Önümüzde Fasıl-fasıl Yolculuklar Var
Osman Nuri Topbaş Hocaefendi bu haftaki sohbetlerinde, kabir ve âhiret yolculuğumuzdan bahsediyor.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin mübârek, pâk rûh-i tayyibelerine; ehl-i beytin, ashâb-ı kirâmın, enbiyâ-i izâmın, sâdât-ı kirâm hazarâtının, yani evliyâullah silsilesinin rûh-i şerîflerine; -inşâallah- Cenâb-ı Hak, İslâm dünyasını, hâssaten vatanımızı şerirlerin şerlerinden muhâfaza eylemesi, -inşâallah- ezan seslerimizin, bayrağımızın kıyâmete kadar devam etmesi niyaz ve duâsıyla, bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs…
Muhterem Kardeşlerimiz!
Bu sohbetimizi, Müʼminûn Sûresiʼnin ilk on âyetinden yapmayı düşündüm. Zira -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Kim bu on âyeti hayata geçirir, o, Cennetʼe girer.” buyurdu. (Bkz. Tirmizî, Tefsîr, 23:1)
Aşağı-yukarı bu on âyette, hayatımızın icmâlî olarak her tarafını kaplayan husûsiyetler var.
Cenâb-ı Hak -inşâallah- bu on âyeti hayatımızın her safhasında, Cenâb-ı Hak icrâ etmeyi, îfâ etmeyi Cenâb-ı Hak nasîb eder -inşâallah-.
Elhamdülillah, Cenâb-ı Hakkʼa sonsuz şükürler olsun, şükründen âciziz; bizi müslüman olarak dünyaya getirdi.
Dünya, bir imtihan… Bu cihan bir imtihan dershânesi. Âdem -aleyhisselâm-ʼdan beri bu imtihanlar devam ediyor. Bu fasılda biz varız. Bizden sonra kaç fasıl insan gelecek bilemiyoruz.
En sonra kıyamet kopacak. Bu Dünya da infilâk edecek. Fonksiyonunu bitirmiş oluyor, vazifesini bitirmiş oluyor. Ondan sonra bir, mezarlardan kalkış, ebedî bir hayat başlayacak. Tabi orada da, mezardaki ömrümüz ne kadar, bilemiyoruz. Âhiretteki ömrümüz, o da ne kadar, bilemiyoruz onu. Fasıl fasıl, Cennet ve Cehennem yolculuğu olacak.
Bâzı müʼminlere zor zamanlar olacak. Bâzı müʼminlere de:
لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ
(“…Onlar da (o gün) üzülmeyeceklerdir, korkmayacaklardır...” [el-Bakara 62, 277]) Çok bereketli ve kolay geçecek.
Şefaat-i Uzmâ; Rasûlullah Efendimizʼin duâsına, şefaatine orada -inşâallah- nâil oluruz.
Ondan sonra iki yol var: -İnşâallah- bize Cenâb-ı Hak Cennet yolunu nasîb eder -inşâallah-.
Bu dünya, imtihan tamamen… Bunun farkında olabilmemiz. Ömrümüz ne kadar, o da belli değil. Cenâb-ı Hak meçhul bırakıyor, her an hazırlıklı olabilmemiz…
Fâtır Sûresiʼnde bir âyet-i kerîme var, o çok ibretli… Âhiretten bir manzara Cenâb-ı Hak bildiriyor:
O kötü âkıbete dûçâr olanlar, Cehennemʼdekiler diyecekler ki:
“‒Yâ Rabbi! Bizi buradan çıkar Cehennemʼden. Biz çok pişman olduk, nâdim olduk. O kötü amellerimizi güzel ameller hâline getirelim. Tekrar bizi imtihan dünyasına gönder.” diyecekler.
