Ölünce Ruhumuza Ne Olacak?
Osman Nuri Topbaş Hocaefendi ölüm ve ahiret hayatından bahsediyor...
ÖLÜMLE SON BULMAK YOK, ÖLÜM BİR ELBİSE DEĞİŞTİRMEKTİR.
Muhterem Kardeşlerimiz!
Cenâb-ı Hak, okunan âyet-i kerîmelerin muhtevâsı ve istikâmetinde bir ömür nasîb eylesin cümlemize.
Cenâb-ı Hak, sayısız mahlûkat (yaratıyor). İnsanı mükerrem kılıyor. Yani mükerrem olacak -Cenâb-ı Hak- vasıflar veriyor, nefs engelini bertaraf edecek, Cenâb-ı Hak’la dost olacak. Cenâb-ı Hak da muhteşem olan Cennet’e, o mükerrem kulunu davet ediyor, Dâru’s-Selâm’a.
Okunan âyet-i kerîmeler; “ibâdu’r-Rahmân” yani “Allâh’ın rahmetinin üzerinde tecellî ettiği kullar”ın vasıflarını bildiriyor.
Cenâb-ı Hak, yardım olarak, insanlığa yardım olarak… Çünkü çok ağır bir yük var insanda; ebediyet var. Yani bir ölümle son bulmak yok. Ölüm, bir elbise değiştirmek, bedenden çıkmak. Tekrar kıyamette bedene girmek, rûhun devamı, rûha bir ölüm yok.
Onun için Cenâb-ı Hak, mükerrem olmasını arzu ediyor, o istîdatları ihsân ediyor. Kula yardımcı olması için de; akıl, iz’an, idrak veriyor. Bir irâde veriyor, imtihan olacak çünkü. Fakat Cenâb-ı Hak, kuluna yardım ediyor. Yardım olarak da peygamberler gönderiyor, yardımcı. Suhuflar, kitaplar gönderiyor.
Bu cihan, insan için hazırlandı. İnsanın ne ihtiyacı varsa; insanı îkaz edecek, irşâd edecek her vâsıtalarla müzeyyen kılındı.
Cenâb-ı Hak bu, bilhassa bu üç temel nîmetle kullarını Cenâb-ı Hak Dâru’s-Selâm’a, Cennet’e davet ediyor. Fakat “ibâdu’r-Rahmân” olmak şartıyla.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz. O’na yakınlık istiyor Cenâb-ı Hak. Tabi Rasûlullah Efendimiz, bizim idrâkimizin çok ötesinde O’nun büyüklüğü. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın, O, insanda tecellî eden bir hârikası, mûcizesi. İkinci bir insan yok o şekilde. En alt kademeden en üst kademeye ve asırların ihtiyacını görecek, insanlara huzur hâli verecek, ikinci bir insan yok. Yani insanda tecellî eden bir mucize Efendimiz. Bizim idrâkimizin ötesinde olduğu için, Cenâb-ı Hak muhtelif âyetlerde bir misaller veriyor bize:
“Allah ve melekleri salât eder… Siz de salât edin. Tam bir teslîmiyetle selâm verin.” (el-Ahzâb, 56) buyruluyor.
Yine:
“…Allâh’a ve âhirete kavuşmayı umanlar, Allâh’ı çok çok zikredenler için, O üsve-i hasene (örnek rehber, örnek şahsiyet, örnek karakter).” (el-Ahzâb, 21)
Bütün insanlara örnek. Yani hiçbir insan diyemez ki benim başımdan şu hâdise geçti de Allah Rasûlü’nün hayatında onun bir benzer örneği yok, diyemez. Muhakkak bir benzeri, asr-ı saâdette Efendimiz yönlendirdi o iptilâyı, o musîbeti.
Yine Cenâb-ı Hak hiçbir peygamber üzerine yemin etmiyor. Yalnız Rasûlullah Efendimiz’e; لَعَمْرُكَ buyuruyor. “O’nun hayatı üzerine yemin olsun…” buyuruyor. (Bkz. el-Hicr, 72)
Yine Cenâb-ı Hak;
“Biz O’nu şâhid olarak gönderdik.” Allâh’ın şâhidi. “Tebşir edici ve îkaz edici olarak gönderdik” buyuruyor. (Bkz. el-Ahzâb, 45; el-Feth, 8)
Yine asr-ı saâdette indi Hucurat Sûresi. Allah Rasûlü’nü yakından tanıyabilmek, tabi çok çok zor. Onun için büyük bir ihtar indi:
“Aranızda konuştuğunuz gibi Allah Rasûlü’nün huzurunda konuşmayın, amelleriniz boşa çıkıverir. O şekilde çağırmayın, aranızda çağırdığınız gibi.” (Bkz. el-Hucurât, 21)
Öyle bir de tehdit âyeti indi.
