Ortadoğu'nun 100 Yıllık Tasması

Ortadoğu'nun bugünkü sınırlarının çizildiği Sykes-Picot Anlaşması'nın 100. yıldönümüydü dün. 16 Mayıs 1916’da imzalanan Sykes-Picot Anlaşması’yla bölgenin sınırlarını dün çizenler bugün aynı coğrafyaya yeniden şekil vermekte… Peki, bölgedeki Müslüman ülkeler 100 yıl önce takılan bu tasmayı gerçekten çıkartmayı başarabilecek mi?

Osmanlı İmparatorluğu’nun, Ortadoğu topraklarının paylaşımını içeren gizli bir anlaşma Sykes-Picot; Fransa adına François Georges Picot, İngiltere adına ise Sir Mark Sykes’in imzalarıyla yapıldı. Onların adı ile anılan bu anlaşma, bölgenin kaderi üzerinde bugüne ulaşan kalıcı etkiler bıraktı. Bu sınırların büyük bir bölümü "komada" girdi 100. yaşına. 100 yıl önce kurulan sömürü ülkeleri, cetvelle çizilen Osmanlı haritalarında Batılılar’ın işine yarayacak biçimde bölüşülmüştü.

Bugün bu düzenin çöküşüne tanıklık ediyoruz. Ancak nasıl ki bu düzen birden bire, tek bir anlaşmayla ortaya çıkmadıysa, çöküşü de birden bire olmuyor. Müslüman ülkeler 100 yıl önce takılan bu gizli tasmayı gerçekten çıkartmayı başarabilecek mi? Bu kez kendi kaderlerini kendileri tayin etme fırsatı bulabilecekler mi? Bu soruların cevapları olumlu anlamda zor gözükse de yeni yollar ve bölgesel siyasi, ekonomik ve dini faktörler Ortadoğu’daki yeni görünümde şekillendirici olacağa benziyor.

ORTADOĞU’YU ELE GEÇİRME PLANI

Günümüzde (1989) gazete başlıklarından tanıdığımız Ortadoğu, İtilaf devletlerinin Birinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında verdiği kararlardan doğmuştur. Dünyanın en önemli ve stratejik noktalarında bulunan, İstanbul-Çanakkale Boğazları, Süveyş Kanalı, Babü’l-Mendeb Boğazı, Hürmüz Boğazı, Basra Körfezi gibi geçiş yollarıyla birlikte 20. yüzyıl başlarından itibaren önemli bir enerji kaynağı haline gelen petrolün çıktığı Orta Doğu, başta İngiltere olmak üzere sömürgeci güçlerin hedefi haline geldi. Bölgenin kontrolünü ele geçirme planları yapan İngilizler, 1909 yılında göreve atanan ve o dönemden itibaren Osmanlı Hükümeti’ni, Arap aşiretlerinin isyanıyla tehdit ederek, güç ve iktidar peşinde koşan Mekke Şerifi Hüseyin ile temasa geçtiler.

Osmanlı İmparatorluğu’nun I. Dünya Savaşı’na katılmasından sonra daha da arttırılan bu temaslarla Arap sülale ve aşiretlerini ayaklandırmak için olabildiğince çalışıldı. Yapılan görüşmelerde Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in tüm Arap Yarımadası, Suriye ve Irak’ı içine alan bir devlet kurmasını, Lübnan’ı hariç bırakarak destekleyen İngiltere, 1915 yılının Kasım ayında bu görüşmeler hakkında Fransa’yı bilgilendirirken, aynı yılın Aralık ayında Necid Emiri İbn Suud ile de Kuveyt hariç Basra Körfezi’nin güney kıyılarını kapsayan bir bağımsızlık antlaşması yaptı. Yani Mekke Şerifi Hüseyin’e vaat ettiği topraklarda Necd Emiri İbn Suud’un da hâkimiyetini tanıdı. Bu iki yüzlü politika ile İngiltere, bölgedeki halkları birbirlerine düşman edecek tohumları ekiyordu.

[caption id="attachment_61978" align="aligncenter" width="702"]Sykes-Picot-Anlasmasi-harita Sykes Picot Planına Göre Ortadoğu haritası[/caption]

YENİ KURULACAK DEVLETLER

1916 yılına gelindiğinde Irak Cephesi’ndeki muharebeler şiddetle sürmekteydi ve Osmanlı kuvvetleri, Halil Kut Paşa’nın komutası altında İngilizleri, Kutü’l-Amare’de büyük bir yenilgiye uğratmıştı. İşte bu zaferin hemen ardından Ortadoğu’yu paylaşmak için İngiltere ve Fransa arasında yapılan görüşmeler Sykes-Picot Anlaşması ile neticelendi. Bu anlaşmaya göre; “Suriye’nin kıyı bölgesiyle Adana ve Mersin Fransa’ya veriliyordu. Basra ve Bağdat vilâyetleriyle Hayfa ve Akkâ limanları İngiltere’ye bırakılıyor, Dicle ve Fırat sularının etki bölgelerinde ortak kullanımı garanti ediliyordu. İskenderun serbest liman ve Filistin uluslararası bölge oluyordu. Arabistan toprakları, Akkâ-Kerkük çizgisiyle ikiye bölünerek kuzey kısmı Fransız, güney kısmı İngiliz nüfuzuna bırakılıyordu.

