Osman Nûri Topbaş Hocaefendi 01 Haziran 2020 Sohbeti
Osman Nûri Topbaş Hocaefendi'nin Fetih Sûresi'nin 29. Ayet-i Kerimesinden bahsettiği Erkam Radyo ve Erkam TV de yayınlanan 01 Haziran 2020 tarihli sohbeti...
01 Haziran 2020 Sohbeti
Çok muhterem kardeşlerimiz! Sohbetimizin bereketli olması için, üç İhlâs bir Fâtiha, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in aziz, latîf, mübârek, mücellâ, musaffâ, pâk rûh-i tayyibelerine; Ehl-i Beyt’in, ashâb-ı kirâmın, enbiyâ-i izâmın, sâdât-ı kirâm hazarâtının, şehidlerimizin, geçmişlerimizin rûh-i şerîflerine, dînimizin, vatanımızın, milletimizin, bütün İslâm dünyasının selâmetine, iptilâlardan, hastalıklardan, musibetlerden muhafazası için; bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs…
Muhterem, kıymetli kardeşlerimiz!
Bugünkü sohbetimiz, Fetih Sûresi’nin 29. âyeti üzerine. Yani Efendimiz’le kalbî beraberliği temin etmiş olanların burada birkaç vasfı zikrediliyor. Bizler de bu vasıfları zikredip kendi hâlimizi bir mîzân edelim -inşâallah-.
Cenâb-ı Hak; “مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ” buyuruyor. “Muhammed Allâh’ın Rasûlüdür…” (el-Feth, 29)
Yani bu, bize en büyük bir nîmet.
Cenâb-ı Hak: “لَقَدْ مَنَّ اللّٰهُ” (“Allah lûtufta bulunmuştur…” [Âl-i İmrân, 164]) buyuruyor. Şundan en büyük nîmet:
Biz Peygamber’imizi kendimiz seçmedik. Cenâb-ı Hak 124 bin küsur peygamber arasında en yüce Peygamber’e, meccânen, o Peygamber’e ümmet olduk. Bu, Cenâb-ı Hakk’ın bize çook büyük bir lûtfu.
İnsanı, kulluğun zirvesine çıkararak Allâh’a vâsıl edecek en büyük rehber ve üsve-i hasene / örnek şahsiyet, örnek karakter, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz.
Bu âyette Rasûlullah Efendimiz’le beraber olanları vasıfları… Bizde yani bu vasıflar ne kadar var? Yani biz, Allah Rasûlü’nün karakter ve şahsiyetinden bizde ne kadar bir hissiyat var?
Fakat tabi, bu, çok büyük bir nîmet, Efendimiz’e ümmet olmak. Cenâb-ı Hakk’ın çok büyük bir nîmeti. Cenâb-ı Hak:
ثُمَّ لَتُسْـَٔلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ
“…O gün (verdiğimiz) nîmetlerden sorulacaksınız.” (et-Tekâsür, 8) buyuruyor.
İşte ashâb-ı kirâm bu nîmetin bedelini ödemek için, Allâh’ın verdiği bu nîmetin; taşıdılar… Çin’e, Semerkand’a, Kayrevan’a, Afrika’ya, insan olan her yere bu İslâm nîmetini taşımaya gayret ettiler.
Memleketlerinden çıkarken, Medîne-i Münevvere’den ayrılırken de; “Gittiğim yer, ayağımı bastığım son nokta, benim kabrim olsun.” Bu şekilde bir fedakârlık… Çünkü sevgi/muhabbet, bir fedakârlık ister.
Demek ki şunu düşünmemiz lâzım:
Bütün dünyevî nîmetler bizim olsa, fakat Allah Rasûlü’nü tanımamış olsaydık, bunun bizim için ne kıymeti olabilirdi? Zira bu dünyadaki ömrümüz muvakkat, dünya fânî, âhiret ise ebedî…
Burada bir misal vermek arzu ederim:
Çok büyük serveti olanlar, yani trilyonlar, trilyon trilyonları bulunan bir kimse, yolda giderken çok ufak bir para düşürse, yani çok ufak bir imkânı, zerre bir imkânı kaybetse, acaba üzülür mü? Yani o nîmetler karşısında, serveti karşısında, kaybettiği o küçücük, zerre kadar şey kadar bir üzülür mü? Muhakkak hayır! İşte bizim de o durumda olmamız lâzım ki ümmet-i Muhammed olmanın lezzeti, şevki, o büyük ihsan, ikram karşısında, dünyevî olan birtakım problemler, med-cezirler vesâireler, ufak tefek hastalıklar, gelen birtakım problemler, bunların bir değeri olmaması.
