O’nun Gelmesi ile Azerbaycan Çiçek Açtı!
Halime Demireşik'in Şebnem dergisinin mayıs sayısı için yaptığı röportajın konuğu, mâhir elde yetişmiş ilk hizmet neferlerinden olan Solmaz Özkul Hanımefendi...
Kıymetli okuyucularımız; Nurhayat Eryılmaz Hanımefendi ile yaptığımız uzun röportajımıza kısa bir ara veriyoruz. Devamını, inşâallah Temmuz sayımızda neşredeceğiz. Bu sayımızda Ramazan iklimine çok uygun başka bir röportaja başlıyoruz. Hayır ve hidayetlere vesile olması duâlarımızla…
“Surda bir gedik açtık, mukaddes mi mukaddes…
Ey kahpe rüzgâr, artık ne yandan esersen es!”
Merhum Necip Fâzıl Kısakürek’in mısralarında bahsettiği surlarda mukaddes gedikler açılmaya devam ediyor. 1990 yılında kutlu bir el uzandı Azerbaycan’a… Komünizm’in kirlettiği her bir kalbi, mâhir bir madenci gibi çakıl taşları arasından seçti aldı. Gönlündeki îman ve merhametin tezahürü olan hizmetle yıkadı onları... Köklerinde var olan îman incilerini çıkardı gün yüzüne… O’nun gelişi ile Azerbaycan çiçek açtı.
İşte o mâhir elde yetişmiş ilk hizmet neferlerinden olan Solmaz Özkul Hanımefendi, bugün röportaj sayfalarımızın konuğu... Kıymetli, Hak âşığı, firâsetli bir babanın sadaka-i câriyesi olan kardeşimize birçok hizmetin ilk tohumlarını atmak nasip olmuş. Önce Azerbaycan, sonra Afrika kıtasının ortasındaki Tanzanya, ardında Türkiye, şimdi de Suriye’de muhterem beyi Talha Özkul ile beraber hizmetleri devam ediyor.
Azerbaycan’da konservatuvar okurken bir anda hayatı değişen, kemanı ile şarkılar bestelerken ilâhiler bestelemeye başlayan, Solmaz kardeşimin hayat ve hizmet yolculuğunu okurken gözyaşlarınız hiç dinmeyecek; hizmet ve îman aşkınız tazelenecek. Dinlerken ağladım, yazarken ağladım.
“-Gönüllerimiz, gözyaşlarımız ve dualarımız birbirine karışsın!” diyerek buyurun başlayalım.
Efendim, bize kendinizden, âilenizden, Azerbaycan’da İslâm’dan habersiz geçen yıllarınızdan biraz bahsedebilir misiniz?
Ben Azerbaycan’ın en güzel şehirlerinden biri olan Şeki’de doğmuşum. Âilem ziyâlı (aydın, okumuş, münevver) bir âiledir. Babam doktor, annem ise öğretmendi. Hâlbuki annemin gençlik zamanlarında kız çocukları pek okumazmış. Ama âilesi şuurlu bir âile oldukları için kendisini okutmuşlar.
Anne ve babamın ilimle meşgul olması, tabi bizim terbiyemiz üzerinde de çok etkili oldu. Güzel, örnek bir âileydik. Ama biliyorsunuz, Azerbaycan halkı, Rusya’ya bağlıyken yetmiş yıl komünizmin baskısını yaşamış bir millet… Bu sebeple ne bizim âilemizde ne de halkımızda dînimiz İslâm’la ilgili hiçbir bilgi veya İslâm’ı yaşama alâmeti kalmamıştı. Sadece adımız müslümandı. Câmi ve medreseler ya yıkılmış ya müze olmuş ya da kütüphane olarak kullanılıyordu. Hiç kimsenin evinde Kur’ân dahî yoktu. Müslüman olduğumuzu da dedelerimizden duymuştuk.
Dedem, gizli gizli evde namaz kılardı. Ama ne evlâtlarına ne de bize hiç öğretemedi korkusundan... Son zamanlar dedem gizli de olsa, az çok İslâm’dan bahsetmeye başlamıştı. Dedemin dayısı, Dağıstan âlimlerindenmiş. Az da olsa dedemde İslâm’dan kırıntılar kalmış. Dayısından öğrendiği Kur’ân’ı okurdu. Çok güzel ve serî bir Kur’ân okuyuşu vardı.
Dedeciğim, bazen Rus komünist askerlerin baskın yapıp bütün evlerden Kur’ân’ları ve din kitaplarını toplayıp yaktıklarını, namaz kılan ve Kur’ân’ı bilen herkesin idam edildiğini, dîni bilen hiçbir âlim bırakılmadığını anlatırdı. Bu, öyle bir baskı imiş ki, İslâm adına hiçbir eser veya İslâm’ı hatırlatacak hiçbir şey kalmayana kadar devam etmiş. Yetmiş yıl süren bir zulüm…
O kadar dînimizden habersizdik ki, ne gusül abdesti, ne namaz abdesti, ne Ramazan Ayı, ne oruç, ne de kurban… Bunların hiçbirinden haberimiz yoktu. Babam çok îmanlı-inançlı bir insandı, fakat namaz kılmayı bilmiyordu. Çünkü dedemiz, askerler gelip basacak korkusu ile hiç öğretememiş. Bu yüzden babam, namazı kırk beş yaşında öğrenip başlayabildi.
Peki, din adına neler vardı hayatınızda?
-Sadece bid’atler vardı. Meselâ köylerde pîr mezarları ziyaret edilir, adak adanır. Onun için kurban kesilir. O pîrden istenir. Düğün yapan, çocuğu olmayan herkes orayı ziyaret eder, orada kurban keserdi. İslâm’ın Kurban Bayramı’ndan haberimiz yoktu ama... Hattâ az da olsa bunlar şimdi yine de var. Bir de cenaze arkasında yas merasimleri vardı. Din yok, bolca âdet ve görenekler vardı. Rus âdetleri okullarda öğretilirdi. Yılbaşı kutlardık. Bunlar, hayatımıza o kadar yer etmişti ki, hiç yabancılık çekmiyorduk.