Büyük bir nîmet. Ne kadar yaklaşılırsa o kadar huzur bulunur.
İşte câhiliye devri, insanlığa veda edilen bir devirdi. Hak-hukukun olmadığı bir devirdi. Zâlimâne yaşanan bir devirdi. Güçlünün her şeye hakkı vardı, güçsüzün hiçbir şeye hakkı yoktu. Güçsüze denilen; “talihine küs!” Böyle bir devirdi. İşte o insanlardan, aynı insanlardan bir fazîletler medeniyeti inşâ edildi.
Biz de aynı ümmetin 1400 küsur sene sonraki devamıyız. Cenâb-ı Hak bize Tevbe Sûresi’nin 100. âyetinde asr-ı saâdet ümmetini misal veriyor. Onlar gibi olmamızı arzu ediyor. “Onlara tâbî olan ihsan sahipleri” buyruluyor.
Diğer bir husus; Kur’ân-ı Kerîm.
Diğer kitaplar, muhâfazası onların, Cenâb-ı Hak onları muhafaza edeceğine bir garanti vermedi. Onlar zaman içinde hepsi tahrif edildi. İnsanlar kendi hissiyatlarına göre tahrif ettiler. Fakat Cenâb-ı Hak; “Kur’ân’ı Biz koruyacağız.” buyuruyor. (Bkz. el-Hicr, 9)
Diğer taraftan Kur’ân-ı Kerîm, Cenâb-ı Hakk’ın kelâmda tecellî eden bir mûcizesi.
“İns ve cin topluluğu birleşin, eğer bir şüpheniz varsa, bir benzerini meydana getirin. Onu yapamıyorsanız, on sûre meydana getirin. Onu da yapamıyorsanız bir tek sûre meydana getirin. Onu da yapamıyorsanız bir örnek, bir benzer bir şey meydana getirin.” (Bkz. el-Bakara, 23; Hûd, 13; Yûnus, 38)
Bunun da bir cevabı yok. Kur’ân-ı Kerîm, muhtelif şekilde; fesahatte, belâgatte, ilimde… Kur’ân-ı Kerîm önden gidiyor, ilim arkadan geliyor. Tarihî vâkıalarda, kıssadan hisselerde, peygamber kıssalarında, geçmişe âit mâlumatlarda… O şekilde bir mûcizevî, Cenâb-ı Hakk’ın bir lûtfu, ihsân-ı ilâhî.
وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ
(“Biz, Kur’ânʼdan öyle bir şey indiriyoruz ki o, müʼminler için şifa ve rahmettir…” [el-İsrâ, 82]) buyuruyor.
Mü’mine şifâ ve rahmet. Dünyada şifa ve rahmet olduğu gibi, o istikâmette de gidildiği zaman;
هُدًى لِلْمُتَّقِينَ
(“…Takvâ sahipleri için bir hidâyet rehberidir.” [el-Bakara, 2])
Takvâ sahiplerine hidâyet veriyor. Kabir âleminde de şifâ ve rahmet. Kıyâmet gününde de şifâ ve rahmet. Onun izinde gidenler;
لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ
“…Onlar o zor günde korkmayacaklardır ve üzülmeyeceklerdir.” (el-Bakara, 262) buyruluyor.
Bu da emsalsiz bir nîmet. Peygamber Efendimiz, insanda tecellî eden emsalsiz nîmet. Kur’ân-ı Kerîm, lâfızda emsalsiz nîmet. Şu kâinat, fiilde emsalsiz nîmet. Mikrodan makroya kadar, en küçük maddeden en büyük, en cesim varlıklara kadar hepsi ilâhî azametin şâhidi. Sır ve esrar yüklü her şey.
Kâinat bir dershâne olarak tanzim edildi. Son insana kadar devam edecek. Son insandan sonra artık ne var ne yok; semâvat, yeryüzü, bütün varlıklar, hepsi;
كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍ
(“Yeryüzünde bulunan her canlı yok olacak.” [er-Rahmân, 26])
Hepsi fânî ve bütün kâinat infilâk edecek. Yeni baştan bir düzen, yeni baştan bir hayat, bir âhiret âlemi başlayacak. O da insanına göre uzunluğu kısalığı değişecek. Korkulu anlar olacak. Cehennem üzerinden geçiş olacak. Cennet ve Cehennem. Ve gayr-i kābil-i rücu; geriye dönüş, telâfî etme imkânı da yok.
