Örnek Şahsiyetler

PEYGAMBERİMİZ

İnsanın en önemli ihtiyacı nedir? İslam’da insanlığın yolunu aydınlatan örnek şahsiyetler.

Cenâb-ı Hak, yerleri ve gökleri insanın hizmetine sunmuştur.[1] İnsanı da bu eşya ve kendisi karşısında sorumsuz ve başıboş bırakmamıştır.[2] Yani Allah, hem kâinâta hem de insana ilâhî kanunlarla yön vermiştir. Böylece O, bu imtihan hayâtının, tatlı bir hürriyet ve mes’ûliyet dengesi içinde yaşanmasını takdir buyurmuştur. Âyet-i kerîmede bu gerçek şöyle ifâde edilir:

“Allah göğü yükseltti ve mîzanı (dengeyi) koydu. Sakın dengeyi bozmayın.” (er-Rahmân, 7-8)

Bu demektir ki insan, kâinattaki ilâhî âhenk ile bütünleşmelidir. Nasıl ki şu engin kâinat âleminde en ufak bir nizamsızlık olmuyorsa, insanın, Allâh’a olan bağlılık ve yolculuğunda da haktan sapma olmamalıdır. Ârifler, bir ömür, işte bu mîzan içerisinde yaşayabilen kimselerdir. Onlar, iki âlemin de en bahtiyar kullarıdır. Ancak fânî lezzetlere ve gel-geç sevdâlara kapılarak dengesiz yaşayanlar, bu âleme geliş ve gidiş sırrından gâfil kimselerdir. Bunlar, Cenâb-ı Hakk’ın kâinattaki ilâhî nizam ve sanatıyla bütünleşememiş, yüce âhengi kavrayamamışlardır. Çok yazık ki, ömürleri, derin bir gaflet ve aldanış girdabında geçer, âhiretleri ise büyük bir hüsran olur.

Bu meselenin îzâhı, insan vâkıâsında (gerçeğinde) gizlidir. Şu bir hakîkattir ki insan, bu dünyaya imtihan için gönderildiğinden, hayra da şerre de müsâit yaratılmıştır. Çünkü imtihan, ancak doğruya da yanlışa da muktedir olmayı (güç yetirebilmeyi) gerektirir.

Dolayısıyla insan ömrü, iç ve dış âlemde devamlı olarak hayır ve şerrin mücâdelesi ile geçer. Çünkü ikisi de insan yapısında hüküm sürmek ister. Yani içimizde hayrın gücü olduğu kadar şerrin (terbiye olmamış nefsin) de bir gücü vardır. Bu mücâdelede hayrın üstün gelmesi için sadece akıl, idrâk, iz’an ve irâde gibi melekelerimiz kâfî değildir. Şâyet bunlar yeterli olsaydı, Allah, ilk insan olarak yarattığı Hazret-i Âdem’i peygamberlikle te’yîd etmezdi. Ona, insanları dünya ve âhiret saâdetine nâil edecek ilâhî hakîkatleri tebliğ buyurmazdı. Ancak Allah Teâlâ, insanoğlunu her zaman ilâhî vahiyle ve peygamberleriyle hakka ve hayra yönlendirmiştir. Aklı da gönlü de takviye edici kitaplar göndermiş, kullarını mânevî terbiyeye tâbî tutmuştur.

KULUN VARABİLECEĞİ EN YÜKSEK SEVİYE

Çünkü akıl, iki ağızlı bir bıçak gibidir; insana terör de yaptırır, sâlih ameller de işletir. İnsan, “ahsen-i takvîm”e yani kulun varabileceği en yüksek seviyeye aklın yardımı ile ulaşır. Fakat çoğu kez “bel hüm edall”e, yani idrâk bakımından hayvandan da aşağı bir seviyeye de yine akıl yüzünden düşer. O hâlde aklın, disiplin altına alınması gerekir. O disiplin de vahiy terbiyesidir, peygamberlerin irşâdıdır. Eğer akıl, vahyin kontrolünde ise, insanı selâmete götürür. Fakat, vahyin kılavuzluğundan mahrum bırakılırsa, acıklı bir âkıbete sebebiyet verebilir.

