Onlara Benzemeyin!
Allah, kader îcâbı Peygamberimizi müşrik ve münâfıklarla, onları da Peygamberimizle imtihan etmiştir. Bu vesîleyle kıyamete kadar gelecek mü’minlere gayr-i müslimlerle hangi şartlar altında münasebetler geliştirileceği, onlarla kurulan gönüllü ya da mecbûrî münasebetlerde hangi sınırlara riâyet edileceği, en önemlisi bu esnada kalbimizde nasıl bir duygu bulunacağı, misallerle ortaya konulmuştur.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bizim için en büyük nîmet ve hayatımızın her merhalesine de mükemmel bir örnektir. Bu yüzden kıyamete kadar mü’minlerin başına gelecek her hususa veya bir benzerine, O’nun hayatından bir misal bulmak mümkündür.
Peygamber Efendimizin, özellikle Medîne’de yaşadığı zaman zarfında, içinde bulunduğu toplumda mü’minler olduğu gibi, Yahudi, Hristiyan müşrik ve münâfık her türlü din ve anlayıştan insan mevcuttu. Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu insanlarla aynı şehirde yaşamış, alışveriş yapmış, komşuluk münasebetlerinde bulunmuş, ilmî hususlarda tartışmış, onları hak din olan İslâm’a dâvet etmiş, içlerinden îman şerefine erenlerini taltif etmiş, insaflı olanlarla antlaşma yapmış, saldırgan ve hainlerle de savaşmaktan çekinmemiştir.
Cenâb-ı Hak, kader îcâbı Peygamberimizi onlarla, onları da Peygamber Efendimizle imtihan etmiştir. Bu vesîleyle kıyamete kadar gelecek mü’minlere gayr-i müslimlerle hangi şartlar altında münasebetler geliştirileceği, onlarla kurulan gönüllü ya da mecbûrî münasebetlerde hangi sınırlara riâyet edileceği, en önemlisi bu esnada kalbimizde nasıl bir duygu bulunacağı, misallerle ortaya konulmuştur. Onlara karşı duyulacak muhabbet ve nefretin şekli, miktarı, onlarla sıkı-fıkı bir dostluk ve samimiyet kurmanın tehlikeleri ve âkıbeti pek çok tarihî misalle zihinlere ve gönüllere nakşedilmiştir.
Olup bitenlerin hepsine geniş bir açıdan baktığımızda, İslâm’ın saf ve samimi dâvetini, insanlar bazen nefsânî sebeplerle, bazen önyargılarla, bazen çevre baskılarıyla kabul etmekten kaçınmışlar; müslümanların galebesine mânî olmak için gözünü kan bürüyen düşmanlıklara ve şeytanın aklına gelmeyecek sinsi tuzak ve ihanetlere başvurmuşlardır.
O hâlde gerek asr-ı saâdete, gerekse büyük bir hak-bâtıl laboratuvarı hükmünde olan tarihe akıl, ilim, insaf ve firasetle bakmak, bugünü ve yarını doğru esaslar üzere inşa etmek için şarttır. Çünkü tecrübe edilen, bir kez daha tecrübe edilmez. Mü’min, aynı delikten iki kez sokulmaz.
Peygamber Efendimiz Medîne’ye gelir gelmez Muhâcir-Ensar arasında İslâm kardeşliği antlaşması (Muâhât) yaptığı gibi, Yahudilerden gelebilecek zararları engellemek ve onların da kalplerini İslâm’a ısındırmak için Yahudilerle de “Vatandaşlık Antlaşması” (Medîne Sözleşmesi) yapmıştır.
Medîne Yahudileri, her ne kadar Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’le görünüşte bir antlaşma yapmış olsalar da inanç, ahlâk ve beşerî münasebetlerde daimî bir muhalefet hâlindeydiler. Gerek Medîne içinde, gerekse şehir dışında bütün muhalif gruplarla temas hâlinde ve müslümanların inanç ve bağlılıklarını sarsmak için de dâimî bir pusu hâlindeydiler. Bu hususta her fırsatı alabildiğine kullanıyorlar, birçok kez ortalığı karıştırmak, Müslümanlar arasında fitne-fesat çıkarmak için de öncülük yapıyorlardı.