Babacığım, sadece yüreğini doldura doldura bir sevinçle:
“-Biz müslümanız!” derdi.
Babam, bilmediği İslâmiyet’i aşılayamadıkça bizi ilimle doldurmaya çalıştı. Kendisi çok iyi bir hekim olmanın yanında, edebiyata düşkün, ince ruhlu bir insandı. Bize bunu aşılamaya gayret ediyordu. Hepimizin ilim ve edebiyatla yoğrulup insanlığa faydalı olmamız için nasihat eder ve bunun için çok gayret gösterirdi.
Bu gayretlerinin neticesinde ağabeyim ve erkek kardeşim doktor oldular. Benim yolumu ise, onlardan farklı çizdi, beni sanata yönlendirdi. Ben konservatuvar mezunuyum. Piyanoyu çok severdim. Azerbaycan’da piyano çok yaygındır. Piyano çalmayı öğrenmek istediğim zaman babam:
“-Ben piyano istemem! O Rus âleti... Sen Azerbaycan’ın millî çalgı âleti olan kemençeye (kemana) yönel, kendi bestelerini yap.” demişti.
Sekiz sene konservatuvar okudum.
Tam yetmiş sene sonra, Rabbimiz bize tekrar İslâm’ı ve müslümanlığı nasip etti. Bu yüzden biz çok şanslı bir nesiliz. Bizi bu gaflet uykusundan uyandıran kıymetli üstâdımız Osman Nûri Topbaş Efendi’nin gayretleri oldu. Rabbim, kendilerine uzun ve sağlıklı ömürler nasip etsin. Onun yurt dışı olarak ilk tohum attığı yer, Azerbaycan’dır. Bugün mübarek elleri, kıtalar ötesine kadar uzanıyor, elhamdülillâh!..
Osman Hocamız’ın Azerbaycan’dan haberdar olma hikâyesinden de bahsedebilir misiniz?
1990 yılında Sovyetler Birliği yıkılınca Azerbaycan, Rusya’dan ayrılıp bağımsızlığına kavuştu, sınırlar açıldı. O zamanki Şeki müftüsü Selim Efendi, Allah kendisine rahmet eylesin, hemen Türkiye’ye gelmiş. Bir kuruma giderek:
“-Ben Azerbaycan’dan geldim. Biz çok açız!.. Bize yardım edin, bize İslâm’ı anlatacak hocalar gönderin!” demiş.
Oradaki yetkililer:
“-Biz seni Aziz Mahmud Hüdâyî Vakfı’na yönlendirelim. Onlar cömert insanlardır, size yardım ederler!” deyip Hüdâyî Vakfı’na göndermişler.
Selim Efendi, Hüdâyî Vakfına gelmiş:
“-Ben Azerbaycan’dan geldim. Şeki’nin müftüsüyüm. Peygamber Efendimiz, «Komşusu açken tok yatan bizden değildir!» buyuruyor.[1] Biz yetmiş senedir açız. Bize yardım edin!” deyince, ona:
“-Tamam, istediğiniz kadar erzak, gıda ve kıyafet gönderelim!” demişler. Müftü Selim Efendi de:
“-Biz öyle aç değiliz! Bizim yemeğimiz, içeceğimiz var. Biz Kur’ân’ın ve İslâm’ın açlığını çekiyoruz.” deyince onu Osman Efendimiz’e yönlendirmişler.
Osman Efendimiz’e her şeyi anlatmış ve onu İslâm’ı anlatmak üzere Azerbaycan’a davet etmişti. İşte o gün, orada Azerbaycan’ın kaderi değişmiş, yeniden İslâm’a kavuşması için ilk tohumlar atılmış.
Bir ay sonra bizzat Osman Efendimiz Azerbaycan’a geldi. Onun gelmesi ile Azerbaycan âdeta çiçek açtı ve Azerbaycan yeniden doğdu. Tabî, bu açlığı hisseden çok az insan vardı Azerbaycan’da… Çünkü halkın çoğunluğu dîni hiç bilmiyor. Bizim dedemiz olmasaydı, gizli olarak da olsa namaz kılan kimseyi biz de hiç görmeyecek; belki müslüman olduğumuzu bile unutacaktık.
Osman Efendimiz’in bu ilk gelişinde Şeki’de onu karşılayan üç kişiden birisi babamdır. Daha sonra Osman Efendimiz, Türkiye’ye döner dönmez babamı İstanbul’a davet etmiş. Babam da zaten Türkiye-İstanbul âşığı… Hemen gitti. Bir ay Osman Efendimiz’in misafiri oldu.
Azerbaycan’da ilk hizmet tohumları atılırken merhum babanız Efendi Doktor’un da ismi çok geçer. Biraz da babanızdan bahsedebilir misiniz?
Babam İstanbul’a gidince merhum Mûsâ Topbaş Efendimiz’le tanışmış, ona hayran kalmış, hemen bende olmuş. O günlerden itibaren Osman Hocamızla çok samimî dostlukları başlıyor. Hocamıza:
“-Osman Abim!” derdi. Osman Hocamız da babacığıma:
“-Doktor Abi!” diye hitap ederdi.
Osman Hocamız, bu arada Türkiye’den Azerbaycan’a gidip hizmet etmek üzere beş tane hocahanım hazırlamış ve Azerbaycan’a göndermiş. Babam bize İstanbul’dan telefon açtı:
“-Türkiye’den beş tane hocahanım gelecek, onları karşılayın, güzelce misafir edin!” dedi.
Başlarında Muammer Hoca, hanımıyla… Onların yanında da dört hanım Kur’ân hocası... Biz ev ayarladık. Misafirlerimizi getiren araba, bahçeye girdi. Misafirlerimiz inince annem, ben ve yanımızdaki insanlar öyle şaşırdık ki anlatamam.
“-Bu insanlar nasıl giyinmiş?!” diye fısıldaşıyoruz.
Hayatımızda ilk defa tesettürlü insanlar görmüştük. Üzerlerinde siyah çarşaf falan da yok! Çok güzel beyaz pardösü ve beyaz başörtüsü... Diğer hocahanımlar da renkli başörtüler takmışlardı. Ama bize sanki onlar başka bir dünyadan gelmiş gibi görünüyorlardı, o kadar şaşkındık. Onlar sonra bir câmide hemen vazifeye başladılar.