Tarihte pek çok zâlim vardır ki aklın zirvesindedir. Fakat nice haksızlıklar ve katliamlar yapmışlardır da en ufak bir vicdan azâbı bile duymamışlardır. Çünkü yaptıkları zulümler onlara göre en akıllıca hareketlerdir. Meselâ Hülâgu, Bağdat’a girip Dicle’nin sularında 400 bin mâsum insanı boğdu, ancak hiçbir vicdan azâbı duymadı. Yine İslâm’dan önce Mekke devrinde babalar, anne yüreklerini çıldırtan sessiz feryatlar arasında kız çocuklarını diri diri gömmeye götürürlerdi. Bir köleyi veya bir odunu kesmek, onların akıl ölçülerine göre aynı şeydi. Hattâ bunu çok normal ve meşrû hakları olarak görürlerdi.

O insanlarda da bizim gibi akıl ve his vardı. Fakat tersine çalışan bir çarkın dişlileri gibiydi. Beklenenin aksine faâliyet göstermekteydi.

Bütün bunlar gösteriyor ki insanoğlu, yaratılışından gelen olumlu ve olumsuz temâyül ve istekler bakımından irşâda, eğitime ve yönlendirilmeye muhtaç bir varlıktır. Ancak bu yönlendirmenin de yaratılışa uygun olması şarttır. Bu da vahiy terbiyesi, yani peygamberlerin tebliğ ve irşâdı ile mümkündür. Aksi hâlde yani yaratılışımıza uygun olmayan şekillerde bir yönlendirme olursa, bu, tamamen şer ve kötülük sebebi olur.

İnsanın yapısında hangi özellik hâkim olursa, zıddı olan özelliği yok edici bir rol üstlenir. Eğer hayır üstünse, şerri tesirsiz hâle getirir. Şer üstünse hayrı boğmaya çalışır. Böylece insanın iç mücadelesi bir ömür sürüp gider. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, peygamberleri ve velileri birer hidâyet ve eğitim rehberi olarak insanlığa ayrıca lutfetmiştir. Ancak o mâhir, feyizli ve bereketli mübârek ellerde eğitilen insanlar, yapılarındaki güzellikleri inkişaf ettirebilmişlerdir. Kış gibi donuk özellikleri bahar gibi gülistana dönüşmüştür. Öyle ki kız çocuklarını diri diri toprağa gömen yarı vahşî câhiliye insanları, Peygamber Efendimiz’in irşâdı sayesinde beşeriyetin en kıymetli şahsiyetleri olmuşlardır.

Zaten insanlar, peygamberlerin irşâdına uydukları takdirde Allâh’ın râzı olduğu bir kul olur ve medhe şâyân hâle gelirler. Yoksa nefs ve ruh mücadelesinde ilâhî imtihanı kaybedenler, aşağıların en aşağısı bir seviyeye düşerler. Nitekim dünya hayâtı da, insanoğlunun, işte bu iki hedeften hangisini gerçekleştireceğini tespit için var edilmiştir. İnsan, içindeki müsbet veya menfî temâyülleri kendi irâdesiyle bu ikisinden birine yönlendirecektir. Bu yöneliş de, nefisle ruh mücâdelesinin neticesine göre gerçekleşecektir. Ancak bu gerçekleşirken de insanlar pek çok tesir altında kalırlar. İnsan, gül bahçesi içinde ise güzel kokulara bürünür. Tersi yerlerde ise kötü kokulara bulaşır. Çevresinin yansımaları mutlakâ üzerinde görülür. İşte bu yüzden varlıklar arasında irşad, terbiye ve tezkiyeye en çok muhtaç olanlar, insanlardır.

İnsanın şu fânî hayâtını ziyân ederek sefâlete düşmesi, zâhirinde ve bâtınında yaşadığı, içinden çıkılması çetin tenâkuzlardan (çelişkilerden) ileri gelir. Aslında bu tenâkuzlar, insanda, Allâh’a yaklaştıran en üstün fazîletler ile onu yaratılış maksadından uzaklaştıran en düşük hayvânî rezilliklerin bir arada bulunmasından kaynaklanır.

Bu itibarla terbiye olmamış ve gönül âlemleri huzûra kavuşmamış insanların iç dünyaları, sanki birçok hayvanın barındığı bir ormana benzer. Mizaçlarına göre her birinde âdeta bir hayvanın karakteri gizlidir. Kimi tilki gibi kurnaz, kimi sırtlan gibi yırtıcı, kimi karınca gibi muhteris bir biriktirici, kimi de yılan gibi zehirleyicidir. Kimi okşayarak ısırır, kimi sülük gibi kan emer, kimi önden güler arkadan kuyu kazar. Bunların her biri ayrı ayrı hayvanlarda bulunan karakterlerdir.

