Osman Gazi’nin Kabrine Ziyaret
Yazar Bahadır Yenişehirlioğlu, Osman Nuri Topbaş’ın kaleme aldığı Tarihe Yolculuk eserinden “Osman Gazi’yi Ziyaret” başlıklı kesiti seslendiriyor. Erkam Tv hesabına abone olarak video serisini takip edebilirsiniz…
OSMAN GÂZÎ’Yİ ZİYARET
Garip ve meçhul bir âlemdeydiler. Târih Baba:
“–Evlâdım! Fazla vaktimiz yok; onun için mübarek ecdâdından bazılarını ziyaretle iktifâ edeceğiz!” dedi ve genci, Osmanlı Devleti’nin bânîsi Osman Gâzî’nin huzûruna çıkardı. Dört yüz atlıdan büyük bir devlet kuran, ömrü Allâh yolunda hizmet ve gayretle geçen, at sırtından hiç inmeyen, vefât ettiğinde kendisinden sadece birkaç silah, beş on at ve üç beş koyun mîras kalan[1] mütevâzı Osman Bey, onları ayakta karşıladı. Sade ve temiz giyinmişti. Oldukça mülâyimdi. Buna rağmen üzerinde mânevî bir heybet vardı. Genç onun karşısında titremişti.
Dünyâdaki hizmetlerinin karşılığını kat kat görerek âhirette mes’ûd bir hayâtı olan Osman Gâzî, asırlar sonrasından, böylesine genç bir torununu görünce kendi hareketli ve ele avuca sığmaz gençliğini hatırladı. Gözlerini ufka dikti, bir iç çekti. Sanki bir daha o günlere dönmek, hatta tekrar tekrar dönerek her defâsında Allâh yolunda gayret etmeyi ve şehâdet şerbetini içmeyi arzu ediyordu. Lâkin Cenâb-ı Hakk’ın hükmü insanların dünyâya bir defa gelmeleri şeklindeydi. Bu dünyâ hayâtı, insanoğluna bir defâya mahsus verilen bir hak idi.
Vakarlı bir edâ ile konuşmaya başladı. İnsanların İslâm’a ve onun ulvî ahlâkına ihtiyâcından bahsetti. Nefsi; menfaat, hırs, haset, tembellik gibi kötü vasıflardan kurtararak bütün insanlara karşı mütebessim bir çehreyle muâmele etmek gerektiğini, yumuşak huylu, firâsetli ve güzel ahlâk sâhibi olarak herkesle iyi geçinmenin faydalarını anlattı. Sonra da şunları söyledi:
“–Anadolu beylikleri arasındaki faydasız boş çekişmelere hiçbir zaman karışmadım, hattâ etrafımdaki tekfurlarla da iyi geçinmeye gayret ettim. Hep batıya doğru fetih rûhuyla ilerledim, zâlimlere karşı cihâd ettim. Çevremdeki yiğitlerin ve askerlerimin samîmiyetini gören pek çok insan bizim yanımızda yer aldı, etrafımızda sarsılmaz bir tevhîd hâlesi oluştu…”
Genç, bu söylenenleri kafasında bir yerlere oturtmaya çalışıyor, ancak tam olarak idrâk etmekte zorlanıyordu. Târih Baba’ya baktı, o da bu sözleri tasdîk eder mâhiyette hafif hafif başını sallıyordu.
Görüşme devâm ettikçe genç, Osman Gâzî’nin ne kadar büyük bir muvaffakıyete mazhar olduğunu fark etmeye başlamıştı. Acaba bunun sebebi nedir, diye düşünürken Osman Gâzî, bir devletin en mühim unsurunun “adâlet” olduğunu söyledi. Doğruluktan ayrılmamak, haksızlığı mutlaka gidermek ve hakkın yerine getirilmesini sağlamak gerektiğini söyledi. Bu sebeple kendisinin Hazret-i Ömer’i örnek alarak resmen kadılar tâyin ettiğinden ve bu kadıların vazîfelerine, ne kendisinin ne de bir başkasının karışmadığından bahsetti.
İkinci bir husustan bahsedecekti ki, biraz durdu. Târih Baba ile gence baktı, onların pür dikkat dinlediklerini görünce konuşmaya başladı:
“–Babam Ertuğrul Gâzî, Şeyh Edebali’nin dizinin dibinden ayrılmadı. Ben de onun dergâhına sık sık giderdim. Daha sonra büyük oğlum Alâaddin Paşa’yı onun hizmetinde bulunması için yanına gönderdim. Bunu söylemekten maksadım; bir devletin üzerinde Allâh dostlarının mânevî tasarruf ve himmetleriyle hayır duâları olursa, o devlet, sağlam esaslar üzerinde yükselir ve uzun ömürlü olur.
Babam Ertuğrul Gâzî, Allâh dostlarına ihtimam gösterme husûsunda benim şahsımda bütün haleflerimin ruhlarına yön verecek olan şu kıymetli vasiyette bulunmuştu:
«Bak oğul!
Beni incit, Şeyh Edebali’yi incitme! O, bizim aşîretimizin mâneviyat güneşidir. Terâzîsi dirhem şaşmaz!
Bana karşı gel, O’na karşı gelme! Bana karşı gelirsen üzülür, incinirim; O’na karşı gelirsen gözlerim sana bakmaz olur, baksa da görmez olur!
Sözümüz Edebali için değil, senceğiz içindir! Bu dediklerimi vasiyetim say!..»