İşte ashâb-ı kirâm bu şekildeydi. Onun için; zengini vardı, fakiri vardı, sağlamı vardı, hastası vardı; fakat hiçbirinin bir derdi yoktu. Tek derdi, Allah Rasûlü’nün hâlinden hâl alabilmek…
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ
“Kişi sevdiği ile beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)
Rasûlullah Efendimiz’in dünyadaki beraberliğinin âhirette de devamıydı.
Efendimiz, uzakta olsun, yakında olsun, daimâ Efendimiz’in hâliyle, öyle bir şevk ve lezzet içinde kalırlardı ki… Meselâ Rasûlullah Efendimiz Yemen tarafına döndü:
“Ben dedi, Yemen’den gelen nefes-i Rahmânî’yi duyuyorum.” buyurdu. (Bkz. Taberânî, Kebîr, VII, 52/6358)
Demek ki biz burada şunu da bir düşünmemiz lâzım:
“Bizde nefes-i Rahmânî ne kadar var? Ne kadar bizde bir Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in muhabbetinden, hâlinden, kālinden bir sirâyet var?..”
Yani “Ben, Allah Rasûlü’nü seviyorum.” demekle iş bitmiyor. Yani gerçek mânâda seven birine, sevdiğinin hususiyetleri sirâyet eder.
Kadı Iyaz Hazretleri. Bunun Şifâ-i Şerîf diye meşhur bir eseri vardır. Osmanlı câmilerinde üç kitap teberrüken daima okutuldu. Bunların üçüne de “şerîf” sıfatı verildi. Bunlardan biri Buhârî idi. Ona Buhârî-i Şerîf dendi. Biri Mesnevî idi, Mesnevî-i Şerîf dendi. Biri de Şifâ-i Şerîf idi Kadı Iyaz’ın, ona da Şifâ-i Şerîf dendi.
Kadı Iyaz Hazretleri şöyle der:
“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i sevmenin, O’na muhabbet beslemenin gereklerinden biri de; O’nun Sünnet’ine sarılmak, tebliğ etmiş olduğu dîni muhafaza etmek, (yaşamak ve yaşatmak) ve O’na olan saldırıları bertaraf etmek, O’nun uğrunda gerekiyorsa malını ve canını fedâ etmek...” (Muhyiddîn Seydî Çelebi, Buhârî’de Yönetim Esasları, Haz. Doç. Dr. Mehmet Erdoğan, İstanbul 2000, s. 60)
Efendim; âyetin başı, 29. âyetin başı:
مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ
“Muhammed Allâh’ın Rasûlüdür…” (el-Feth, 29)
Esas tahsil; Efendimiz’i yakından tanıyabilmektir, O’nu okuyabilmektir, O’nun hâliyle hâllenebilmektir.
Zihindeki bulunan kültürün, kalbe aksetmesi ve kalpte hazmedilmesi. Sahâbî bunun derdindeydi. En çok ashâb-ı kirâmı sevindiren hadîs-i şerîf;
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ
“Kişi sevdiği ile beraberdir.” hadîs-i şerîfi. (Bkz. Tirmizî, Zühd, 50/2385)
Bu dünyadaki o beraberliğin lezzetini tattılar, bu lezzetin âhirette de devamı için, Allah Rasûlü’nü, an an izini takip ettiler.
İnsan, gönül verdiğine meftun olur, hayran olur. Muhabbet akışı neticesinde, sevilenin her hâli sevene sirâyet eder. Bu sebeple;
Efendimiz’i sevdiğimiz ölçüde, O’nun üsve-i hasene, örnek şahsiyeti, örnek karakterinden, güzel ahlâkı, hâl ve ahvâli, his ve duygularını davranışlarımıza aksettirmek zarûrî olmuş oluyor.
Sahâbî O’nu tanıdı, O’nu okudu, O’na muhabbet duydu. Neticede bir “Fazîletler Medeniyeti” inşâ etti.
İslâm fıkıh metodolojisinin meşhur sîmâlarından İmam Karâfî şöyle der:
“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in başka hiçbir mûcizesi olmasaydı, O’nun ashâb-ı kirâmı yetiştirmesi (yani, tâbir câizse, yarı vahşî insanlardan, zirve, medenî insanlar çıkarması), O’nun peygamberliğinin en büyük deliline kâfîdir.”
