Oruç Tutmaktan Gâye Nedir?

Oruç, zekât ve infak gibi ibadetlere devam eden bir toplumda sosyolojik buhranlar olmaz. O toplumda dâimâ huzur, emniyet, nezâket, zarafet, incelik ve hassasiyet vardır.

Oruç, nîmetlerin kadrini hatırlatır. Belli bir süreliğine de olsa açlığı tattırdığından, toplumdaki açların hâlinden anlamayı temin eder. Dolayısıyla gönüllerde şefkat ve merhameti inkişâf ettirir.

Bir mü’min, imkânları nisbetinde açları doyurmaya bizzat gayret etmekle birlikte, toplumda bu mühim vazifenin yerine getirilmesi için de gayret göstermeli, diğer insanları da bu hayra teşvik etmelidir. Zira Rabbimiz, açları bizzat doyurmayan kişiler bir yana, kendisi doyurduğu hâlde diğer insanları da bu hayra teşvik etmeyen kimseleri dahî âyet-i kerîmede ihtâr ediyor. (Bkz. el-Fecr, 18)

Yine amel defteri solundan verilip de hüsrâna uğrayan mücrimden bahsederken de:

“Yoksulu doyurmaya teşvik etmezdi.” (el-Hâkka, 34) buyuruyor.

Bizler de; “Allah bana verdi, ona vermedi. Demek ki onu bana zimmetli kıldı!” diyebiliyor muyuz?

ORUÇ TUTMAKTAN GAYE NEDİR?

Oruç için “…Umulur ki takvâ sahibi olursunuz.” (el-Bakara, 183) buyrulmuş ve oruçtan gâyenin takvâya ermek olduğu ifâde edilmişken, oruçlarımız bizi ne kadar takvâ hassasiyetine sevk ediyor?

Orucu midemize, gözlerimize, kulaklarımıza, bilhassa dilimize tutturabiliyor muyuz? Zira Efendimiz “Ya hayır söyle, yahut sus!” (Hâkim, IV, 319/7774) buyuruyor.

Rabbimiz, Peygamber Efendimiz’in en yüce bir ahlâk üzere olduğunu bildiriyorken, bizim O Gönüller Sultânı’na ahlâkî yakınlığımız ne kadar?

Nezâketimiz, tevâzuumuz, merhametimiz, affediciliğimiz hangi seviyede?

Meselâ şahsımıza karşı bir kusur işlendiğinde, hemen nefsânî bir öfkeye mi kapılıyoruz; yoksa tavrımız, Rabbimiz’in buyurduğu gibi:

“…Öfkelerini yutarlar ve insanları affederler…” (Âl-i İmrân, 134) şeklinde, yüksek bir fazîlet olarak mı tezâhür ediyor?

Nefsi adına öfkelenmek, Rasûlullah Efendimiz’in hayatında olmayan bir vasıf. Sadece İslâm’a aykırı bir hâl varsa, ilâhî hudutlar çiğneniyorsa, mukaddesâta saldırı varsa yahut umûmun hakkı yeniyorsa, bu durumda öfkeye müsaade vardır. Bu ise îmandan doğan, şeytânî değil Rahmânî bir öfkedir.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Şebnem Dergisi, 136. Sayı, Haziran 2016

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.