Rabbimiz de orada iki tane soru soracak onlara:
“‒Bu Dünyaʼda size düşünecek kadar bir zaman vermedik mi?” Birinci soru…
Niçin Dünyaʼya geldik? Kimin mülkünde yaşıyoruz? Gelen niye geliyor? Yolculuk nereye? Bunun idrâki içinde bir hayatımız…
Birinci sorusu bu. Demek ki bu Dünyaʼda uyanmak… Yani niye geldiğimizin, kimin mülkünde olduğumuzun, nereye gideceğimizin farkında olabilmek…
Onun için -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼin hep telkini:
“Esas hayat, âhiret hayatıdır.” (Buhârî, Rikāk, 1)
İkinci soru, Cenâb-ı Hakkʼın:
“‒Size bir irşâd edici, bir peygamber gelmedi mi?”
“‒Evet yâ Rabbi, diyecekler. İkisi de oldu. Düşünecek kadar bize bir ömür de verdin. Her şeyi düşünüyorduk çünkü. Bir peygamber de geldi. Gaflete daldık.” diyecekler.
Cenâb-ı Hak da cevâben:
“‒Azâbı tadın!” buyuracak. (Bkz. Fâtır, 37)
Velhâsıl, imtihan dünyasının farkında olabilmek. Zaman, en büyük nîmet. En kötü israf, zamanın isrâfı. Onun için Cenâb-ı Hak:
وَالْعَصْرِ buyuruyor.
“Zamana yemin olsun.” (el-Asr, 1) buyuruyor.
Zamanımız, her saniyemiz çok kıymetli.
Yine Rabbimiz, hepimizin son ânını bildiriyor bize âyet-i kerîmede, Münâfikûn Sûresiʼnde:
“Ölüm ânı gelir de; «‒Yâ Rabbi, biraz tehir etsen…»” (el-Münâfikûn, 10) Bütün alâmetler başlar. Öbür taraftan manzaralar çıkar karşımıza.
“«‒Yâ Rabbi, biraz tehir etsen de Münsadaka versem (Senʼin yolunda), sâlihlerden olsam (Sana daha yakın bir kul olsam.)» demeden evvel (Cenâb-ı Hak) infâk edin.” (el-Münâfikûn, 10) buyuruyor.
Hep bize. Cenâb-ı Hak, kulunu seviyor. Kulunu ahsen-i takvim / güzel istîdatlar üzere yarattı. Kulunun gayretini istiyor. Kulunun Cennetʼe girmesini istiyor. Fakat kul derse ki “ben Cennetʼe girmeyeceğim”, o zaman da yapacak bir şey yok.
Onun için Cenâb-ı Hak peygamberler gönderiyor. Kitaplar gönderiyor. Şu kâinat, şu cihan, ilâhî bir manzara. Bize hep ilâhî kudreti hatırlatıyor.
Cenâb-ı Hak insanın en çok ihtiyacını, en bol veriyor. Suları bol veriyor. Bir toprak terkibinden neler neler çıkıyor… Pancar çıkıyor, diğer tarafta zeytin çıkıyor. Bir taraftan ekşi, bir taraftan tatlı. Çeşit çeşit meyveler, çeşit çeşit ikramlar… İnsanın bütün ihtiyacı görülüyor. Cenâb-ı Hak da kulundan kulluk istiyor.
Niye Dünyaʼya geldik?
لِيَعْبُدُونِ Allâhʼa kul olmak için. (Bkz. ez-Zâriyât, 56)
لِيَعْرِفُونِ, Cenâb-ı Hakkʼı tanıyabilmek, kalpte tanıyabilmek…
Ömer -radıyallâhu anh- buyuruyor:
-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin hâli değişti. Bazen Efendimizʼe vahiy geldiği zaman, yanak tarafından bir arı vızıltısı gibi ses gelirdi. Yine öyle bir ses duyduk. Allah Rasûlüʼnün hâli değişti. Vahiy geldiği zaman hâli değişirdi. Sonra normale döndü. Efendimiz kıbleye döndü, duâ etti:
Yâ Rabbi, dedi. Bizden râzı ol, dedi. Bizi yâ Rabbi, dedi. Bizi ihyâ eyle, dedi. Duâ etti.