Hocalar gelince siz insanlara duyuru yaptınız. Peki, halktan bu ilk dâvete nasıl bir rağbet oldu?
İnsanlar öyle büyük bir aşkla câmilere koştular ki, câmiler cıvıl cıvıl çocuklarla, gençlerle dolup taştı.
Tekrar babamı anlatmaya dönecek olursak… Babam da Türkiye’den geldi, ama tamamen bambaşka bir insan olarak geldi. Biz âilesi olarak âdeta onu tanıyamıyorduk. Ben hayatımda bir insanın bu kadar kısa sürede, bu denli değişebileceğine ilk defa şâhit oluyordum.
Babam gelir gelmez bütün Şeki halkına faydası olacak şekilde hizmet mekânları açtı Allah ondan râzı olsun, mekânını Cennet eylesin! Pek çok insan, babamın vesîlesi ile îmâna geldi. Kendisini o kadar din hizmetine adadı ki, bir keresinde annem, babama:
“-Sen doktorluğu bıraktın mı?” diye sormuştu.
Gözüne ne muâyenehâne, ne hastahâne görünüyor; oralara çok az uğruyordu. Hemşireler, doktor arkadaşları, babamı çok sever, çok saygı duyarlardı. Onu kaybetmek istemiyorlardı. Hastahâneye gelmesi için dâvet ederlerdi. Babam gittiği her yerde, gelen hastalarını tedavî ederken bile İslâm’ı anlatırdı. Hastaları:
“-Biz senin sohbetinle şifâ buluyoruz.” derlerdi.
Etrafındaki doktor arkadaşları, akrabalarımızın çoğunluğu, babamın sohbetleri ile İslâm’a geldi, elhamdülillâh! Babamın artık dilinden dökülen sadece İslâm’a dair sözler, kaleminden kâğıda akan şiirleri de hep Allah-Peygamber aşkıydı. Kâinat mûcizesini, âyetler ve bilim ışığında anlatan ilmî seviyesi yüksek bir kitabı çıktı. Birçok kitap çalışması da vardı, yarım kaldı. Ömrü vefâ etmedi. Bana, “Tamamla!” diye vasiyet etti, ama ben onun kitabını tamamlayacak seviyede görmüyorum kendimi…
Babam eskiden yorgun olarak hastahâneden gelir, dinlenmek için:
“-Kızım, hadi kemanını al, çal biraz, ben dinleneyim!” derdi.
Beni, kendi bestelerimi yapmam için teşvik eder, bestelediklerimi zevkle dinler:
“-Sen çok başarılı olacak, güzel besteler yapacaksın!” derdi.
İşte beni bu kadar müziğe teşvik eden babam gitmiş, Türkiye’den bambaşka birisi gelmişti.
“-Gel keman çal!” demek şöyle dursun, “Kemanın nerede?” diye bile sormadı.
Ben üzülüyorum tabi, “Babama ne oldu?” diye…
Gelirken İstanbul’dan birçok ilâhî kasetleri getirmiş. Bunları teybe koydu, hep beraber dinlemeye başladık ve bir şok daha yaşadık. Çünkü şarkılarda, “Allah” adı geçiyor ve Allah için şarkılar yazılmış diye şaşırıyoruz. “İlâhi nedir?” bilmiyoruz tabi... Ama âilece zevk ala ala dinlemeye başladık. Ninem, “Allah adı, Peygamber adı geçiyor bu şarkılarda!” diye dinlerken eriyordu âdeta... Babam bu ilâhi kasetlerini dinlerken bana:
“-Kızım, bak! Bu hayatta her şey boş. Azerbaycan’ın ilk ilâhîlerini sen bestelemelisin.” dedi.
Yanında gelirken Yûnus Emre’nin şiirlerinin bulunduğu “Güldeste” isimli kitabı bana hediye getirmiş.
“-Bak, burada Yûnus Emre’nin şiirleri var. Al, bunları bestele... Azerbaycan’da ilk ol, hem şarkı yerine bu ilâhileri söylersen Allah katında yücelirsin!” teşvikleri ile aslında beni yumuşak yumuşak müzikten ilâhiye doğru yönlendiriyordu. Bana direkt:
“-Müziği bırak!” deseydi, belki bırakmazdım.
Ben her zaman bir şeyin “ilkini yapmayı” çok severdim. Beni buradan yakaladı. Ben bu teşvikle ilk defa Yûnus Emre’nin “Araya araya bulsam izini” şiirini besteledim. Babam dinleyince, yaptığı iltifatlarla beni göklere uçurdu. Böyle böyle yirmi tane ilâhi besteledim. Az önce de ifade ettiğim gibi, babam edebî zevki olan ince ruhlu bir insandı. Anlatamadığı her duygusunu şiir yazarak anlatırdı. Osman Hocamıza olan muhabbetinin bir nişânesi olarak bir şiir yazdı:
Allah, Sana şükür olsun, gördük asıl müslüman!
Kalpte îman, yüzünde nûr, ameli düz bir insan…
O, Osmanlı evlâdıdır; adı dahî Nûr Osman!
Bir Allâh’a sevgisinden nûra döndü kalbimiz.
Biz de ona duâcıyız, kabul eyle, Rabbimiz!..
***
Rasûlullah toprağından, babasından nûr almış.
Meslekini, vücudunu bu nûr ile boyamış.
O dünyanın cennetini, bu dünyada kazanmış.
Bu insanın amelinden ışıklandı dinimiz.
Biz de ona duâcıyız, kabûl eyle Rabbimiz!
***
Siz geldiniz kendinizle bize îman getirdiz.
Dilinizde Peygamberin kelâmını yetirdiz.
Gönlümüzden karanlığı o nûr ile itirdiz.
Sizle birge namaz kılmak olaydı kısmetimiz.
Rasûlullah hürmetine Kâbemizde, Rabbimiz.
Biz de ona duâcıyız, kabul eyle Rabbimiz!
***
Düşünmeyin, bu sevgimiz dilimizde, yüzdedir.
