
Oruç Mideyi Değil, Nefsi Aç Bırakmaktır
Ramazan ayında aç kalarak (oruç tutarak) nefsi nasıl terbiye ediyoruz?
İnsan, kalben hissettikleri ve aklen düşündükleri itibariyle nefsânî ve rahmânî duygu ve düşünceleri bünyesinde barındırmaktadır. Bu sebeple insan, fıtratı itibariyle içinde sürekli bir savaş halindedir. Müslüman kalbi, nefis-şeytan ile rahmânî kutupların sürekli savaş halinde olduğu bir “mihrap” gibidir. Hz. Mevlânâ’nın (r.a.) ifade ettiği gibi her insan içinde hem Firavun hem de Mûsa taşımaktadır.[1] Müslümanı esfel-i sâfilînden alıp melek seviyesine ve ulvî derecelere çıkaran da “hayvânî-cismânî” duygu ve düşüncelerine karşı rahmânî tutum ve yönelişlerin baskın olmasıyla mümkün olmaktadır.
ORUÇ MİDEYİ DEĞİL, NEFSİ AÇ BIRAKMAKTIR
Orucun geçerli olabilmesi için her Müslümanın bildiği fıkhî birtakım şartlar vardır. Bu şartlar yerine getirilmekle Müslümanın üzerinden farz yükümlülüğü yerine gelmiş olur. Ancak fıkhî olarak dikkat edilmekle birlikte orucun nefse ve kalbe sirayet etmemesi, uzuvlarımıza taşınmaması veya tüm azalarımızla tesir etmeksizin aç kalınması durumunda günün sonunda geriye sadece açlık ve susuzluk kalır. Efendimiz Aleyhisselâm’ın ifade buyurdukları gibi “Nice oruç tutan kimseler vardır ki elde ettikleri tek şey açlık ve susuzluktur.”[2]
Hüccetülislâm İmam Gazzâlî (rahmetullâhi aleyh), orucun üç kısma ayrıldığını ifade etmektedir. Birincisi, fıkhî açıdan cevaz şartlarını yerine getiren, sadece yemek-içmek ve eşiyle birlikte olmaktan imtina ederek avâmın tuttuğu oruç. İkincisi, ilk gruptakilerin dikkat ettiklerine ilaveten gözünü, kulağını, dilini, elini, ayağını ve diğer uzuvlarını günahtan koruyarak havâssın-veli kulların tuttuğu oruç. Üçüncüsü ise kalbine oruç tutturabilen, oruçluyken kalbinden dünyevi fikirler, mâsivâya dair hisler, arzular, yönelişler ve beklentileri izale ederek havâssü’l-havâs olan (mukarrabîn veliler) kimselerin tuttukları oruç. İmam Gazzâlî bu kıvama erişen kimselerin, kalplerinden geçirdikleri dünyevi fikir ve hisler sebebiyle -her ne kadar oruç fıkhî olarak bozulmasa da- ihlaslarının zarar gördüğü ve ibadete dünyalık karıştırdıkları endişesiyle oruçlarının bozulduğunu, yani ecrin yok olduğunu farz ettiklerini söylemektedir.[3]
Söz İmam Gazzâlî’den açılınca onun uzuvlara oruç tutturulması şeklinde havassın-veli kulların orucuna dair görüşlerine yer vermek, ramazan ayını layıkıyla ihya edebilmek için önem arz etmektedir. Gazzâlî havassın-veli kulların orucunun altı önemli noktası olduğunu söylemektedir.
Birincisi, gözüne sahip olmak ve sadece harama değil, gözü mekruh ve mahzurlu görüntülere bakmaktan alıkoymak ve menfi şeyleri görmek suretiyle kalbi meşgul etmemek.
İkincisi, hezeyan, yalan, iftira, gıybet, nemime, argo-kaba söz, tartışma, kavga, incitici kelam gibi söz ve söylemlerden dilini korumak. Çünkü bu durumlar dilimizi zikirden ve Allah kelamı ile meşgul olmaktan alıkoymaktadır. Nitekim Müslüman bir taraftan Allah Teâlâ'nın helal kıldığı yiyecekleri yemeyerek-içmeyerek oruç tutarken-aç kalırken diğer taraftan haram kılınan yalan, iftira veya gıybet-nemime gibi hareketler yaparak orucuna ecir açısından zarar vermemelidir.
Üçüncüsü, kulağını mahzurlu seslerden, sözlerden ve konuşmalardan korumalıdır. Nitekim gıybet yapmak nasıl haram kılındıysa gıybete, nemimeye, yalana kulak vermek ve onu dinlemek de aynı şekilde haram kılınmıştır. Bu konuda Allah Teâlâ yalan söyleyenle haram yiyenin, gıybet edenle gıybet dinleyeninin günah bakımından aynı kefeye koymuş, bir ayet-i kerimede “Onlar, yalan ve iftirayı dinlemeye pek meraklı, haram yemeye çok düşkündürler.” (Mâide/5-42) buyururken diğer ayette “Din adamları ve âlimleri onları, onları günah olan sözleri söylemekten ve haram yemekten menetselerdi ya, neden menetmedi!” (Mâide/5-63) buyurmuştur.
