Osman Ersan Hocaefendi Manevi Yola Nasıl İntisab Etti?
Altınoluk dergisi 436. sayısında Osman Ersan Hocaefendi’nin dilinden hayat hikayesini, mânevi yola nasıl intisâb ettiğini, Musa Topbaş Efendi ve Sami Efendi ile tanıştıklarını okurlarının istifadesine sunan bir röportaj yaptı.
Altınoluk dergisi, Haziran 2022 sayısında Osman Ersan Hocaefendi’ye mânevi yola nasıl intisâb ettiğini, Musa Topbaş Efendi ve Sami Efendi Hazretleri ile nasıl tanıştıklarını sordu.
OSMAN ERSAN HOCAEFENDİ MANEVİ YOLA NASIL İNTİSAB ETTİ?
ALTINOLUK: Efendim, Altınoluk olarak vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz. Sohbetimize ailenizden, doğumunuzdan, eğitim hayatınızdan bahsederek başlayalım isterseniz.
Osman Ersan: Eûzu billâhi mineşşeytanirracîm. Bismillâhirrahmanirrahîm. Elhamdülillâhi Rabbil âlemîn vesselâtü vesselâmü alâ rasûlinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn.
Efendim Balıkesir’in Orhanlı Köyü’nde 1946 Yılı’nda doğmuşum. Dedelerimiz bu köye Kafkasya’dan gelip yerleşmişler. Babam çiftçilikle ile meşguldü. Beş sene ilkokulu köyde okuduktan sonra babam Balıkesir’e Eski Câmi Kur’ân Kursu’na gönderdi. Bu kursta çok değerli hocalar vardı. Mesela Mehmet Karatoprak Hoca vardı hâfızları dinlerdi. Şerafettin Hoca vardı, Bayram Hoca vardı.
Biz Kur’ân Kursu’na devam ederken Mehmet Karatoprak Hocamızın gayretleriyle Ocak 1959’da Balıkesir’de İmam-Hatip Okulu açıldı. Açılışa devlet erkânıyla beraber Muhterem Adnan Menderes Bey de gelmişti. Biz de gittik. Konuştuklarını hatırlamıyorum ama mütebessim çehresi hâfızamdan hiç gitmez. Maalesef iki yıl kadar sonra hayatını bitirdiler.
İmam-Hatip Okulu, eğitim öğretim yılının ikinci döneminde açılmıştı. Gittik, kaydımızı yaptırdık. Aynı zamanda Eski Câmi Kur'ân Kursu’nda yatılı olarak kalıyorduk. Mehmet Karatoprak Hocamız da kurstan bizimle İmam-Hatip’e gelir, Kur’ân-ı Kerîm dersine girerdi. Çok gayretli ve samîmî bir hocamızdı. İmam-Hatip’in yolu toprak yoldu. Yağmur yağdığında çamur olur, bata çıka giderdik. Hattâ bir seferinde Mehmet Karatoprak Hocamız giderken ayağındaki lâstik ayakkabı çıktı. Hoca meshle yürüyüp gidiyor farkında değil. Arkasından koşup seslenmiştik.
Dönem sonunda imtihanlar oldu. Bazı arkadaşlar sınıfı geçti, bazıları kaldı. Tabii alt yapımız yoktu. Okul ikinci dönemde açılmıştı. Üç dört ayda ne öğreneceğiz? Ben de sınıfta kalmıştım. Çok üzülmüş, moralim de bozulmuştu. Köye geri döndük. Artık okumamaya karar vermiştim. Babam kızacak diye sınıfta kaldığımı O’ndan gizliyordum. Bir müddet sonra babamdan izin istedim. “Ben Balıkesir’e gidip kalıp kalmadığımı öğreneceğim. Kaldıysam köye geri döneyim mi?” dedim. Babam kızdı. “Ne gelmesi oğlum. Geçinceye kadar okuyacaksın.” dedi. Babam öyle demeseydi okumayı bırakacaktım. Balıkesir’e geldim. Birinci sınıfa devam ettik. Ondan sonra sınıfları dereceyle geçtik elhamdülillâh. Daha sonra sınıfı geçenlerin kimisi ikinci, kimisi üçüncü sınıfta kaldı. Kimisi İmam-Hatip Okulu’nu bitiremedi. Bâzısı Yüksek İslâm Enstitüsü imtihânına girdi, kazanamadı. Çünkü İmam-Hatip’te sağlam bir temel oluşturamamışlardı. Bunu şunun için anlatıyorum; o kalma benim için hayır oldu. Âyet-i kerîmede buyruluyor: “Bir şey hoşunuza gitmezken o sizin için hayırlı olur, bir şeyi de sevdiğiniz hâlde o da hakkınızda şer olur.” Gençlere bunu hep ibret olsun diye anlatıyorum.