Cenâb-ı Hak bu vesîleyle, işte bu bize dâimâ peygamberiyle, kitabıyla, şu kâinattaki her şeyle bize Cenâb-ı Hak yardımcı olmuş oluyor. Ve “ibâdu’r-Rahmân” olacak kul.
كُنْتُمْ خَيْرَ اُمَّةٍ اُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَاْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ
(“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten menedersiniz…” [Âl-i İmrân, 110]) buyuruyor.
“Siz, insanlar arasından çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz.”
Demek ki “hayırlı bir ümmet” olabilmek. Yani gönül âlemi inkişâf edecek, mârifetullahtan nasîb alacak.
Yaratılış sebebimiz “لِيَعْبُدُونِ” Allâh’a kul olmak, “لِيَعْرِفُونِ” Cenâb-ı Hakk’ı kalpte tanıyabilmek.
Gönül inkişâf edecek. Emr bi’l-mârûf’ta bulunacak. Yani İslâm’ı tebliğ ederken, gönülden bir enerji, mânevî bir enerji, bir feyz, bir rûhâniyet in’ikâs edecek. Ve münkerden de nehyedilecek. Yani bu hepimiz için. Kendini inkişâf, ondan sonra çevremizden derece derece bir mes’ûl durumu. Yani bir müslüman, devrin akışından kendisini mes’ûl hissedecek.
Tasavvuf, Cenâb-ı Hakk’ın -elhamdülillâh- bize ayrı bir lûtfu.
Tasavvuf Nedir?
Tasavvuf:
مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ
Nisâ 80: “Kim Allah Rasûlüʼne itaat ederse Allâhʼa itaat etmiş olur…”
Tasavvuf, Allah Rasûlü’ne itaat. Her şeyde itaat. İbadette itaat, muâmelâtta itaat, ahlâkta itaat, muâşerette itaat, hayatın günlük kâidelerinde itaat, her şeyde itaat.
İşte sahâbî, bu itaat neticesinde hayran oldu. Bu hayranlık neticesinde:
“–Yâ Rasûlâllah! Emret!” dedi.
“–Canım, malım, her şeyim Sana feda olsun.” dedi.
“–Yâ Rasûlâllah! Bize denize gir desen, biz kendimizi denize atarız.” dedi.
Yine, Bîatü’r-Rıdvân’da:
“–Yâ Rasûlâllah! (Dediler.) Sen’in gönlünde ne varsa biz Sen’in gönlüne biat ediyoruz.” dediler.
“–Sen ne arzu edersen, emret!” dediler.
Ve Allah Rasûlü’nü bir yakından tanıma. Tabi yakından tanıdıkça bir muhabbet meydana geldi. Muhabbetin kantarı fedakârlıktır. Sahâbî de bu fedakârlığın zirve hâlini yaşadı.
Cenâb-ı Hak da bize Tevbe Sûresi’nin 100. âyetinde ashâb-ı kirâmı misal veriyor:
“İslâm’a ilk giren Muhâcirler (Mekkeliler) ve Ensâr ve onlara tâbî olan ihsan sahipleri.”
Bizim de onlar gibi olmamızı Cenâb-ı Hak arzu ediyor. İşte o hâl de:
مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ
Allah Rasûlü’ne itaatle olmuş oldu. Muhabbetle itaat. Her hâline itaat. Hattâ sahâbe öyle bir Allah Rasûlü(ne itaati) öyle bir heyecan ve şevk içinde yaşıyordu ki; hangi ağacın altında gölgelendi, gidip o ağacın altında bir müddet oturuyordu. Sırtını hangi kayaya dayadıysa o kayaya gidip sırtını dayıyordu. Her şeyden bir in’ikâs almaya gayret ediyordu.
Efendimiz de buyuruyor:
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ
“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)
Demek ki bir mü’min her hâliyle, Allah Rasûlü’yle beraber olabilmenin gayretinde olacak. Dâimâ; ticârî hayat, âile hayatı, yavrularını yetiştirme, muâşeret…
“Acaba Allah Rasûlü benim bu hâlimden memnun mu?..” Kendi kendimizi dâimâ bir sorgular durumda bulunabilmek.
Fırsat da bu dünyada. Yani öldükten sonra bunun imkânı yok, bitiyor. Ondan sonra ölümle sorgu sual başlayacak. O tâ şeye kadar, Cennet veyahut da Cehennem -Allah korusun- o şeye kadar bu sorgulama devam edecek.