Bu uğurda kendi kitaplarından müslümanların aleyhine olacak malzeme toplamak üzere âlimlerine müracaat ediyorlar, onların verdikleri taktiklerle ve onların öncülüğünde âdeta her sabah yeni bir ihanet plânıyla gözlerini açıyorlardı. Kur’ân-ı Kerîm’de onların bu tuzak ve teşebbüslerini anlatan pek çok âyet-i kerîme bulunmaktadır. Bu ilâhî ikazlar, Peygamber Efendimizi ve mü’minleri, hem Ehl-i Kitap adı verilen gürûh hakkında hem de kendilerinden görünen münafıklarla ilgili uyarmaktaydı.
KAFİRLERİ SIRDAŞ EDİNMEYİN
Aşağıdaki ikazlar, onlarca âyet-i kerîmeden sadece birkaçıdır:
“Ey îman edenler! Kendi dışınızdakileri sırdaş edinmeyin! Çünkü onlar, size fenâlık etmekten aslâ geri durmazlar, hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Gerçekten, kin ve düşmanlıkları ağızlarından (dökülen sözlerden) belli olmaktadır. Kalplerinde sakladıkları (düşmanlıkları) ise daha büyüktür. Eğer düşünüp anlarsanız, âyetlerimizi size açıklamış bulunuyoruz.
İşte siz öyle kimselersiniz ki, onlar sizi sevmedikleri hâlde siz onları seversiniz (yani onların müslüman olmasını istersiniz). Siz, bütün kitaplara inanırsınız; onlar ise sizinle karşılaştıklarında, «İnandık!» derler; kendi başlarına kaldıklarında da size olan kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar. De ki: «Kininizden (kahrolup) geberin!» Şüphesiz Allah, kalplerin içindekini hakkıyla bilmektedir.
Size bir iyilik dokunursa, bu onları tasalandırır; başınıza bir musibet gelse, buna da sevinirler. Eğer sabreder ve takvâ sahibi olursanız, onların hîlesi size hiçbir zarar veremez. Şüphesiz Allah, onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.” (Âl-i İmrân, 118-120)
Bilindiği üzere, bir husus âyet-i kerîmelerde zikredildiyse, hükmü kıyamete kadar devam eder. Yukarıdaki âyet-i kerîmeler de bizlere kâfirlerin ve mü’minlerin kıyamete kadar hiçbir zaman değişmeyecek karakterini ifade etmektedir.
Âyet-i kerîmenin başında zikredilen, “Ey îman edenler! Kendi dışınızdakileri sırdaş edinmeyin!” emr-i ilâhîsi, İslâm’a karşı düşmanca duygular besleyen kimselerle münasebetlerimizi düzenlemekte ve onlarla derin bir gönül bağı kurmamızı, onları samimi bir dost, yakın bir arkadaş veya sırdaş olarak görmemizi yasaklamaktadır.
Bu gönül bağı, bazen açık, bazen de gizli olabilir. Hattâ gönülde küfre ve kâfirlere karşı duyulan bu sevgi, bazen o kadar gizli, sinsi ve derinlerde olabilir ki, o kalbin sahibi bile bu muhabbetin farkında olamaz.
Bu gizli muhabbetin nasıl oluşabileceğine de yine Peygamber Efendimizin hayatından bir hâtıra ile örnek verelim. Mekke fethine hazırlık yapıldığı zamanlardı. Peygamber Efendimiz, bu fethin gizli tutulmasını istiyor ve bu hususta çok sıkı tedbirler alıyordu. Mekke’ye ansızın baskın yapıp onların teslim olmasını, böylece o mübarek topraklarda kan dökülmeden fethin gerçekleşmesini arzu ediyordu. Eğer kan dökülmezse, kin olmayacak ve bu fetih ile gönüllerin fethi de gerçekleşerek oradaki müşriklerin îman etmeleri kolaylaşacaktı.
Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- diğer iktidar sahiplerinden farklı olarak, güç ve kuvveti elde ettikten sonra bu imkânı insanları öldürüp ülkelerini işgal etmek ve her şeylerini sömürmek için değil, bilakis insanların gönüllerini Allâh’a açmak, onları gerçek saâdete, yani hidayete kavuşturmak için kullanmıştır. Zira O, âlemlere hidâyet ve rahmet olarak gönderilmiş bir peygamberdi.
Bu yüzden Peygamber Efendimizin bu hassasiyetini bilen bütün ashâb-ı kirâm, bu gizliliğe riâyet ettiği hâlde, muhâcirlerden Hâtıb bin Ebî Beltea, Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu seferini ihbar eden bir mektubu, gizlice Mekke’ye götürmesi için bir kadına vermişti. Peygamber Efendimiz, bu durumdan vahiyle haberdar edildi. Hemen yol üzerindeki kadın bulundu ve mektup ortaya çıktı.
Mektupta şunlar yazılıydı:
“Ey Kureyş! Allâh’ın Resûlü, sizin üzerinize öyle muazzam bir kuvvetle geliyor ki, gece karanlığı gibi korkunç olan bu ordu, sel gibi akacaktır. Allâh’a yemin ederim ki, Resûlullah üzerinize tek başına da gelse Allah, O’nu size gâlip kılacak, vaadini yerine getirecektir. Şimdiden başınızın çaresine bakın!” (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IV, 278)
Aslında bu ifâdeler, ne gerçeğe aykırıydı, ne de ihânetle doluydu. Fakat gizli kalması gereken bir gerçek, düşmana bildiriliyordu. Bu yüzden Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu işi yapan Hâtıb’ı derhâl yanına çağırtıp sordu:
“-Ey Hâtıb! Bunu niye yaptın?”
Bedir gâzîlerinden olan Hâtıb, büyük bir pişmanlık içinde:
“-Yâ Rasûlâllah! Yanınızda bulunan muhâcirlerin Mekke’de âile ve mallarını koruyacak kimseleri var. Benim ise kimsem yok. Ben de bu mektupla onlar arasında minnettarlık kazanarak, âilemi, çoluk-çocuğumu korumak istedim. Yoksa ben onların câsusu değilim. Ben bu işi dînimden dönmek gibi bir fenâlıkla da işlemedim. Müslüman olduktan sonra ben, aslâ küfre râzı olmam. Vallâhi benim Allah ve Resûlü’ne olan îmânım sonsuzdur. Aslâ dînimi değiştirmiş değilim...” dedi.
Bunun üzerine merhamet ummânı olan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“-Hâtıb kendisini doğru müdâfaa etti.” buyurdu ve onu affetti.
Bununla birlikte Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, o sırada nâzil olan şu âyet-i kerîmelerle, Allâh’ın düşmanlarıyla dostluk yapılmaması gerektiği husûsunu, başta Hâtıb olmak üzere, bütün ashâb-ı kirâma tebliğ etti:
“Ey îman edenler! Eğer Ben’im yolumda savaşmak ve rızâmı kazanmak için çıkmışsanız, Ben’im de düşmanım, sizin de düşmanınız olanlara sevgi göstererek, gizlice muhabbet besleyerek onları dost edinmeyin! Oysa onlar, size gelen gerçeği inkâr etmişlerdir. (Onlar) Rabbiniz Allâh’a inandığınızdan dolayı Peygamber’i de sizi de yurdunuzdan çıkardı.