Kendini mânevî bir terbiye ile nefsinin sultasından kurtaramamış, dolayısıyla sağlam bir karakter inşâ edememiş insan, böyle sefih huyların çemberi içindedir. Kiminde bir hayvanın, kiminde ise birkaç hayvanın karakteri hâkimdir. Üstelik, sîretleri sûretlerine de aksettiğinden, o karakterleri sezmek, ehli için zor değildir. Zaten onların davranışları, iç dünyalarını aksettiren ve aslâ yalan söylemeyen aynalar gibidir.

Yirmi milyon insanın kellesi üzerine kurulmuş bir sistem olan komünizm, vahşî bir kalbî yapının yansıması değil midir? Bir Firavun için binlerce insanın diri diri mezarı olan piramitler, aslında acımasız bir zulüm âbidesi değil midirler? Bunlar, nice gâfiller için, akıl plânında hâlâ hayranlık uyandıran tarihî unsurlar olarak görünüyor. Fakat hak ve hakîkat nazarıyla değerlendirildiğinde, bunlar en hunhar sırtlanları bile şaşırtacak ve ürkütecek bir vahşet tablosu ortaya çıkarmıyor mu?

Bütün bunlar da gösteriyor ki, bir topluma kurbağa karakterli kimseler hâkim olursa, ortalık bataklığa döner. Yılan ve çıyan ruhlu insanlar hâkim olursa, bütün bir millet zehirlenir, terör ve anarşi başlar. Lâkin gül tabiatli kimseler hâkim olduğunda ise, bütün memleket gülistân olur; insanlar gerçek huzur ve saâdete kavuşur.

VAHİY TERBİYESİ ŞART

İşte bu sebeple vahiy terbiyesi şarttır. Öyle ki bu terbiyeden uzak kimseler, şâyet böyle vahşet tabloları sergilemese ve birtakım doğru ve güzel davranışlar gösterseler bile her an o vahşeti işleme vasfına sahiptirler. Çünkü ilâhî terbiye dışında kazanılan güzelliklerin hepsi geçicidir. Bilhassa zor anlarda ve nefsânî arzuların taşkınlıkları esnâsında yüce terbiyeden mahrum insanlardaki her türlü hamlık ve kötü temâyül, gün yüzüne çıkıverir. Zira terbiye olmamış nefs, tıpkı fareye düşkün bir kediye benzer. O kedi ki, kendisine verilen mükellef yemekleri yerken bir fare görse hemen önündeki güzelim lezzetleri terk eder. Fırlayıp farenin peşine düşer. İşte insan da ilâhî ölçülerle terbiye edilmediği takdirde, gönül, sayısız güzelliklere râm olsa dahî, nefs kedisi, rastladığı bir farenin peşinde o gönlü koşturur durur ve insanı helâk eder. Firavun ve Nemrut’un hayatlarına bakıldığında hep küçücük bir fare hükmündeki hevesler uğruna haksız yere nice katliamlar yaptıkları görülecektir.

Oysa ilâhî terbiye, bırakın insanları haksız yere öldürmeyi, en ufak bir kul hakkına karşı bile titrek bir mum gibi olmayı emreder. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yeşil bir dalı bile kesmekten imtinâ etmiştir. Mekke fethine giderken, yavrusunu emziren bir köpeği ürkütmemek için ordusunu yolun karşı tarafından geçirmiştir. Yine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yakılan bir karınca yuvası karşısında dehşete gelerek: “Bu karınca yuvasını kim yakabilir!” diye teessürünü ifâde etmiştir. İşte bu ruhla yoğrulan Osmanlı, Hazret-i Peygamber’den aldığı merhamet mayası ile hem insanlara hizmette hem de mahlûkata şefkatte zirveye ulaşan nice vakıflar kurmuşlardır. Hayvanların sıhhatlerini bile düşünen vakıflar teşkil ettirmişlerdir. Bu şefkatin bir tezâhürüdür ki, o devirlerde ülkemize seyahate gelen yabancılar, hâtıralarında müslüman mahallelerde bulunan kedi ve köpeklerin insanların etrafında döndüklerini, diğer mahallelerde ise insan görünce hızla kaçtıklarını anlatırlar.

Bunlar hep insanın nasıl terbiye edildiğinin veya edilmediğinin tezâhürleridir. Kan döküp kan içen ve kanla toprağı sulayan da insandır, muhtaca kanını verip gül uzatan da insandır.