Dördüncüsü eli, ayağı ve vücudun diğer azalarını günahtan, mekruhlardan ve haramlardan korumak. Nitekim gündüz mideye helal olan gıdaları sokmak oruca nasıl zarar veriyorsa iftar ederken de şüpheli ve haram gıdaları mideye sokmak, oruç tutmanın hakîkî manasıyla örtüşmemektedir. Bu kimse, bir taraftan bina yaparken diğer taraftan koca bir şehri yıkmış gibi değerlendirilir.
Beşincisi, iftar ederken çok yemekten imtina etmek. Bu durum, gündüz dizginlediği nefsini akşam vakti perçinleyerek serbest bırakmaya benzemektedir. Nitekim oruç, şeytanın insan vücudunda gezinebildiği ve musallat olduğu yolları daraltmak, kapatmak, mide şehvetini kırabilmek ve nefsi engellemek maksadı taşımaktayken türlü türlü yiyeceklerle iftar yapmak, nefsi kuvvetlendiren ve orucun ecrine ve teşri sebebine zarar veren bir alışkanlıktır. Bu sebeple bir Müslümanın sahur ve iftar sofraları, nefsi azgınlaştıracak kadar mükellef olmamalıdır. Günümüzde sıklıkla şahit olduğumuz birkaç gün iftar yapmadan oruç tutabilecek kadar donatılmış ve türlü türlü yiyeceklerle tezyin edilmiş sofralar, Hz. Peygamber'in (s.a.v.) iftar ve sahurda teşvik ettiği sofralar değildir.
Oruç tutan bir kimse için açlık, susuzluk ve mahrumiyet kaçınılmazdır. Olması gereken de budur. Bu sebeple hiç acıkmadan ve susamadan oruç tutma hayaliyle sahurlar ve iftarlar yapmaya çalışmak, ramazanı hakkıyla ihya etmeye mâni olmaktadır. Bu sebeple İmam Gazzâlî özellikle şunu belirtmektedir: oruçlu bir kimse gündüz mümkün mertebe uyumamalıdır. Açlığı ve susuzluğu iliklerine kadar hissetmelidir. Nitekim oruçlu kimsenin yapacağı daha hayırlı bir işi olmadığı müddetçe uyuması dahi faziletli-sevap iken aslolan uykuya oruç tutturmamak, gündüzü uykulu geçirmemek, zayıfların ve mahrumların halini daha iyi anlamak ve şeytana prim vermemektir. Nitekim Müslümanı melekût seviyesine yükselten ameliye, insanın şeytanla arasına mesafe koyma iradesini gösterebilmesidir.
Altıncı husus olarak İmam Gazzâlî, oruç tutan kimsenin günün sonunda, iftarını yaptıktan sonra orucunun kabul olup olmadığına dair ümit ve endişesini diri tutmak, her bir oruçtan sonra orucunun kabul edilme heyecanını, ümidini veya reddedilme kabul edilmeme kaygısı ve korkusunu taşımak olduğunu belirtmektedir. Hikmet sahibi zatlardan Ahnef b. Kays’a bir gün etrafındakiler “Artık yaşlandın ve oruç tutmak seni daha da zayıflatacak, artık oruç tutmayabilirsin.” dediklerinde Ahnef “Ben onu, uzun bir yolculuk için azık niyetiyle hazırlıyorum. Nitekim Allah Teâlâ'nın emrettiği bir ibadeti yerine getirirken sabretmek (ibadetin meşakkatine sabır) azabına ve cezasına tahammül etmek ve sabır göstermekten daha kolaydır.” diye cevap verir.[4]
Hülasa oruçta aslolan nefsin öldürülmesi değil, bezdirilmesi; midenin aç bırakılması değil, bilakis nefsin açlığa ve ümitsizliğe mahkûm edilmesi; nefse kölelik değil, hâkimlik yapılabilmesidir. Oruç Müslümanın iradesine hâkimiyetini, nefse galibiyetini, Allah Teâlâ'ya ubudiyetini, dünyaya karşı müstağniliğini, uzuvlarını terbiyesini, kalbini mâsivâdan tasfiyesini, hayatını denaet ve dünyevilikten tezkiyesini ifade eden hürriyeti, ulviyeti ve merhum Sezai Karakoç’un ifadesiyle “Samanyolunda-Kâinatta Ziyafeti” temsil eder. Oruç, Müslüman için bu dünyada misafirliği, dünyaya dalmamayı ve dünyalığa doymamayı, bilakis susuzluğu, açlığı ve arzuları tatmin edeceği yerin, Müslümanın ebedi ve asıl yurdu olan cennet ve ahiret olduğunu bildiren ve öğreten ameliyedir. Bu sebeple Müslüman oruç tutar, aç kalır, arzularından feragat eder, susuzluğa tahammül eder ki nihayetinde cennette iftar etmek, orada sonsuz kalmak, orada doymak ve arzularına ulaşmak ve sonsuz ecre nail olmak müyesser olsun.
Dipnotlar:
[1] Şefik Can, Konularına Göre Mesnevî Tercümesi, (çev. Şefik Can), Ötüken Yayınları, İstanbul, 1997, III, 107. [2] İbn-i Mâce, Siyam, 21 [3] Gazzâlî, İhyâ-u Ulûmi'd-Dîn, I, 668. [4] Gazzâlî, İhyâ-u Ulûmi'd-Dîn, I, 670-671.
Kaynak: Mehmet Büyükmutu, Altınoluk Dergisi, Sayı: 469
YORUMLAR