunu sezdiğim için gönlümü şimdiden yakan ayrılık hüznüyle:

«–Pâdişâhım, artık Allah Teâlâ ile beraber olma zamanınız herhâlde geldi!» dedim.

Koca sultan döndü, yüzüme hayretle baktı:

«–Hasan, Hasan! Sen beni bu âna kadar kiminle beraber zannederdin?.. Cenâb-ı Hakk’a teveccühümde bir kusûr mu müşâhede eyledin?» dedi.

Bu sözler karşısında mahcûb olarak:

«–Hâşâ Sultanım! Öyle demek istemedim. Sâdece içinde bulunduğunuz zamanın diğerlerinden farklı olduğunu beyân için ihtiyaten buna cür’et edebildim.» dedim.

Koca Sultan, artık bambaşka âlemlere dalmış vaziyette bana son hitâbı olarak:

«–Hasan! Sûre-i Yâsîn’i oku!» dedi.

Nemli gözlerle tilâvete başladım. «Selâm» âyetine geldiğim zaman muazzez rûhunu Rabbine teslîm etti.”

Hayatlarında Allâh ile beraber olmayanlar, ekseriyetle son nefeslerinde bu nîmete mazhar olamazlar. Bu yüzden, güzel bir ölüm için hayâtı gâyeli kullanmak zarûrîdir.

Son Nefeste İman

Sultan 2. Murad Hân, rahatını değil, Allâh rızâsını düşünen bir şahsiyetti. Bu uğurda hayâtını fedâdan çekinmeyecek derecede metîn irâdeli ve azimkâr idi. En büyük kaygısı, son nefesini îmân ile verebilmek, mahşer günü Allâh’ın huzûruna alnı açık ve günahtan pâk bir şekilde çıkabilmekti. Nitekim oğlunu ve kızlarını evlendirdikten sonra veziri Çandarlı İbrahim Paşa’ya:

“–Ey Çandarlı! Hamd olsun, bu dünyâda evlâda karşı vazîfelerimizi de Allah Teâlâ’nın izniyle yerine getirdik. Gayri geriye îmân ile göçebilmek kaldı...” demişti.

Son Nefesteki İsteği

Çanakkale Muhârebeleri’nde büyük muvaffakıyetler sergileyen Zâbit Muzaffer, daha sonra gittiği Doğu Cephesi’nde de kahramanca savaşıyordu. Kanlı bir çarpışma esnâsında ağır bir şekilde yaralanmıştı. Artık sesinin çıkmadığı ve gözlerinin bile bir şey anlatamadığı son anlarında, cebinden bir zarf çıkardı; sonra yerden bir çöp parçası alarak yarasından akan kanlara batırıp yazmağa başladı:

“–Kıble ne tarafta?..”

Etrafındakiler, Muzaffer Bey’in kıbleye dönerek rûhunu Rabbine teslîm etmek istediğini anlayıp onun bu arzusunu hemen yerine getirdiler. Ölüm ânında, bir yandan yüzü vuslat neş’esiyle dolan zâbit, diğer yandan da mukaddes gâyenin ulvî müdâfaasının kaygısı içerisinde son bir hamleyle kahraman askerlerine şu mesajı verdi:

“–Bölük Allâh için cihâda devâm etsin; kanım yerde kalmasın!..”

Üçüncü bir mesaj daha yazacaktı ki, ömrü elvermedi ve muazzez rûhunu şehîden Rabbine teslîm eyledi.

Ne büyük bir hassâsiyet ki, rûhunu kıbleye karşı teslim edebilmek için dilinin bir şey anlatamadığı son nefesinde dahî damarından kan çekerek merâmını ifâdeye çalışıyor. İşte Allâh yolunda harcanan bir ömrün son demi de böyle mübârek ve mukaddes oluyor.

Sami Efendi’nin Son Sözleri

Hak dostlarından Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu Hazretleri’nin son nefesteki hâli de bizler için güzel bir numûnedir. Sâmi Efendi ki, gönlü Peygamber aşkıyla dolu bir Hak dostu idi. Nasıl bir kimse karda gider de onun ardında izler oluşur; sonra gelen de o izleri tâkip ederek yolunu bulur; işte Sâmi Efendi de Peygamber Efendimiz’in izlerini tıpkı böyle bir sadâkatle takip ederek ömür sürmüştü. Bunun tezâhürü olarak da son nefesini, hayâtı boyunca izini tâkip etme aşk ve heyecânında olduğu Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in civârında ve teheccüd ezânı okunduğu esnâda teslîm etmek nasîb oldu. O son demde yanında bulunanlar, lisânından çıkan lafızların sâdece:

“Allâh, Allâh, Allâh!..” olduğunu işitiyorlardı.

Aslında yalnız dili değil, bütün hücreleriyle beraber bedeni de, rûhu da dâimâ “Allâh” diyordu...

Son Nefese Hazırlık

Hâsılı kulun, hüsn-i hâtime ile yâni îmân ile son nefesini verebilmesi için öncelikle nefsini tezkiye, kalbini tasfiye etmesi, yâni çirkin temâyüllerden temizlenip, yüce hasletlerle müzeyyen hâle gelmesi ve Cenâb-ı Hakk’ın esmâ-i hüsnâsının (güzel isimlerinin) tecellîlerine nâil olması gerekmektedir. Zîrâ, bu sûretle kalbin takvâ kıvâmına ulaşması, hayat yolculuğunun en kıymetli hidâyet meş’alesidir. Mevlânâ Hazretleri’nin şu ifâdeleri de, âdeta tezkiyenin bu mâhiyetini îzâh etmektedir:

“Mezar yapmak; ne taşladır, ne tahta ile, ne de keçe iledir. Lekesiz bir gönülde, kendi iç temizlik âleminde, kendine bir mezar kazman îcâb eder ki, onun için Allâh’ın yüce varlığı önünde kendi iddiâ ve benliğini yok etmen gerekir.”

Daha sonra da tezkiye olmuş bir nefisle, ibâdet, tâat, hayır ve infaklarda bulunarak en güzel bir şekilde ebedî âleme hazırlanmak îcâb eder.

Nitekim Cenâb-ı Hak, ömrünü amel-i sâlihlerle tezyîn edip hiçbir zaman Rabbini unutmayan kuluna son nefesinde şu güzel müjdeyi verir:

“Şüphesiz, Rabbimiz Allah’tır deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner, onlara; «Korkmayın, üzülmeyin, size vaad olunan cennetle sevinin.» derler.” (Fussilet, 30)

Dipnotlar:

[1]. Bursevî, Rûhu’l-Beyân, İstanbul 1969, VI, 332-333. [2]. Karasu’ya bağlı Üçbaş köyünde doğduğu için köyün ismi kendisine lâkap olmuştur. İlmiye sınıfından ve kadılardandır. 948/1541 târihinde vefât etmiştir. Hayâtı ve bu hâdise hakkında tafsîlât için bkz. Taşköprüzâde, eş-Şekàiku’n-Nu‘mâniyye (thk. A. Suphi Furat), s. 540-541.[3]. Hâlid-i Bağdâdî, Mektûbât-ı Mevlânâ Hâlid, İstanbul 1993, s. 178.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Faziletler Medeniyeti 1, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

AHİRET YOLCULUĞU

Ahiret Yolculuğu

AHİRET HAYATININ AŞAMALARI NELERDİR?

Ahiret Hayatının Aşamaları Nelerdir?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.