Ne hikmettir ki bu dünya âleminde, müsbet ve menfî zıt karakter sahibi insanlar bir arada yaşarlar. Bir misal ile îzah etmek gerekirse bu hâl, kaba ve huysuz hayvanların ahırına hapsedilen zarif bir ceylanın mecbûren katlandığı ıztırâba benzer. Bâzen pinti biri, cömert bir insanla; ahmak, âlimle; merhametli, zâlimle yan yana yaşar. Pinti; merhametsizdir, korkaktır, hizmetten uzaktır. Buna mukâbil cömert ise, merhametlidir, mütevâzıdır, hizmet ehlidir. Ahmak, âlimi anlamaz; zâlim, adâletli olduğunu zanneder ve dâimâ etrâfındakilere karşı güç kullanır. Yani, melek rûhlarla sırtlanlar, dünya hayâtında bir arada yaşarlar. Biri Hakk’ı tanıma, O’na kul olup O’nu bulma yolunda iken, diğeri aşağı mahlûkların huyları içerisinde yaşamayı saâdet zanneder ki bunların hayâtı; yemek, şehvet, makam ve benzeri ihtiraslardan ibârettir.

Aslında birbirlerine zıt karakterlerin barındığı bir dünyada yaşamak, pek çetin bir imtihandır. Fakat insanoğlu bu imtihânı aşmaya mecburdur. Zira dünya imtihânını geçerek ilâhî vuslata nâil olmak, insanın aslî gâyesidir. Bunun için de onun, kötü sıfatlardan sıyrılıp övülen vasıflara sahip olması, yani insanlık şeref ve haysiyeti ile yaşaması gerekir.

Rûhu itibârıyla semâvî olan insanoğlu, bedeni itibârıyla türâbîdir, topraktan yaratılmıştır. Dolayısıyla rûhu Allâh’a dönerken bedeni de toprağa dönecektir. İnsan, bedeni itibârıyla diğer mahlûkattaki vasıfları taşır. Bu yüzden de onun, kendini mânevî bir terbiye ve tezkiyeye tâbî kılarak nefsini kontrol altına alması ve rûhunu besleyip kuvvetlendirmesi zarûrîdir. Aksi hâlde dıştan İblis’in, içten de nefsin azgınlıklarına mağlûp olmaktan kurtulamaz. O zaman da rûhun gücü zaafa uğrar.

Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulur:

“Nefse ve onu yaratılış maksadına uygun olarak şekillendirip fücûr ve takvâsını (iyilik ve kötülüklerini) ilhâm edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran (maddî ve mânevî kirlerden temizleyen) mutlakâ kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de elbette hüsrâna uğramıştır.” (eş-Şems, 7-10)

Bu âyet-i kerîmede bildirilen, insanın iç âlemindeki fücur ve takvâyı Hazret-i Mevlânâ şu teşbîh ile îzah eder:

“Ey Hak yolcusu! Gerçeği öğrenmek istiyorsan; Mûsâ da, Firavun da ölmediler; bugün senin içinde yaşıyorlar, senin varlığına gizlenmişler, senin gönlünde savaşlarına devam ediyorlar! Bu sebeple birbirine düşman olan bu iki kişiyi kendinde araman gerekir!”

Yine Hazret-i Mevlânâ şöyle buyurur:

“Teni aşırı besleyip geliştirmeye bakma! Çünkü o, sonunda toprağa verilecek bir kurbandır. Sen, asıl gönlünü beslemeye bak! Yücelere gidecek ve şereflenecek olan odur.”

“Bedenine yağlı ballı şeyleri az ver. Çünkü onu gereğinden fazla besleyen kimse, sonunda nefsânî arzulara düşüyor ve rezîl olup gidiyor.”

“Rûha mânevî gıdâlar ver. Olgun düşünüş, ince anlayış ve rûhî gıdâlar sun da, gideceği yere güçlü, kuvvetli gitsin.”

Terbiye olmamış bir nefsin misâli, kökleri çürük bir ağaca benzer. Onun çürüklüğünün alâmetleri; dal, yaprak ve meyvelerinde zâhir olur. Kalpte de bir hastalık varsa, bedenin hareketlerinde ortaya çıkar ve zararı görülür. Bunlar, tedâvîsi zarûrî olan kin, hased, kibir gibi nefsânî vasıflardır. Bu menfî sıfatların ıslâhı ise, evvelâ Allâh’ın arzu ettiği ve gösterdiği istikâmete girmekle mümkün olur.