Bu saygılar tâ kadîmden hücremizde, gendedir.
Rasûlullah ümmetiyiz, birliğimiz dindedir.
Bu birlikten asılıdır, bizim her zaferimiz.
Osman Hocam, kuvvet versin işinize Rabbimiz.
Biz de ona duâcıyız, kabul eyle Rabbimiz!
Siz de bilirsiniz, bu bestelediğim şiiri… Âzerî öğrenciler, Cuma akşamları kursta hep söylerdi. Babam:
“-Kızım, bu besteni Osman Abim Azerbaycan’a gelince ona da söylersiniz!” dedi.
Ben de komşularımızın çocuklarından bir koro oluşturdum, iki ilâhiye çalıştırdım. Daha sonra Osman Hocamız, Azerbaycan’a geldiklerinde bizim eve de misafir oldular. Evimizin kocaman salonu, Bakü’den de gelen misafirlerle dolup taştı.
Babam çok heyecanlı… Tabi, hazırlıklara üç gün önce başlandı. Akrabalar, komşular koca koca tencerelerde yemekler hazırladı. Sanki bir düğün, bir bayram havası… Yukarıda yemekler yendi.
Ben babamın İstanbul’dan hediye getirdiği oyalı tülbenti başıma bağladım. Elimde kemanım, küçük çocuklardan oluşan korom da yanımda… Ben de heyecanlıyım, ilk defa Hocamızı görüp tanıyacağım. Babam, Hocamıza:
“-Kızımızın size hazırladığı küçük bir sürprizi var. Kızım keman çalacak!” demiş.
Hocamız da gülümsemiş. Biz çıktık. Herkes de şaşkın, kimse de bir şey diyemedi. Belki bizi korkutmak istemediler. Ben kemanımı çalıyorum, korodaki çocuklar bestelediğim ilâhileri söylüyor. Sıra, Hocamız için yazılan “Nûr Osman” ilâhîsine gelince, dinleyenler de Hocamız da çok duygulandılar, gözleri doldu. Ertesi gün Osman Hocamız, babama:
“-Türkiye’de eğitim görmesi için Şeki’den dört kızımızı alacağız. Solmaz kızımız da kemanıyla gelsin, Türkiye’de kızlarımıza keman çalsın!” demiş.
Ben burada hocamızın büyük bir kerametini görüyorum. “Kemanı bırak, Türkiye’de eğitime gel!” deseler, büyük ihtimal gitmezdim. Çünkü okulumu da kemanımı da çok seviyordum. Ama “Kemanı ile gelsin!” deyince ben de:
“-Bir yıl üniversiteyi dondurayım, hem Türkiye’yi göreyim!” dedim.
Konservatuvardaki hocam beni hiç göndermek istemedi:
“-Sen çok kabiliyetlisin. Gitme, senin başını örtüp molla yaparlar!” dedi.
Ben bir yıl sonra tekrar konservatuvara döneceğim diye okulu dondurup, kısa bir zaman sonra kemanımla kursa geldim. Dolabımın üstüne kemanı bıraktım. Bir sene Türkiye’de Azîz Mahmud Hüdâyî Kursu’nda eğitim gördüm, ama neredeyse kemanımı dolabın üstünden indirip hiç açmadım.
Üniversitede konservatuvar okurken âniden yatılı kursa geldiniz, uyum sağlayabildiniz mi?
Açıkçası hemen uyum sağlayamadım; ne hayat tarzımla, ne meşguliyet alanımla hiç ilgisi olmayan bir yer olduğu için zorlandım. Fakat her hafta Hocamızın gelişi ve o derslerden aldığımız lezzet, bütün zorlukları unutturuyordu. Âdeta şarj oluyorduk. Eğer Osman Hocamız gelmeseydi, bizi o kursa bıraksaydı, dönüp bize hiç bakmasaydı; bugünkü Azerbaycan hizmetlerinde yetişen hocalar olmayabilirdi. Hocamız Âzerî öğrencilerle çok özel ilgileniyordu. Hocalarımız ve Türk öğrenciler bize gıpta ederdi:
“-Ne kadar şanslısınız! Hocamız’ın bu kadar ilgi ve iltifatına mazhar oluyorsunuz.” derlerdi.
Her hafta köşke, Mûsâ Efendimiz’in sohbetlerine katılırdık. Babamın, Peygamber Efendimiz’e yazdığı bir şiiri vardı:
“Ey Allâh’ın en sevgili Habîbi
İnsanların gözün nûru, tabîbi:
Rasûlullâh! Yalvarırım, yâ Rabbi,
Geleydi uykuma görem ne ola…”
***
Hiçbir yıldız senin gibi parlamır.
Bin dört yüz yıl nûrun gelib azalmır.
Yazık o kestir, bu nurdan pay almır.
Geleydin uykuma görem ne ola!
***
Ben bu şiiri de bestelemiştim. Mûsâ Efendimiz bunu duyduklarında ismimi sordular:
“-Solmaz” dedim. Onlar da:
“-Solmaz kızım, hiç solmayasın!” diye duâ etmişlerdi. Bir de Mûsâ Efendimiz için çok güzel bir şiiri vardı. Onu da paylaşayım:
Kâdir Allah, nîmetine bin şükür,
Kısmet etti bize ihsân, Efendim…
Gördüm o gül cemâlini, ne mutlu,
Melek misiz, yoksa insan, Efendim…
Evliyalar tahtındasız Efendim!
***
Ruhsuz candım, kırılmıştı kanadım.
Sohbetinde Hakk’ı buldum, anladım.
Hak âşığı, nur çelengi Üstâdım…
Rûha gıda, kalbe îmân efendim.
Evliyalar tahtındasız Efendim!
***
Şeyh Şâmil’siz Kafkas yetim kalandı.
Zirvesi kar, dereleri dumandı.
Ruhun geldi, dağlarımız oyandı.
Amelinle Kafkas’dasın Efendim.
Evliyalar tahtındasız Efendim!
***
Hazret-i Mûsâ’dır, bizim şeyhimiz!