İmam-Hatip Okulu’nda çok değerli hocalarımız vardı. Onlara her zaman dua ederim. Ahmet Duran, Feyzullah Türker, Fahri Ersin, Mehmet Yumuk, Eryurt Yasun hatırlayabildiklerim. Meslek derslerimize girerlerdi. Yine Ahmet Gürtaş Hoca Arapça dersimize girerdi. Çok iyi bir hocaydı. Fransızca hocamız Adnan Akalın’dı. Fransızcayı bize anadilimiz gibi öğretmişti. Hatta öğrenciyken Fransızca hikâyeler tercüme edebiliyorduk. İmam-Hatip’i bitirdiğimiz zaman Fransızca hallolmuştu. Hatta bu devrede Fransızca bir gramer kitabı bile hazırlamış, bu kitapta Fransızca’yı çok kolay öğretecek bir metod önermiştim. Kitabı bastırmak için Balıkesir Necati Eğitim Enstitüsü Fransızca Öğretmeni Naim Gündüz Bey'e vermiştim. Baktı, okudu, çok beğendi ve “Hocam, bu çalışma çok güzel olmuş. Ben kendi ismimle bastırmaktan hayâ ederim. Siz kendi isminizle bastırın.” dedi ve geri verdi.
Fransızca gramer aşağı yukarı Arapça ile aynıdır. Mesela Arapça’da müennes-müzekker vardır. Buna karşılık Fransızca maskülen-feminen vardır. Arapça’da müfred cem’i vardır; Fransızca’da ise sengüliye-plüriye. Arapça’da; mef’ûl-i bîhissarîh, mef’ûl-i bihî gayr-i sarîh vardır; Fransızca’da ise kompleman-direk, kompleman-endirek vardır.
ALTINOLUK: İstanbul'a gidişiniz nasıl oldu?
Ersan: İmam-Hatip Okulu’nu bitirince Yüksek İslâm Enstitüsü imtihanlarına girdik. İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nü parasız yatılı olarak kazandık elhamdülillâh. İstanbul’a gidişimiz de böyle oldu. Abdullah Sert Hocamız, Balıkesir İmam-Hatip’e ortaokuldan sonra gelmişti. Aynı sınıftaydık. Daha sonra İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nde de beraber okuduk.
Yüksek İslâm Enstitüsü, Bağlarbaşı’ndaydı. Bugünkü Marmara İlâhiyât’ın olduğu yer o zamanlar Yüksek İslâm Enstitüsü’ydü. Yurdumuz da okulun hemen yanındaydı. O zamanlar oralar çok tenhaydı. Yurdun etrafı buğday tarlasıydı. Hatta hasat zamanı kadınlar gelir, oraklarla buğdayları biçerler, demetlerini alıp başka yerlerde harman ederlerdi. Altunîzâde taraflarında ise terk edilmiş bağlar vardı. Bağlarbaşı ismi de oradan geliyor. O civarda üç dört ev ve bugün de mevcut olan Rum Mezarlığı vardı. Rum mezarlığına her gün iki-üç cenâze gelirdi.
ALTINOLUK: Sâmi Efendi, Mûsâ Efendi Üstadlarımız ile ilk ne zaman tanıştınız?
Ersan: Ömer Kirazoğlu Hocamız Yüksek İslâm’da, İslâm Sanatı dersimize girerdi. Zaman zaman derste Sâmi Efendimiz’den de bahsederdi. İsmini O’ndan duymuştum. Sâmi Efendimiz’den önce Mûsâ Efendimiz ile tanıştık.