İnsanın, şahsiyetini, Allah Teâlâ’nın rızâsına uygun bir şekilde inşâ edebilmesi husûsunda en esaslı iki temâyülü ise, “örnek alma” ve “taklit”tir.

ÖRNEK ALMA VE TAKLİT TEMÂYÜLÜ

İnsan, doğduğu andan itibâren her hususta bir örneğe muhtaçtır. Çünkü o, dil, dîn, ahlâkî vasıflar, alışkanlıklar gibi hayâtını şekillendiren bütün fikir, inanış ve faâliyetlerini hep kendisine sergilenen örnekler ve onlardan aldığı intibâlarla oluşturur. Bâzı küçük istisnâlar olsa da, umûmî hatlarıyla bu böyledir.

Meselâ bir çocuk, anne babası hangi dili konuşuyorsa, ancak onu öğrenir. Daha sonra da diğer örneklerle ikinci, üçüncü ve dördüncü dilleri öğrenebilir. Yani bir bakıma insanın eğitim ve öğretimi, birçok müessire ilâveten kendisinde fıtrî olarak mevcut bulunan taklit temâyülü yoluyla ona müsbet veya menfî şeyleri taklit ettirmekten başka bir şey değildir. Bu sâyede insan, elinde büyüdüğü anne, baba, âile çevresi ve nihâyet yaşadığı muhitten tesir alır ve bu taklitlerdeki istîdâdı nisbetinde müsbet veya menfî bir şahsiyet olarak topluma katılır.

Ancak insanın, dilini ve benzeri zâhirî hususları öğrenmesi umûmiyetle kolay olurken; onun dînî, ahlâkî ve mânevî âleminin şekillenmesinde büyük ve ciddî engeller ortaya çıkar. Çünkü ilâhî irâdenin insana imtihan gâyesiyle vermiş olduğu ve insanı hiç terk etmeyen nefs ve şeytan gibi mânîler, insanı bu nevî fazîletleri taklîd etmekten uzaklaştırır.

İnsanlar, fıtratlarında mevcut olan örnek alma ve taklit temayülü sebebiyle -müsbet veya menfî- rehber kabul ettikleri kimselere meftûn olur, güçleri nisbetinde onların izinden gitmeye çalışırlar. Dolayısıyla, dînî, ahlâkî ve mânevî âlem, peygamberler ve Hak dostları tarafından şekillendirilmedikçe insanlar, gaflet, dalâlet ve isyâna sürüklenmekten kurtulamazlar. Böylece onların ebedî saâdetleri hazin bir hüsrâna dönüşür.

Nitekim bugün sefahat içinde yüzen birtakım meşhurları kendine model alarak onlara erişmek için kendilerini ve ebedî saâdetlerini tehlikeye atanların hâli, ne müthiş bir insan isrâfı ve medeniyet iflâsıdır. Bu dehşet verici hâl, aslında boş bırakılmış gönül tahtının doldurulması adına yanlış kimselere takdîm edilerek ziyân edilmesinden başka bir şey değildir.

Mevlânâ -kuddise sirruh- nefsin hilelerini müşahhas bir ifâdeye büründürerek, insanın acâyip ve garip aldanışını şöyle misallendirir:

“Kuzunun kurttan kaçmasına şaşılmaz. Zira kuzunun düşmanı ve avcısı kurttur. Lâkin hayret edilecek şey; kuzunun kurda gönül kaptırmasıdır.”

“Nice balık vardır ki, su içinde her şeyden eminken boğazının hırsı yüzünden oltaya tutulmuştur.”

Bu sebeple beşeriyet dâimâ kendilerini nefsin tuzaklarına karşı irşâd edecek, ince rûhlu, zarif ve rakik kalpli rehberlere muhtaçtır.

PEYGAMBERLERİN ÖRNEK ŞAHSİYETLERİ

Bir insanı severek onun şahsiyet ve karakterine hayranlık duymak ve onu taklîde çalışmak, fıtrî bir temâyül olduğundan, insanoğlu için en mükemmel örnekleri bularak onların izinden gitmek pek mühim bir husustur. Bu yüzdendir ki lutuf ve keremi sonsuz olan Cenâb-ı Hak, insanoğluna sadece kitaplar değil, bir de o kitapların canlı ifâdeleri demek olan ve binbir türlü üstün vasıflara sahip peygamberler göndermiştir.