Daima azîz tutsun sizi Rabbimiz
Hazret-i Sâmî’ye “Sâdık Dânemiz”
Doktor Efendi de size hayran, Efendim…
Evliyalar tahtındasız Efendim!
Türkiye’de ne kadar eğitim gördünüz ve döndükten sonra hizmete hemen başladınız mı?
Biz ilk gelen grup, bir yıl kaldık. Sonra hemen döndük. Çünkü devir, îman kurtarma devri idi. Daha fazla kalıp ilim almak, bizim için çok fazla lüks olabilirdi. Halkımız gusül abdestini bile bilmiyordu. Bu, toplumumuzun faciâsıydı bence…
Bizi yetiştiren hocalarımızdan Allah râzı olsun! Bir sene içinde, bize iki-üç senelik eğitimi vermişlerdi. Biz altı-yedi arkadaş, Türkiye’den dönünce her yerde hizmet edecek yeterli bir mescid ve kurs binası yoktu. Babam ilk fedakârlığı yine kendisi yaparak evimizin bahçesindeki muâyenehânesinin bir odasını, “Allah rızâsı için veriyorum!” diyerek bağışladı. Yine insanların kolayca ulaşabilmesi için Şeki’nin çeşitli bölgelerine de kurslar açılması için çok gayret ettiler.
Daha sonra büyüklerimizin önayak olması ile Türk bir hoca olan Talha beyle izdivâcınız oldu. Böylece yine ilklerden birine imza atmış oldunuz, değil mi?
Evet, elhamdülillâh öyle oldu. Normalde âilem, bırakın başka ülkeyi, başka şehre bile kız vermez. Bu, bizim için mümkün olmayan bir şeydi. Ben evin tek kızıydım, bu da çok önemli bir faktör tabi... Ama Osman Hocamız:
“-Biz Talha Bey’e de âilesine de kefiliz. Ben kızımın bu evliliğine râzıyım!” deyince babam:
“-Tamam. Solmaz sizin kızınız! Siz râzıysanız biz de râzıyız.” dediler. Böylece bulunduğumuz şehirde bir Azerbaycan kızı ile bir Türk evlenmiş oldu. Aslında vakıf çevresinde o sıralarda bir-iki evlilik olmuştu, ama bizimki de bu ilk düğünlerden biri sayılır.
Bu evlilikle dünyanın dört bir yanına ulaşan hizmet mâceranız da başlamış oldu, öyle mi?
Evet. Bizim evliliğimiz, sizin de ifade ettiğiniz üzere, hizmet üzere başladı, öyle de devam ediyor, elhamdülillâh! Önce on sekiz sene Azerbaycan hizmetimiz oldu. Daha sonra Afrika kıtasında Tanzanya’da hizmetimiz oldu. Sonra Türkiye’ye geldik. Yaklaşık yedi sene Azîz Mahmud Hüdâyî kursunda hizmet ettik. Şimdi de Suriye hizmetimiz için Azez bölgesine taşındık.
Azerbaycan hizmetinizi yaparken hiç zorluklarla karşılaştınız mı?
Güzellikler de zorluklar da yaşadık. Önce güzelliklerden bahsedeyim:
Azerbaycan’da ilk hizmete başladığımda yaşlı bir öğrencim vardı. Yetmiş yaşında, “Senober Teyze” derlerdi. Kendisi çok ünlü bir molla idi.
Ölenin arkasından tertip edilen yas merasimlerinde Kur’ân okuyan kimselere, Azerbaycan’da “molla” denir. Senober Teyze, benim yanıma ilk geldiğinde şöyle bir itirafta bulunmuştu:
“-Solmaz Hocam! Ben bilirem ki, benim okuduğum Kur’ân, Kur’ân değildir! Sadece sesim güzeldir. Bu yüzden bana molla derler. Bana doğru Kur’ân’ı öğret! Şimdi kimse benim Kur’ân’ı bilmediğimi bilmiyor. Ama Allah bana soracak!.. Bu yüzden bana sen doğru bir şekilde Kur’ân’ı öğret!” dedi.
Ben de içimden “Allâh’ım, ben okuması-yazması olmayan, kulağı bile iyi duymayan, yetmiş yaşındaki bir kadına nasıl Kur’ân öğreteceğim!” dedim.
Fakat Senober Teyze beni mahcup etti. Her gün hâlis niyetle kursa geldi ve iki ayda Kur’ân-ı Kerîm’i öğrendi. Ve Kur’ân’ı yavaş yavaş da olsa beraberce hatmettik.
Solmaz Hocam, burada Kur’ân’ın mûcizesini görmüşsünüz. Rabbim, bu kelâmı isteyen herkese öğretiyor.
Gerçekten Halime Hocam… Ben orada bu mûcizeyi bizzat yaşadım. Bu hâdiseden ders çıkardım ve kendi kendime dedim ki:
“-Bundan sonra yediden yetmişe gelen herkese öğreteceğim. Niyeti hâlis olan herkesin kalbini de zihnini de Rabbimiz açar.”
Bir Perşembe günü Senober Teyze derse geldi:
“-Hocam, dersimi hemen vereyim, yasa gideceğim!” dedi. Ben de:
“-Senober Hala, Ramazan ayındayız, orucuz. Yasta yemek verirler. Nasıl olacak bu iş?” dedim.
“-Hocam, ben orada yemek yemezsem kimse yemez. Bugün ben orucumu yiyeyim, yarın devam ederim yine!..” dedi.
Yani Ramazan’ı da orucu da hiç bilmeyen bir toplumduk. İlk öğrenirken böyle traji-komik hâller de yaşıyorduk. İşte halkımız, İslâm’dan bu kadar koparılmıştı. Tabi, öğrendikçe bunlar hep düzeldi, elhamdülillâh...
Daha sonra evlenince Şeki’nin merkezinden ev tutmuştuk. Orada talebelerimin çoğunluğu üniversite öğrencileri idi. İki odalı apartman dairesinde seksen kadar öğrencim vardı. Oğlum doğmuş, henüz kırk günlükken beşiği sınıfın köşesine koymuştum. Öyle hizmete devam ediyorduk. Osman Hocamız, sık sık Azerbaycan’daki hizmet mekânlarını ziyarete gelirdi. Bir defa geldiklerinde:
“-Kızım, bu daire size yetmiyor. Artık komşularınız da sizin kalabalığınızdan rahatsız olurlar. Daha müsait, bahçeli bir yer bulalım.” dedi.