Sonra Efendimiz bize döndü, buyuruyor.
“Şimdi bana on âyet indi, kim bu âyetleri îfâ ederse Cennetʼe girer.” buyurdu. (Bkz. Tirmizî, Tefsîr, 23:1)
Âyet:
قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ olarak başlıyor. “Müʼminler felâh buldu (kurtuluşa erdi).” (el-Mü’minûn, 1)
Aşağı yukarı, bu “felâh bulma” Kur'ân-ı Kerîmʼde hemen hemen kırk yerde geçiyor.
Bir düzgün parkta gezene “felâh buldun” denmez. Uçurumların kenarında gezip, med-cezirlerin içinde, zor zamanlarda olup, kendini oradan kurtarana; “Hadi kurtardın, felâha erdin.” denir.
Demek ki Dünya da öyle bir şey ki, bir nefsin arzularına karşı, nefsin arzularını bertaraf etmek, Allâhʼın verdiği o güzel istîdatları inkişâf ettirmek, Cenâb-ı Hakʼla dost olabilmek… Ağır bir kalbî mesâî mevsimi olmuş oluyor Dünya…
İşte Cenâb-ı Hak:
قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ “Müʼminler felâh buldu.” (el-Mü’minûn, 1) buyuruyor. “Kurtuluşa erdi.” buyruluyor.
Cenâb-ı Hak 194 yerde bize “ihsan”, “muhsin” geçiyor. Yani ilâhî kameranın altında olmamızın bir idrâki içinde olmamız… Kirâmen Kâtibîn var, hep tespit hâlinde.
Cenâb-ı Hak:
وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ
buyuruyor. “…Nereye gitseniz, Allah sizinle beraberdir…” (el-Hadîd, 4) buyuruyor.
Cenâb-ı Hak zaman-mekândan münezzeh. Biz zaman ve mekânla kayıtlıyız, Cenâb-ı Hak münezzeh. Münezzeh olduğu için Cenâb-ı Hak Dünyaʼda, Dünyaʼnın dışında, bütün yarattığı her şeyin her an yanında. Nebâtât, hayvanât, insan vesâire. Çünkü zaman-mekân yok.
Onun için Cenâb-ı Hak:
وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ
“…Nereye gitseniz, O sizin yanınızdadır…” (el-Hadîd, 4) buyuruyor.
Demek ki 194 yerde “ihsan” geçiyor. Cenâb-ı Hak bizim ilâhî kameranın altında olduğumuzun idrâki içinde olabilmemiz.
Çünkü Cenâb-ı Hak:
“Onlar, ayaktayken, otururken, yanları üzerindeyken Allâhʼı zikrederler…” (Âl-i İmrân, 191)
Yani Cenâb-ı Hakkʼı, hayatın hiçbir safhasında unutmamak.
İç dünyamız da öyle. Bir şah damarından daha yakın. İçimizdeki, Cenâb-ı Hak duyguları, hissiyâtı biliyor.
Velhâsıl, ilâhî bir kontrolün altındayız.
80 yahut 80ʼden fazla yerde “Ey îmân edenler!” diye geçiyor. Cenâb-ı Hak “Ey îmân edenler!”de, bu îmân edenlerde nasıl bir hayat tarzı olacak, nasıl bir kalp hâli olacak, onu bize telkin ediyor.
254 yerde de “takvâ” geçiyor. Cenâb-ı Hakkʼa her hâlimiz yakın olacak. Nefsânî arzuları bertaraf edeceğiz, rûhânî istidatlarımızı güçlendireceğiz. Cenâb-ı Hakʼla dost olabilmenin gayreti içinde olmuş olacağız.
99 yerde “namaz” geçiyor. Namaz çok mühim.