Bakın, bu hususta size mühim bir hâdiseyi daha nakledeyim:
Kumral Abdal isminde bir gönül ehli vardı. Yenişehir taraflarında otururdu. Dervişleriyle Rum köylerine akın eder, onların hidâyeti için gayret sarf ederdi. Bir gün Allâh yolunda ehl-i hâlden büyük bir zât ile görüşmüş. O zât, Kumral Abdal’a:
«–Allâh Teâlâ, Osman Gâzî’ye uzun müddet ayakta kalacak büyük bir devlet ihsân etti, git müjdele!» demiş. Kumral Abdal, beni tanımadığı için o mübârek zât, çehresini târif etmiş ve bazı alâmetler söylemiş. Kumral Abdal da beni bulup bu müjdeyi verdi.
Çok sevinmiştim. Kumral Abdal’a:
«–Şu anda bir kılıçla bir maşrabamdan başka bir şeyim yok. Bunları hediyem olarak kabul et!» deyip, onları verdim. Kumral, maşrabayı alıp kılıcı geri verdi. Sonraları ben de ona bir zâviye yaptırdım ve Yenişehir civârında bazı tarlalar vakfettim.”
Bu esnâda Târih Baba gence bakıyor, ne düşündüğünü anlamaya çalışıyordu.
Osman Gâzî, genç torununa, bir de ahde vefânın ehemmiyetini anlatmak istiyordu. Çünkü hayatta kendisine çok lâzım olacaktı. Dedi ki:
“–Bak yavrum! İnsan için en mühim vasıf, onun emîn olması, sözünde durması ve çevresine güven ve şahsiyet telkîn etmesidir. Bu olmadan hiçbir iş yapılamaz. Kitleleri peşinden sürükleyen; karakter ve şahsiyettir. İnsanları da zirveleştiren, onların önündeki âbide şahsiyetlerdir. Toplumlar dâimâ muhtaç oldukları insanı ararlar. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- senin gibi gençken Mekke-i Mükerreme’de «el-Emîn» vasfıyla meşhur olmuştu. Hattâ bu vasıf O’nun ikinci bir ismi hâline gelmiş, «Emîn» diye çağrılır olmuştu.
İşte bizlere düşen de, O’nun yolunda yürüyerek emîn ve sâdık olmaktır. Bundan en fazla istifâde edecek olan da yine kendimizdir. Şimdi sana ve arkadaşlarına ibret olsun diye başımdan geçen bir hâdiseyi anlatacağım:
Devletimizin sağlam esaslar üzerinde hızla büyümesini önlemek isteyen Kete Tekfuru, diğer tekfurları da kışkırtarak büyük bir orduyla bize saldırmıştı. Allâh’ın izniyle onları mağlûp ve perişan ettik. Kete Tekfuru kaçarak Ulubat Tekfuru’na sığındı. Biz de Ulubat’ı kuşatarak ısrarla Kete Tekfuru’nu teslim etmelerini istedik. Ulubat Tekfuru, benim ve benden sonra gelecek Osmanlı sultanlarının Ulubat Köprüsü’nden geçmememiz şartıyla Kete Tekfuru’nu vereceğini bildirdi. Bunun üzerine:
«–Ben ve benden sonrakiler bu köprüden geçmeyecekler.» diye söz verdim.
Elhamdülillâh, kâfire verilen bu sözü bile en güzel şekilde tuttum ve Ulubat köprüsünden hiçbir zaman geçmedim. Allâh onlardan râzı olsun, benden sonra gelen pâdişah evlâtlarımın da hiçbiri, büyük bir vefâkârlık göstererek, sözümü bozmadılar. Geçmek mecbûriyetinde kaldıklarında bile, köprüyü kullanmayarak kayıklarla geçtiler. Onların bu tavrını gördükçe çok mesrûr oluyorum. Herhâlde sizin idârecileriniz ve büyüklerinizde de böylesi misâller mevcuttur…”
Genç, daha önce hiç işitmediği, hattâ hayâl bile edemediği şeyler duyuyordu. Zihnindeki karışıklığa mukâbil, gönlünde tatlı meltemler estiğini hissetmişti.
Osman Gâzî Hazretleri, son bir-iki cümle daha söylemek istedi. Dedi ki:
“–Oğlum Orhan Gâzî’ye bir vasiyette bulunmuştum. Onu tuttu ve Allâh’ın izniyle muvaffak oldu. Aynı şeyleri şimdi size ve neslinize de tekrarlamak istiyorum. Çünkü hepiniz benim evlâdımsınız:
Oğlum!.. Aslâ zâlim olma!.. Âlemi adâletle şenlendir ve Hak yolundaki gayretleri terk etmeyerek benim rûhumu şâd et!.. Âlimlere hürmet eyle ki; din ve dünyâ işleri nizam bulsun!.. Nerede bir ilim ehli duyarsan, O’na rağbet, ikbal ve hilim göster. Askerlerinin çokluğu ve servetinin büyüklüğüyle mağrur olup Hak ehlinden uzaklaşma!.. Bizim mesleğimiz, Allâh yolu ve maksadımız Allâh’ın dînini yaymaktır. Yoksa kuru kavga ve cihangirlik dâvâsı değildir.”[2]
Osman Gâzî’nin sözleri bitince Târih Baba ile genç, müsâade istediler. Büyük bir ihtiramla elini öpüp edeple oradan ayrıldılar.
Dipnotlar:
[1] Mustafa Nûri Paşa, Netâicü’l-Vukuât, Ankara 1987, I-II, 20.
[2] Âşıkpaşazâde Târihi, s. 35.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Tarihe Yolculuk, Erkam Yayınları
YORUMLAR