Biz de iki katlı, bahçeli bir yer bulduk. Tabi, sayımız da üç katına çıktı. Yanıma üç-dört yardımcı hocahanım geldi. Orada sayımız artınca, çok zorluklar görmeye başladık. Etrafımızdaki bazı câhil komşularımız bize çok hakaret ediyorlardı:
“-Kur’ân okumayın, Kur’ân sesi evlerimize gelmesin!” diyorlardı.
Bir gün kursun bahçesine çıktım. Yanımda biri beş, diğeri üç yaşında çocuklarım da var. Bizim bahçeye taş atmaya başladılar. Öyle küçük bir taş da değil! Büyük büyük taşlar, isabet etse bir çocuğu öldürebilirdi. O zaman çok ağlamıştım. (Anlatırken ağlıyor.)
O an Peygamber Efendimiz’in de müşrikler tarafından taşlandığı aklıma geldi. Yeniden bir güç geldi içime.
“-Hiç durmayacağım, bu zorluklarla yılmayacağım!” dedim.
Buna benzer zorluklar yaşadıkça, Rabbim sanki bana daha fazla bir güç veriyordu. Bunu iliklerime kadar hissediyordum. Bu yüzden hiç ümitsiz olmadım. Zorluk artıkça hizmetin lezzeti de artıyordu. Daha sonra Osman Hocamız:
“-Kendi kursumuzu alalım. Bu kiralık yerde sizi rahat bırakmayacaklar!” dedi.
Biz tekrar kapı kapı dolaşıp bir yer bulduk. Orayı da âdeta dişimizle tırnağımızla her şeyini tamamladık. Temizliğini, boyasını, aklınıza hangi ayrıntısı gelirse hepsini yaptık, çok şükür!.. İlkleri yapmanın sevincini ve huzurunu yaşıyordum. Çünkü:
“Kim bir hayrı başlatırsa, arkasından aynı hayrı yapanların sevabından da alır.”[2] buyuruluyor ya… İnşâallâh o kurs da bizim sadaka-i câriyemiz olur. Bu yüzden Azerbaycan hizmeti, benim ilk hizmet aşkım, heyecanım olduğu için onun lezzetini hiç unutamıyorum.
Daha sonra Afrika hizmetiniz oldu. Ama onunla ilgili dergimizde bir yazınız çıkmıştı.[3] Suriye hizmetinize geçmeden evvel, kısaca üzerinden geçelim mi?
Afrika’daki hizmetimiz de şöyle olmuştu: Osman Hocamız, Azerbaycan’a geldiklerinde vakfın Afrika hizmetlerinden bahsetmişti. Bir sözünü hiç unutmam:
“-Kızım, Afrika’ya gidip döndükten sonra musluğu her açtığımda Afrika aklıma geliyor. Bazen «Acaba bizim iki kap yemek yememiz câiz mi?» diye düşünüyorum.” dedi.
Bende o günden sonra Afrika’da hizmet etme hayali başladı. Azerbaycan hizmetimizin 18. senesindeydik artık… Biz ikinci nesle Kur’ân öğretiyorduk. Bir yenilik de arzulayarak Osman Hocamıza:
“-Efendim, ben Afrika’da hizmet etmek istiyorum.” dedim.
Mübareğin yüzü ay gibi parladı:
“-Yok kızım, siz Şeki’de lâzımsınız. Burada kalın!” dediler.
O sıralar eşim Talha Bey, kurban organizasyonu için on günlüğüne Afrika’ya gidecekti:
“-İstersen sen de gel!” dedi. Ben de:
“-Tamam.” dedim.
On beş günlüğüne gittik. Köy köy gezdik. Hiç kurs-mescit yok. Her hususta, her şeye çok ihtiyaç var. Son döneceğimiz akşam, eşim bana dedi ki:
“-Solmaz, buraları gördün, bak ne kadar çok ihtiyaç var! Azerbaycan’da hizmetler yerine oturdu. Biz olmasak da yerimizi dolduracak mutlaka birileri oluyor. Asıl hizmet burada. Buranın taşı-toprağı hizmet… İster misin, gelelim mi?” Ben de:
“-Tabi ki gelirim.” dedim.
Böylece bir buçuk yıllık Afrika hizmetimiz başladı. Afrika kıtasının tam ortasında, Tanzanya’da güzel hizmetlerimiz oldu. Bugün oraya gitsem, kapısını çalıp evinde misafir olacağım en az elli kapımız var, elhamdülillah! Hâlâ irtibatımız kopmadı, görüştüğümüz güzel dostlarımız var orada…
Daha sonra Türkiye’ye hizmete geldiniz.
Zorlu Azerbaycan ve Afrika hizmetinden sonra, Rabbim bize hediye olarak, bir zamanlar öğrencisi olduğum güzel Azîz Mahmud Hüdâyî Kız Kur’ân Kursu’nda hizmet de nasip etti. Rabbime ne kadar şükretsem azdır. Hüdâyî Kursu’nda bulunmak, bence öğrenci olarak da, hoca olarak da çok büyük bir nimet… Bunu sizler de bilirsiniz. Bence Hüdâyî kursu bir marka, bir akademi... Bizim baba ocağımızdır, Hüdâyî...
Ben bir zamanlar sınıf hocam olan Ayşe Durmaz hocamla hizmet ettim. Bizi yıllar evvel vatanımıza uğurlarken:
“-Siz benim Azerbaycan’a gönderdiğim ilk fidanlarımsınız!” demişti ağlayarak... Ayrıca “Dostum, kardeşim!” dediğim Halime Demireşik’le beraber hizmet etmek, benim için büyük bir lûtuf..
Bilmukâbele kardeşim. Biz de seninle omuz omuza hizmet sancağının altında gölgelendiğimiz için bahtiyarız.