Ben, sizin saklı tuttuğunuzu da açığa vurduğunuzu da en iyi bilenim. Sizden kim bunu yaparsa (onları dost edinirse), doğru yoldan sapmış olur. (Biliniz ki) şâyet onlar sizi ele geçirirlerse, size düşman kesilecekler. Size ellerini ve dillerini kötülükle uzatacaklardır. Zâten (onlar, hiç şüphesiz sizin îmandan vazgeçip de) inkâr etmenizi istemektedirler. (Yine biliniz ki) kıyâmet günü yakınlarınız ve çocuklarınız size fayda vermez. Çünkü Allah, aranızı ayırır. Allah yaptıklarınızı görendir.” (el-Mümtehine, 1-3)
Bu âyet-i kerîmelerle, Müslümanların çoluk-çocuk, mal-mülk gibi sebeplerle kâfirlerle dostluk kurmaları yasaklanmıştır.
Hâtıb bin Ebî Beltea, eğer bu mektubu onlara ulaştırabilseydi, onlara yardım etmiş olacaktı. Buna mukabil onlar da onun âilesine zarar vermeyerek onun âilesine yardım edeceklerdi. Böylece aralarındaki bu menfaat birliği sebebiyle iki taraf arasında gâye bu olmasa da zaman içinde bir vefâ hissi doğacak ve kalpte onlara karşı gizli bir muhabbet başlayacaktı.
Âyet-i kerîmede ifade edilen “sevgi göstermek”, açıktan oluşan bir sevgidir ki, bunu kişi kendisi, bilerek isteyerek yapar ve farkındadır. Ama âyetin devamındaki “gizlice muhabbet besleyerek onları dost edinmeyin” ifadesinden, insanın farkında olmadan kâfirlere veya münâfık tabiatlı kimselere karşı bir hayranlık, muhabbet ve vefâ oluşması riskinden bahsedilebilir. Bu, o kadar büyük bir tehlikedir ki, ashâb-ı kirâm içinde, cennetle müjdelenmiş Bedir gâzileri arasında bile yeşerme imkânı bulabilmiştir.
KİM BİR KAVME BENZERSE O DA ONLARDANDIR
İşte günümüzde kâfirlerin modalarına olan ilgi ve hayranlık o raddeye gelmiştir ki, insanlar farkında olmadan gayr-i müslimler gibi giyinmeye, onlar gibi yemeye, onlar gibi eğlenmeye, hattâ onlar gibi düşünmeye ve inanmaya başlamıştır. İşte bu kalpte doğan gizli muhabbettin ortaya çıkmış en bâriz hâlidir. Hâlbuki Peygamber Efendimiz:
“Kim bir kavme benzerse o da onlardandır.”[1] buyurarak asırlar evvelinden bizi uyarmıştır.
Kendisi ibadette dahî onlara benzememek için Aşûre gününün başına-sonuna oruç eklemiş, günlük hayatta meselâ gayr-i müslimler saçını uzatsa kendisi onlara benzememek için kısaltmış ya da tersini yapmıştır.
Bazı müslüman kardeşlerimizi bu hususta uyardığımızda:
“-Ne olacak onlar gibi kutlamalar yapsak veya onlar gibi yesek!.. Biz onlara benzemek niyetiyle veya onlara yardım etmek için yapmıyoruz ki!..” diyorlar.
Yukarıdaki misalde de görüldüğü üzere, Bedir gâzilerinden Hâtıb bin Ebî Beltea da onlara yardım etmek için yapmadı, ama Cenâb-ı Hak, niyet ne olursa olsun, bunun kalpte gizli bir muhabbete sebep olacağını ve neticede âhiret günü büyük bir hüsrana sebep olacağını âyet-i kerîmelerle bildirmiş oldu.
Rabbim cümlemize firâset nasîb eylesin! Kalplerimizi nefsimizden, şeytandan ve her türlü din düşmanından gelecek maddî-mânevî zararlardan muhafaza buyursun! Âmin…
Dipnot:
[1] Ebû Dâvûd, Libâs, 4/4031.
Kaynak: Halime Demireşik, Şebnem Dergisi, Sayı: 181