Yüksek İslâm’da Murat Yılmaz Abi vardı. Bir gün Murat Abi “Hocam” dedi, “Sultantepe’de bir zât hacca gidip gelmiş. Ziyâretine gidelim mi? Zemzem içer, hurma yeriz.” Ben de “Tamam” dedim. Yürüyerek Bağlarbaşı’ndan Sultantepe’ye gittik. Bir köşkün kapısına vardık. Kapıyı nur yüzlü bir zât açtı. Meğer hacca giden zât Mûsa Efendi Üstâdımızmış. İlk kez bu ziyâret vesîlesiyle görmüş oldum. İçeriye buyur etti. Girdik, oturduk. Mübârek, tâbiri câizse sanki insan kılığında bir melekti. Bize kendi elleriyle hurma, zemzem, çay ikrâm etti. O zamanlar biz on sekiz on dokuz yaşlarında bir talebeyiz. Mûsa Efendimiz de ellili yaşlarındaydı. O’nun bize karşı bu izzet ü ikrâmı, hürmet ve tevâzuu beni çok etkiledi. Murat Yılmaz Abi ile evden ayrılıp yurda dönerken hüngür hüngür ağlamaya başladım. O zamanlar tasavvuftan haberimiz yoktu.
ALTINOLUK: Mânevi yola intisâbınız nasıl oldu?
Ersan: Talebe iken çok kitap okurdum. Okuduğum kitapları künyeleriyle yazar, notlar çıkarırdım. Selimiye Kışlası’nın yanında Selimiye Câmii vardır. Cuma günleri orada vaaz ederdim. O sıralarda Bursa’da öğrenciler için bir yaz Kur’ân Kursu tertip edilmişti. Beni de hocalık yapmak için Bursa’ya dâvet ettiler. Biz de gittik. Bir ay kadar kaldık. Kaldığım sırada Ulu Câmi’de cumâları vaaz ettim. Son vaazda Lokman Aleyhisselâm’ın oğluna nasîhatlerini anlatmıştım. Vaaz esnasında cemaatten cezbeye gelenler oldu. Allah Allah nidâları, tekbîr sesleri yükseldi. Yaz günü gelen ziyâretçilerle avlu da dolu idi. Cuma namazını kıldık. Namazdan sonra cemaat sıra olmuş, gelen elimi öpmeye yelteniyor, boynuma sarılıyor. Baktım ki benim ayaklar yerden kesildi, kubbeye varacak… Bu durumdan çok rahatsız oldum. Bir taraftan vaaz ediyorsun, bir taraftan da enâniyete kapılıyorsun, böyle bir şey dinimizde yok. Bundan sonra kitap okumayacağım, vaaz da etmeyeceğim diye karar aldım.
İstanbul’a dönünce tabiri câizse rûhî buhrana girdim. Dersten çıkınca yatakhaneye gidiyor, battaniyeyi üzerimi örtüyor, kara kara düşünüyordum. İlim öğrenmekle her şey hallolacak zannediyordun, bak ilim sana gururlanmaktan başka bir şey sağlamadı diye kendime kızıyordum. Arkadaşlar da benim ne hâl yaşadığımı bilmiyorlardı. Daha sonra farklı bir sıkıntı içinde olduğumu görünce hâlimi Mâhir İz Hocamıza söylemişler. Mâhir İz Hocamız da Tasavvuf Tarihi dersimize girerdi. Bir gün beni köşeye çekti. “Oğlum, sen ne güzel vaaz ediyordun. Vaaz etmeyi bırakmışsın. Kitap okumayı da bırakmışsın.” dedi. Ben bir şey söylemedim. “Ne yapacaksın şimdi?” dedi. Ben yine bir şey söylemedim. Elindeki bastonunu göstererek “Bu bastonu al da Çamlıca tepelerinde koyun güdersin. Hadi dersine yetiş!” dedi. Öylece derse gittim ama ben yine kara kara düşünmeye devam ediyordum. Daha sonra hocamız beni bir kaç defa daha yanına çağırdı. En son çağırdığında “Oğlum” dedi, “ilim antibiyotik gibidir, yan tesirleri vardır: Kendini büyük görmek, karşındakini küçük görmek gibi. Doktora gittiğiniz zaman antibiyotik ilâcı verince yanında vitamin ilâcı da verir. Vitaminsiz antibiyotik kullanılmaz. Yan tesirleri olur. Böbreğinize, midenize, organlarınıza rahatsızlık verir. İlim de antibiyotik gibidir. İlmin vitamini eczânelerde satılan vitamin ilâcı değildir. Tarîkattır, tasavvuftur.” dedi.
O zamanlar câhillikle “Efendim, başınızı kaldırsanız bir şeyhe çarpıyorsunuz. Kime gideyim?” dedim. O da “Bana bak” dedi, “Şimdiye kadar istişâre yaptık, istihâreyi de sen yapacaksın.”