Ama bir müddet sonra ben yeni hizmet alanlarına yönelmeyi istedim. Çünkü Hüdâyî Kursu öyle bir yer ki, ilim adına, hizmet adına her şey düşünülmüş ve tıkır tıkır işliyor. Benim oraya katacağım yeni bir şey yok! Ben ise, “ilki yapmayı”, bir hizmeti “yeni baştan kurmayı” seviyorum. Yani ben Hüdâyî’de olsam da olur, olmasam da olur diyordum içimden…
Mahrumiyet bölgelerinde sıfırdan hizmete başlayıp onların benim birer sadaka-i câriyem olması duygusunu tattığım için buralarda o duygunun hasreti içinde hep duâ ediyordum.
O sıralarda Osman Hocamızla istişare ettik. Beni Ümraniye bölgesindeki Suriye okulu ve Suriyelilere yardım faaliyetlerinin yapıldığı birimimize yönlendirdi. Eşim de son bir yıldır erkeklerin Suriye okulunda hizmet ediyordu. Şimdi buradan bakınca, sanki Hocamız bizi Suriye bölgesine göndermeden evvel oralarda tâlime almış. Buraya gelmeden Suriyelileri, kültürünü, ihtiyaçlarını yavaş yavaş tanımaya başlamıştık. Altı aylık bu hazırlıktan sonra asıl Suriye hizmetimiz başladı.
Şimdi de Suriye hizmetinizden bahsedelim. Nasıl başladı bu hizmet?
Suriye ve İdlib bölgesinde Aziz Mahmud Hüdâyî Vakfımızın önderliğinde briket ev, câmi, okul vs. işleri başlamıştı. Eşim Talha Bey, önceden Azerbaycan’da ve diğer bölgelerde de bu hizmet faaliyetlerine katılmıştı. Osman Hocamız Suriye bölgesinde yapılan inşaatların kontrolünü de Talha Bey’e verdi. Bu sebeple ara ara gidiyor, bir hafta, on beş gün, son dönemlerde de bir-iki ay oralarda kalıp bu inşaat faaliyetlerinin takibini yapıyordu. Bu durum, altı ay kadar devam etti. Sonra Osman Hocamız bir gün Talha Bey’le görüşmüş, bizim o bölgeye âilece taşınmamızı ve beraberce hizmet etmemizi istemiş. Talha Bey de:
“-Tamam Efendim!” demiş. Çıkışta beni aradı:
“-Hocamızla görüştüm. Bizim Suriye ve Türkiye’deki mültecî kamplarında âilece hizmet etmemizi istiyor. O bölgenin sorumluluğu bize verildi. Şimdi düşün, hayatının kararını ver!” dedi. Ben zaten telefonu ilk açtığında anlamıştım, sanki içime doğmuştu. Talha Bey eve gelince de:
“-Hocamız, çocukların gideceği okula, kalacağımız eve kadar her şeyi düşünmüş. Benim, «Bu eksik kalmış, bunu da yapalım.» diyeceğim hiçbir eksiklik kalmamış. Hocamız seni de arayıp konuşacak.” dedi.
Hocamız ertesi gün beni aradı:
“-Kızım, Suriye tam senin hizmet edeceğin yer! Seni buralardaki hizmet pek mutlu etmedi. Sen Suriye’de gönlünce hizmet edeceksin!” dediler. Ben de:
“-Tamam Efendim.” dedim.
Tabi, duyan herkes beni korkutmaya başlıyordu:
“-Senin orada ne işin var? Savaş bölgesi orası… Bombalar patlıyor! Çocukların ne olacak?” diyordu.
Ama büyüklerimizin duâsı benim içimi ferahlatmıştı. Sonra Kilis’e geldik. Buradan araba ile on beş dakikada gümrükten Suriye’ye geçiyoruz. Hafta sonları da dâhil, her gün o bölgede hizmetimize başladık, elhamdülillâh!
Suriye bölgesine girip, ilk defa mültecî kamplarını gördüğünüzde neler hissettiniz? Nasıl bir manzara bekliyordunuz, nelerle karşılaştınız?
Açıkçası buraya gelmeden evvel Osman Hocamızın bir cümlesi beni buraya hazırlamıştı.
“-Kızım, bu bölge, Afrika’dan daha zor ve daha önemli!” demişti.
Ben de Afrika’dan “daha zor” ve “daha önemli” nasıl olur, onu anlayamıyordum. Çünkü Afrika’daki yokluğu ve çaresizliği görmüş, bir insan olarak bundan daha öte bir yokluk ve çaresizliği tahayyül edemiyordum.
Biz ilk gümrükten geçince gördüklerime inanamadım. Gözümün gördüğü son noktaya kadar, hattâ daha da ötesi çadır... Hiç bitmeyen bir çadır ve çaresiz insanlar… Ben zannediyordum ki, Suriye’ye geçince bir bölgeye gideceğiz, sadece orası, mültecî çadırları var ve biz onlara yardım edeceğiz. Orada ağzımdan çıkan ilk söz:
“-Yâ Rabbî, biz bu insanların hepsine nasıl yetişeceğiz?” oldu.
Afrika’da insanlar, o hayat şartlarının içine doğuyor ve ister istemez o hayat tarzına alışarak büyüyorlar. Hayatı, o toprak evden ibaret zannediyorlar. Ötesini görmemişler, bu yüzden hayalleri de olmuyor. Ama burada öyle değil!.., Bu insanların daha önce yaşadığı normal bir hayatları vardı; evleri, okulları, yiyecekleri, âileleri… Bizim gibiydiler yani…
Sonra savaşın en acı yüzünü görmüşler; kimisi sakat kalmış, kimisi hasta… Çoğunluk annesini, babasını, eşini, çocuğunu veya bütün yakınlarını kaybetmiş. Bazıları hikâyelerini anlatırken:
“-Villalarımızı, arabalarımızı bırakıp kaçtık buraya!..” diyorlar.