Cenâb-ı Hak ilk âyette:
“Gerçekten müʼminler kurtuluşa ermiştir.” (el-Mü’minûn, 1) Fakat bu kurtuluşa ermek, insan muvaffakıyet, ancak fedakârlık ister. Yani fedakârlık olduğu zaman muvaffakıyet olmuş olur. Her şeyimizle fedakârlık. Muhtelif âyetler. Mallarla, canlarla, evlâtlarla, ibadetlerle, güzel ahlâkla, her şeyle Cenâb-ı Hak bizden fedakârlık istiyor.
Burada “müʼminûn” buyruluyor. “Müʼminler felâh buldu.”
“Müʼmin”, Cenâb-ı Hakkʼın bir ismidir, Müʼmin. Demek ki Cenâb-ı Hak o Müʼmin isminden bizlerin bir nasip almasını, Rabbimiz bizlerden kulluk ekseni içinde güzel bir hayat talep ediyor bizden.
Düşünmek gerekir ki meccânen, bir bedel ödemeden müʼmin olarak Dünyaʼya geldik. Cenâb-ı Hakkʼın bize en büyük “ey îmân edenler”de tâlimâtı:
يَا اَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ حَقَّ تُقَاتِهِ وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ
“Ey îmân edenler! Allâhʼın büyüklüğüne (Allâhʼın sonsuzluğuna, Allâhʼın azametine) yaraşır şekilde takvâ sahibi olun, ancak Müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) buyuruyor.
O da bir sefere mahsus. Yani tekrarı yok. Yani daimâ düşüneceğiz: Bir “hiç” sermâye ile müslüman olarak geldik. Fakat Cenâb-ı Hak “müslüman olarak can verin” buyuruyor. Demek ki bütün gayretlerimiz, müslüman olarak can vermenin gayreti içinde olacak. Bir yerde İslâmʼı unutmayacağız. Bir yerde şerîati unutmayacağız.
Yine Cenâb-ı Hak nîmetlerini bildiriyor, Câsiye Sûresiʼnde:
“O, göklerde ve yerde ne varsa âmâde kıldı…” (el-Câsiye, 13) buyuruyor.
Güneş, insana âmâde, insan için. Ay, insan için. Toprak, insan için. Atmosfer, insan için. Hayvanlar, insan için. Meyveler, sebzeler insan için. Peygamberler, insan için. Hep lûtuflar insan için.
Cenâb-ı Hak:
“O, göklerde ve yerde ne varsa (insana) âmâde kıldı…” (el-Câsiye, 13) Yani yardımcı oluyor Allâhʼa kulluk için.
Kimin için:
“…Düşünen bir toplum için (idrak sahibi bir toplum için) ibretler vardır.” (el-Câsiye, 13) Cenâb-ı Hak buyuruyor.
Yine Cenâb-ı Hak:
“Allâhʼın nîmetlerini saymaya kalksanız, güç yetiremezsiniz…” (en-Nahl, 18)
En büyük nîmet, Kur'ân-ı Kerîm. Bize bir hidâyet rehberi.
اَلرَّحْمٰنُ عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ خَلَقَ الْاِنْسَانَ عَلَّمَهُ الْبَيَانَ
(“Rahmân Kurʼânʼı öğretti. İnsanı yarattı. Ona açıklamayı öğretti.” [er-Rahmân, 1-4])
Kur'ânʼı Rahmân öğretti; merhamet sıfatını bildiriyor.
خَلَقَ الْاِنْسَانَ “İnsanı yarattı.” (er-Rahmân, 3)
Kur'ânʼla hayat bulacak. Kur'ânʼla saâdete erecek.
عَلَّمَهُ الْبَيَانَ Hikmetler, sırlar… Beyânı Cenâb-ı Hak mahlûkat arasında insana vermiş oluyor. Cenâb-ı Hak lûtuflarını bildiriyor.