Bunun üzerine istihâre yaptım. Rüyamda kalabalık bir meclisteyiz. Sâmi Efendimiz mecliste bulunanlar ile musâfaha yapıyordu. Sıra bana geldi. Mübârek, musâfaha için elini uzatmıştı ki beni bir heyecan aldı. Ellerimin titremesinden mübâreğin elini tutamadım. Sadece elim, eline değdi o kadar. Uyanınca anladım ki bizim nasîbimiz bu zâtta. Daha önce arz ettiğim üzere Sâmi Efendi Üstâdımızı yüz yüze hiç görmemiştim. Sadece Ömer Kirazoğlu Hocamız’dan ismini duymuşluğum vardı.
Aradan bir müddet geçtikten sonra bir gün Sâmi Efendimizin komşusu Mehmet Öztürk Abi’nin evinde kahvaltı varmış. Bizi de çağırdılar. Uzun bir masa hazırlanmış. Sâmi Efendi Üstâzımız da gelecekmiş. Üstâzımız geldiler, oturdular. Ben de karşı tarafındaki sandalyede oturuyordum. Kahvaltıya başlandı. Şöyle bir defa yüzüne baktım ki belki rûhumu teslîm edecektim. İlk defa o zaman görmüş oldum. Bin tane güneş bir araya gelse, O’nun yüzündeki nuru oluşturamazdı Allahü a’lem. İkinci defa bakmaya cesâret edemedim. Sanki baksam bayılacağım. Kahvaltı bitti. Sohbet yapıldı. Sohbetten sonra musâfaha başladı. Beni heyecandan bir titreme aldı. Tir tir titriyordum. Aynı istihâredeki gibi musâfaha için elimi uzattığım sırada, sadece elimi eline değdirebildim o kadar.
ALTINOLUK: Kaç yılıydı hocam?
Ersan: Zannedersem 1969 Yılı’ydı. Bir gün Mustafa Alemdar Amca’nın evine sohbete gitmiştik. Sohbet sonrası ders almak istediğimi Sâmi Efendimiz’e arz ettim. O da “Dersinizi Mûsa Efendi’den alabilirsiniz. O’na ders verme selâhiyeti verdik.” dedi. Böylece Mûsa Efendi’den ders almış olduk.
Aradan zaman geçti. Yüksek İslâm’da arkadaşlarımızla bir grup olmuştuk. Her cuma Mûsa Efendi Üstâdımız Sultantepe’den kendi kullandığı arabasıyla Bağlarbaşı’na gelirdi. Biz de nöbetleşe iki kişi Bağlarbaşı’nda bir ağacın dibinde beklerdik. Mûsa Efendimiz geldiğinde birimiz öne, birimiz arkaya oturur, Erenköy’e giderdik. Sâmi Efendi Üstâdımız evinden alınır, yakın bir câmide cumâ namazı kılınırdı. Namazdan sonra Sâmi Efendimiz evine bırakılır, Mûsa Efendimiz de dönüşte bizi Bağlarbaşı’na bırakır, oradan evine dönerdi.
Daha sonra Mûsa Efendi Üstâdımız bize ayrı bir sohbet düzenledi. Pazar günleri saat 9’da kahvaltıdan sonra evinde sohbet yapardı. Zaman konusunda çok titizdi. 9’u bir geçe gitseniz kapıyı açmazdı. Öylece sohbetlere devâm ettik elhamdülillâh.
Bir sohbetinde Mûsa Efendi, Sâmi Efendi Üstadımız’dan bahsetmişti. Bu anlatacağım konu vaktiyle mahremdi. Ama Sâmi Efendi Üstadımız vefât ettiğinden mahremiyeti artık kalmadı. Anlatabilirim. Sâmi Efendi Üstadımız simya ilmini biliyordu. Simya ilmi, altın yapma ilmidir. Bu ilim iki şekilde öğrenilir. Biri, insan kendi aklı ve ilmiyle bulabilir. Nitekim İbni Sînâ simya ilmini bu şekilde öğrenmiştir. Diğeri de vehbî olarak öğrenilir. Cenâb-ı Hak sevdiği kullarına bu şekilde öğretir. Sâmi Efendi Üstadımız da vehbî olarak simya ilmine vâkıftı. İsteseydi bir dağ büyüklüğünde altın yapardı. Ama o bu ilme hiç iltifat etmedi.
Kaynak: Altınoluk Dergisi, Sayı: 436
YORUMLAR