Varlıktan yokluğun en dibine düşmüşler. İşte bunları görünce Osman Hocamız’ın ne demek istediğini anlamış oldum. Meselâ günlük hayatımızda bir eşyamız kaybolduğunda, durmadan gözümüz onu arıyor. Benim Azerbaycan’da bir evim yanmıştı, hatırladıkça hâlâ içim sızlar. Üstelik sonradan daha iyisine kavuşmuş olduğum hâlde…
Bir de bu kardeşlerimizi düşünelim; her şeylerini kaybetmişler, hattâ hayallerini bile… Bu insanın psikolojisini, Afrika’daki ile dahî bağdaştıramazsınız. O çadırları görünce:
“-Keşke sayabilecek kadar olsalardı, sivil toplum örgütleri ile paylaşırdık.” dedim.
Ama öyle çok ki, bütün sivil toplum kuruluşları gayret hâlinde olduğu hâlde yetişemiyoruz. Düşünün, bir defa yardım götürdüğümüz çadıra, ikinci defa götüremiyoruz, çünkü sıra gelmiyor. Çadırlarına davet ediyorlar:
“-Gel, otur! Bize hiç kimse gelmedi yardıma…” diyorlar.
Sohbet edecek, dertlerini anlatacak bir dost, gözyaşlarını silecek bir el, bazen de problem çözülmese de onları dinleyen ve anlayan bir mü’min kardeşlerinin varlığını hissetmek istiyorlar.
90-95 yaşlarında bir teyzenin çadırına ikinci defa gittik. Çünkü yalnız, hiç yardım edeni yok! Benim tekrar geldiğimi görünce elimi öpmek istedi, nasıl sarılıp sevinç gözyaşı döküyor, anlatamam.
“-Hep seni bekledim, nerde kaldın?!” diyor.
İçeri davet etti, girdim. Buz gibi içerisi…
“-Teyze, sen burada üşümüyor musun?” dedim.
“-Sen soba, yakacak getirmiştin. Ama yakacaklar hemen bitti. O yüzden çok soğuk!..” diyor.
Baktım, erzakları da bitmiş. Tekrar verdik, ama bir daha oraya sıra gelecek mi, tekrar o yaşlı teyzeyi görebilecek miyim, bilemiyorum.
Kadınlar ve yetim kalmış çocuklar, savaşın en çok kaybedeni değil mi? Biraz da onlardan bahsetsek… Onlar için neler yapılıyor?
Biz burada Aziz Mahmud Hüdâyî Vakfı’nın çatısı altında, Bereket Derneği’ni kurduk. Vakfımız, Bereket Derneği kadın kolları başkanlığı vazifesini bana verdi. Kadınların ve yetim çocukların ihtiyacını, saha içinde görüp yardım etmemiz için… Rabbim, hakkıyla yapmayı nasip eylesin!
Sizin de ifade ettiğiniz gibi, savaşın en çok kaybedeni kadınlar… Babasını, erkek kardeşini, eşini ve çocuğunu şehid vermiş; dul kalmış, çocukları ile yapayalnız kalmış o kadar çok kadın var ki… Beş çocuğu ile kalmış kadın, çocuklarını kesinlikle yetimhaneye vermiyor. Her türlü zorluğuna rağmen kendisi bakıyor. Akrabalık bağları çok fazla… Kendi yetimlerine, başka kardeşlerinin yetimlerine, hattâ kumasının yetimlerine bakan kadınlar var. Meselâ yaşlı kadın kalmış, kendine bakacak mecâli yok, ama yetim kalan akraba çocuklarını sahiplenmiş, vermiyor yetimhâneye…
Solmaz Hocam, güvenemedikleri için de veremiyorlardır. Organ mafyaları ve kötü niyetli insanlar, savaşlarda çok çocuk kaçırıyor. Bu yüzden de vermiyor olabilirler.
Evet, Halime Hocam, en büyük sebep bu, güvenemiyorlar. Suriye’nin içinde de kamplar var. Fakat o kadar karışık ki, kime güvenip teslim etsinler. Biz haberlere bakarak savaş bitti zannediyoruz. Savaş bitmedi, hâlâ devam ediyor. Hâlâ bombalar patlıyor.
Biz bazı kamplara askerî koruma altında girebiliyoruz. Allah ordumuzdan da râzı olsun. Onlar da çok gayret ediyorlar. Bizim tercümanımız Hatice Hanım:
“-Türk askerleri gelmeden önce burada huzur yoktu. Her an bomba atılıyordu. Bomba seslerinden korkup ayakları felç olan çocuklar çoktu. Türk askeri gelince huzur geldi.” demişti.
Kadın ve çocuklara dönecek olursak, burada şunu ifade etmek istiyorum. Bizim Aziz Mahmud Hüdâyî Vakfımızı, diğer STK’lardan ayıran en büyük özelliğimiz şudur:
Diğer STK’lar gidiyor, yardımı, çadır muhtarı gibi vazifelilere verip geri dönüyorlar. Biz öyle yapmıyoruz. Biz tek tek çadırlara giriyoruz. Yanlarına oturuyoruz. Beş dakika da olsa dertlerini dinliyoruz. Çünkü buna özellikle kadınların o kadar ihtiyaçları var ki…
Hüdâyî Vakfımız, 350 tane briket ev inşa etmişti. Biz buralara öncelikle hasta, yaşlı, sakat ve dul hanımları yerleştirdik. Ama iş burada bitmiyor. Bu evlerde sobasının yanması için sürekli yakacak götürmek gerekiyor. Bitince götürmezsen yine aynı... Tek şansları, başlarına yağmur, kar değmiyor. Ama ihtiyaç, aynı hızla devam ediyor. Geçen haftalarda başka bir dernek, gıda yardımı yaparken çıkan kavgada bir kişi vefat etmiş. Açlık insanı ne hâllere koyuyor! Bizim vakfımız böyle kargaşa olmasın diye ihtiyaç sahiplerini önceden tespit edip kart dağıtıyor, kartı ile gelen herkes, sırası ile ihtiyacını karşılamış oluyor.
Dipnotlar:
[1] Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, VIII, 167.
[2] Müslim, Zekât, 69.
[3] Şebnem Dergisi, Solmaz Özkul, “Siyah Ülke Afrika, İçimizi Yaktı”, sayı: 83 (Ocak, 2012), sh: 36-37.
Röp: Halime Demireşik, Şebnem Dergisi, Sayı: 194, 195
YORUMLAR