Musul vilâyetini içine alan Fransız nüfuz alanı İran sınırına kadar uzanıyordu. İngiltere’nin etki alanı ise Filistin’den Mezopotamya’ya kadar geniş bir bölgeyi kapsıyordu. İngiltere ve Fransa kendi nüfuz bölgelerinde Arap devletleri kurmayı ve bunları korumayı taahhüt ediyordu. Bitlis, Erzurum, Trabzon ve Van’ı kapsayan bölgeler ise Rusya’ya bırakılıyordu.” Böylece, İngiltere, Mekke Emiri Şerif Hüseyin’e vaat ettiği toprakları bu defa da Fransa ile paylaşıyordu.

BÜYÜK ARABİSTAN KRALLIĞI

Mekke Emiri Şerif Hüseyin ise bu anlaşmadan habersiz “Büyük Arabistan Krallığı” hülyalarıyla Osmanlı İmparatorluğu’na karşı isyanını 1916 Haziran’ında başlattı. Bu olay, daha sonra ders kitaplarına girecek, Müslümanlar arasına fitne sokacak ve Batılı güçlerin de kulaklara fısıldadığı “Büyük Arap İhaneti” yalanının temelini oluşturdu. Fakat gerçek çok farklıydı. Bu gerçeği savaşın başından itibaren Hicaz Cephesi’nde ve Medine’de bulunan, Feridun Kandemir, “Medine Müdafaası Peygamberimizin Gölgesinde Son Türkler” adlı eserinde:

“Lakin bu isyanın sebebi neydi? Araplar İstiklal mi istiyorlardı? Hayır, Araplar bütün bu harp boyunca Türklerle omuz omuza Çanakkale’den itibaren her cephede savaştılar. Hatta İstiklal Savaşı’mızda Aydın Cephesi’nde, Mehmetçiklerle yan yana Yunanlılarla boğuşarak, canlarını veren Araplar vardı. Ve ilk Cihan Harbi’nde, Araplarla meskun hiçbir yerde, ne Irak, ne Suriye, ne Lübnan, ne Yemen, ne Filistin’de Türklere isyan eden tek bir Arap görülmedi. İsyan eden, sadece Mekke Emiri Şerif Hüseyin’di… Şerif Hüseyin’in bu isyanda kullandığı Araplar da, Hicaz çöllerinde öteden beri göçebe hayatı yaşayan ve talan ile geçinen son derece cahil, dünyadan habersiz fakir fukara bedeviler, yani Urbanlardı. Mekke, Taif, Cidde gibi şehir ve kasabalardaki Araplar isyana katılmadıkları gibi Şerif Hüseyin de zaten bunlardan asker almak teşebbüsünde bulunmamıştı. Urban ve Şeyhleri fakirlikleri dolayısıyla paradan başka birşey bilmezlerdi. Şerif Hüseyin gibi İngilizler de bunu bildikleri için, para gücüyle ancak bunlardan faydalanmışlardı. Ve isyanı sonuna kadar bunlarla yürütmüşlerdi.” Şeklinde ifade etmişti.

BÖLGEDEKİ MÜSLÜMANLARIN PARÇALANMASI

I. Dünya Savaşı devam ederken yapılanve bazı bölgelerdeki değişikliklerle Lozan Antlaşması’nda kabul edilen sınırların temelini oluşturan Sykes-Picot Anlaşması, Rusya’da gerçekleşen “1917 Bolşevik Devrimi”nden sonra, Çarlık diplomasisinin gizli belgelerinin açıklanması ile öğrenildi.

Müslümanlar arasına, milliyetçilik, mezhepçilik, aşiretçilik, asabiyetler, çıkarlar empoze edilerek birbirlerinden ayıran yapay sınırlar çizildi. Irak, Suriye, Ürdün, Kuveyt, Hicaz Krallığı gibi manda devletlerin sosyal, siyasal, kültürel denge gözetilmeksizin ihdas edilmesi, bölgeyi bugün de devam eden yüz yıllık süreçte kan, gözyaşı ve kargaşa ortamına sürükledi.