Onlar öyle örnek şahsiyetlerdir ki, dînî, ilmî ve ahlâkî davranışlar itibârıyla her yönden mükemmellik arz ederler. Nitekim o peygamberlerin her biri, insanlık tarihinde belli örnek davranışları zirveleştirerek beşeriyete müstesnâ hizmetlerde bulunmuşlardır.

Velîler, yani peygamber vârisi Hak dostları da;

- Dînin zâhir ve bâtınını lâyıkıyla mezcederek şahsiyetlerine nakşetmiş,

- Zühd ve takvâ yolunda kalben merhaleler katederek davranış mükemmelliğine ulaşmış,

- İdrak ve ihâtalarını her iki cihan ufkuna genişleterek îman lezzetine ve duygu derinliğine kavuşmuş,

- Bütün gayretleri, insanlığı kötü huylardan ve nefsin karanlık gayyâsından kurtararak güzel ahlâka, yani mânevî olgunluk semâsına yükseltebilmek olan; ârif, sâlih ve kâmil mü’minlerdir.

Onlar, ne­be­vî ir­şad ve dav­ra­nış mü­kem­mel­li­ği­nin za­man­la­ra ya­yıl­mış zir­ve­le­ri­dir. Yani on­lar, peygamberleri görme şerefine nâil olamayanlar için örnek alınacak yüksek şahsiyetlerdir. Onların, rahmet lisânıyla gönülleri ihyâ eden irşad ve nasîhatleri de, esâsen nübüvvet menbaından süzülüp gelen rûhâniyet şebnemleri mâhiyetindedir.

Dünyanın neresinde olursa olsun insanlar arasında hüküm süren bir adâlet göze çarparsa, insanların kalplerini birbirine bağlayan bir rahmet ve şefkat varsa veya bir toplumda zenginler, şefkatle muâmele ederek yoksulların yardımına koşuyor, kuvvetliler mazlumları koruyorsa, sıhhatte olanlar bîçârelerin elinden tutuyor, servet sahipleri öksüzleri gözetip dulları doyuruyorsa, tereddütsüz bilmiş olun ki bu fazîletler, dâimâ peygamberlerden ve onların izinde yürüyenlerden intikâl etmiştir.

Hazret-i Âdem ve Havvâ -aleyhimesselâm- ile başlayan insanlık âilesi, dînî huzur ve saâdet iklîminde yaşamak üzere; bugün Mekke’deki Kâbe’nin yerini ilk ibâdethâne edinmişlerdi. Daha sonra hayâtî ve ictimâî lüzûm sebebiyle etrâfa yayılan Âdemoğulları, zaman zaman peygamberlerle irşâd olunarak dînî hayâtı devam ettirdiler. İlâhî hakîkatler, zaman zaman birtakım din tahripçileri ve câhiller tarafından tahrif edildikçe Cenâb-ı Hak, peygamberler gönderdi ve bu tahribâtı bertaraf ederek dîni yeniden ihyâ eyledi. Bu sûretle insanlık âlemi, tarih boyunca ilâhî bir lutfun eseri olarak ferdî ve ictimâî buhranlardan devamlı kurtarılarak âhirzamana ulaştı.

Nihâyet, dünya gününün ikindisine benzeyen “Asr-ı Saâdet” geldi ve Peygamber Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile dînî hayat ilk başladığı yerde, son bir kemâl zirvesi daha gösterdi. Artık zirve teşkil eden kemâl-i Muhammedî’den sonra yeni bir kemâl tasavvuru imkânsızdır. Zira peygamberler göndermek sûretiyle dînin tekrar ihyâsı nihâyete erdirilmiş, Allâh’ın râzı olduğu dîn, İslâm olmuştur.

Bu durumda diyebiliriz ki, insanın öğrenme ve yönlenmesinde fıtrî olan taklîd meyli için en mükemmel örnek, hayâtında sergilediği sonsuz ve müşahhas misallerle Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir. Peygamber Efendimiz’i taklitteki muvaffâkiyet ise hiç şüphesiz, karakter ve şahsiyetine meftûn olarak O’nu bütün kalbimizle sevmeye bağlıdır.

Dipnotlar:

[1] Bkz. Câsiye Sûresi, âyet 13. [2] Bkz. Kıyâmet Sûresi, âyet 36.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Faziletler Medeniyeti 2, Erkam Yayınları