Yine Cenâb-ı Hak, bize yine istikbâle âit bir hâdiseyi bildiriyor. Yani o müʼminler, imtihanı vermiş Cennetʼe giren müʼminler, şöyle ifade edecekler:
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذِى هَدٰینَا لِهٰـذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِىَ لَوْلَا اَنْ هَدٰینَا اللّٰهُ
Mânâsı; şöyle duâ edecekler:
“…Hidâyetiyle bizi bu nîmete kavuşturan (bu Kur'ân nîmetine kavuşturan, İslâm nîmetine kavuşturan) Allâhʼa hamdolsun. Allah bizi doğru yola iletmeseydi (bize hidâyet vermeseydi, Kur'ân yolunu göstermeseydi, Rasûlullah Efendimiz yolunu göstermeseydi) biz kendiliğimizden doğru yolu bulacak değildik…” (el-A‘râf, 43) diyecekler. Cenâb-ı Hakkʼa bir hamd ü senâ hâlinde olacaklar.
Fakat Cenâb-ı Hak bize:
ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ
“…O gün verdiğimiz nîmetlerden (mutlakâ) sorulacaksınız!” (et-Tekâsür, 8)
Cenâb-ı Hakkʼın nîmetleri… Ümmet-i Muhammed olduk, büyük nîmet. Kurʼânʼa muhâtap olduk, büyük bir nîmet. Bir İslâm toplumu içindeyiz, büyük bir nîmet.
“Müʼminler felâh buldu.” (el-Mü’minûn, 1)
Müʼmin demek, ne demek o zaman?
“Müʼminler felâh buldu.”
Müʼmin demek, gönüllerde îman ışığı parlatan, yani rûhundan bir rahmet taşıran bir müʼmin, bir huzur veren. Cenâb-ı Hak nasıl bir çiçekleri yaratmış, insanoğlu baksın, huzur bulsun. Cenâb-ı Hakkʼı hatırlasın, teşekkür etsin.
Demek ki Cenâb-ı Hak; bir müʼmin de o şekilde olacak. Çiçeklerden daha zarif, daha ince olacak. Girdiği yerde bir müʼmin dâimâ bir rahmet tevzî edecek.
Yani müʼmin yalnız kendi evini aydınlatan bir ışık olmayacak. Nasıl Güneş en kuytu yerlere kadar sıcaklığını, ışığını veriyor; müʼminin gönül âlemi de o şekilde olacak.
Birinci şey, müʼmin; gönüllerde îman ışığı parlatan, merhamet ve şefkat tevzî eden, kendisine sığınanları himâye eden, onları koruyan, rahatlatan, güven veren, vaadine-sözüne güvenilen…
Müʼmin, bu mânâya geliyor. Fakat Cenâb-ı Hak:
“Müʼminler felâh buldu.” (el-Mü’minûn, 1) buyuruyor. Demek ki müʼmin olabilmenin bir gayreti, bu sıfatlarla mücehhez ve müzeyyen olmanın bir müʼmin, gayreti içinde olacak.
Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri buyuruyor ki:
“Cenâb-ı Hak Cennetʼi yarattı. Her yarattığı şeye bir lisan verdi. Her şey canlı, bizim idrâkimiz dışında. Cennetʼi yarattı, Cennetʼe; «‒Konuş.» dedi. Cennet de:
« قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَdedi. Müʼminler felâh buldu.»”
Demek ki tâ Cennetʼe girinceye kadar ağır bir mesâînin içindeyiz. Bir imtihanın içindeyiz. Ancak Cennetʼe girmekle, Efendimizʼin şefaatiyle Cennetʼe girmekle bu şey bitmiş olacak. Ondan sonra tamamen Cenâb-ı Hakʼla bir dost olarak ebedî bir hayat başlayacak.
Diğer âyette de, Kāf Sûresiʼnde de Cenâb-ı Hak bunun zıddı olarak, yine burada Cenâb-ı Hak Cehennemʼle konuşur:
“Cehennemʼe o gün «Doldun mu?» deriz…” (Kāf, 30) Daha boş yer var mı, deriz. “…O da; «Daha var mı?» (gönder yâ Rabbi mücrimleri, günahkârları) der.” (Kāf, 30)
Velhâsıl Cenâb-ı Hak bizi hep bir îkaz hâlinde…