[caption id="attachment_61977" align="aligncenter" width="550"]picot-skeys François Georges Picot ve Sir Mark Sykes[/caption]

SYKES KİMDİR?

Birinci Dünya Savaşı boyunca İngiliz Savaş Bakanlığı’nın üst düzey bürokratları arasında yer alan Sir Mark Sykes, zengin bir ailenin 1879 doğumlu tek çocuğuydu.

Yedi yaşındayken, babasıyla birlikte Doğu’ya yaptığı seyahat bütün hayatını etkiledi. Türkçe ve Arapça bildiği izlenimini yaratmayı seviyordu ama her iki dili de bilmiyordu. 25 yaşına gelmeden yazdığı kitaplardan biri, “Halife’nin son mirası: Türk İmparatorluğu’nun kısa tarihi”, sık sık gezdiği Osmanlı coğrafyasına nasıl baktığını da gösteriyordu. Çocukluğundan beri dolaştığı bu topraklarda değişime ve ilerlemeye karşıydı. Örneğin bu kitapta Osmanlı İmparatorluğu’nun yapmaya başladığı demiryollarına, kültürel değişim yarattığı için karşı çıkıyordu.

İstanbul’daki elçilikte dört yıl çalışan Sykes 1911’de Avam Kamarasına seçilmiş, Birinci Dünya Savaşı başlayınca 1914’te Churchill’e yazdığı bir mektupta Osmanlı’ya karşı çalışabileceğini, halkı ayaklandırabileceğini yazmıştı:

“Yerel eğilimler ve olanaklar konusunda tüm bildiklerimin emrinizde olacağını söylersem beni kendi çıkarlarını gözeten biri olarak görmeyeceğinizi umarım.”

Hemen olmasa da nihayet istediği gibi bir iş bulan Sykes, İngiltere’nin Ortadoğu politikasının biçimlendirildiği ve Arap ayaklanmasını destekleyen Arap Bürosu’nun da kurulmasına ön ayak oldu.

1916’da imzaladığı ve Ortadoğu’yu şekillendiren Sykes-Picot anlaşmasında Fransızlara fazla ödün verdiğini sonradan düşünse de, yine de bu anlaşmanın uygulanmasının daha detaylı bir biçimde ele alındığı 1919 Paris Konferası’na da diplomat olarak katıldı. Ancak imzaladığı anlaşmanın Ortadoğu’yu bugün de süren anlaşmazlıklara nasıl sürüklediğini görmeden o yıllarda dünyayı saran İspanyol gribi yüzünden 39 yaşında 1919’da öldü.

2007’de kuş gribi tekrar dünyayı tehdit etmeye başlayınca, bilimsel araştırmalarda kullanılmak üzere mezarının açılmasına karar verildi. Sykes öldüğünde kurşun bir tabuta konmuştu, cesedinde H1N1 virüsünün DNA’sının bulanabileceği, böylece virüsün gelişiminin izlenebileceği düşünülüyordu. Ancak, tabutu zaman içinde çökmüş ve Sykes’ın cesedi de çürümüştü.

PİCOT KİMDİR?

François Georges Picot, aileden sömürgeciydi. Babası Fransız Afrikası Komitesi kurucusu, kardeşiyse Fransız Asyası Komitesi saymanıydı. 1870 doğumlu Picot, Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra bir süre avukatlık yapmış fakat kariyer değiştirmeye karar vererek Dışişleri Bakanlığı’na girmişti. Hararetli bir biçimde Fransız Suriyesi fikrini savunuyordu. Koloni Partisi üyesiydi.

Birinci Dünya Savaşı başlamadan önce Beyrut’ta konsolos olarak çalışıyordu. O dönemde bağımsızlık yolunda Fransa’nın yardımını isteyen Arap aydınlarıyla iletişime geçmişti. Savaşın başlayacağını anlayınca, Yunan hükümetinden temin ettiği silah ve cephanenin Lübnan Hristiyanlarının eline geçmesini sağlamıştı. Fransa ve Osmanlı İmparatorluğu birbirlerine savaş ilân edince Beyrut’u terk etmesi gerekmiş ama Arap aydınları ile bağımsızlık üzerine yazışmalarını konsolosluk binasında bırakmıştı. Yazıştığı Arap aydınlarının kimliği böylece ortaya çıktı, önemli bir kısmı da idam edildi.

Fransa’nın Suriye ve Filistin’deki Yüksek Komiserliği’ni 1917-1919 yılları arasında yapan Picot, daha sonra Bulgaristan ve Arjantin’de büyükelçilik yaptı.

Kaynak: Dünya Bülteni, AljazeeraTürk

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.