Ondan sonra gelen âyette, dînin muhafazası, îmânın muhafazası, îmandan bir tâviz verilmemesi;
وَالَّذِينَ مَعَهُۤ اَشِدَّاۤءُ عَلَى الْكُفَّارِ
“…Beraberinde bulunanlar…” (el-Feth, 29)
Rasûlullah Efendimiz’in beraberinde, ister asr-ı saâdette, ister kıyamete kadar kalben O’nun yanında bulunanların vasfı; dîni, İslâm’ı koruması, kâfirlere karşı bir tâviz vermemesi, onlara karşı İslâm’ı yaşamak ve İslâm’ı yaşatmak, İslâm’dan bir tâviz vermemek. Yani hayatın hiçbir safhasında gayr-i müslimlere benzemeyecek.
Benzerse ne olur? Benzerse, İslâm’dan fedakârlık başlar. O da -Allah korusun- îmânı çökertir.
Cenâb-ı Hak bize; her namazın her rekâtında Fâtiha’yı okuyoruz. Orada;
غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّاۤلِّينَ
(“…Gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna değil!” [el-Fâtiha, 7]) diyoruz. Yani dalâlette olanlara benzememek.
Kimlere benzemek?
اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ (“…Nîmet verdiklerin...” [el-Fâtiha, 7])
Peygamberler, sıddıklar (dinde sadâkat gösteren, tâviz vermeyenler), şehidler (fedakârlar) ve ihlâs sahipleri. Cenâb-ı Hak bunlardan olmamızı ve bunun gücüyle de;
غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّاۤلِّينَ
(“…Gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna değil!” [el-Fâtiha, 7])
Dalâlettekilerden uzak olmak, İslâmî tâviz vermemek.
Bu, Rasûlullah Efendimiz, ibadette bile buna îtinâ gösterir. Meselâ 10 Muharrem’in, -o gün Yahudiler oruç tuttuğu için- bir gün evvelinden, bir gün sonrasından da oruç tuttururdu.
Meselâ oruçta yine, yahudiler, yıldızlar çıktığı zaman iftar açarlardı. Rasûlullah Efendimiz:
“İftarda acele edin.” buyuruyor. (Bkz. Tirmizî, Savm 13)
Yani Güneş batmasıyla iftarınızı açın, buyuruyor.
Yine yahudilerde sahur yoktu. Yine Efendimiz; “Aman dedi, sahura kalkın. Hiç yoksa az bir şey, bir su için.” buyurdu. (Bkz. Müslim, Sıyâm, 46; Ebû Dâvûd, Savm, 16; Nesâî, Sıyâm, 27; Tirmizî, Savm, 17)
Velhâsıl ezanda öyle oldu. Yani onlara, yahudilere benzememek, boru çalmamak veyahut da çan çalmamak için bekletildi. En nihâyet bir ilham geldi. O ilham neticesinde ezân-ı şerîf tescil edilmiş oldu. (Bkz. Ebû Dâvûd, Salât, 27/498)
Yine buyuruyor… Tabi, farz oruçlar hâriç:
“Üzerinize farz olunan orucun dışında Cumartesi günü (bile) oruç tutmayın.” buyuruyor, benzememek için. (Bkz. İbn-i Mâce, Sıyam, 38)
Yani, bu kadar yani, dînî şeyde bile bir benzememe durumunu Rasûlullah Efendimiz arzu ediyor ki, din, kıyamete kadar o lezzetiyle, o tarâvetiyle, o güzelliğiyle devam etsin.
Yine ayrı bir misal. Meselâ Hudeybiye’de Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- akrabaları vardı Mekke’de, elçi olarak gönderildi. Ona akrabaları dedi ki;
“–Sen dedi, tavaf yapabilirsin dedi. Fakat Muhammed’i istemeyiz.” dediler.
O da dedi ki:
“–Ben dedi, Rasûlullâh’ın bulunmadığı bir ibadette bile ben yokum.” dedi. Tavâf etmeden döndü. (Bkz. Ahmed, IV, 324)
Demek ki sadâkat. Yani bizden din, İslâm, sadâkat istiyor.
Yine Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de tâvizsiz bir îman yaşamak, bunun için Firavun’un sihirbazlarını bildiriyor. Sihirbazlar İslâm’a girdi. Firavun’un tehditlerine karşı bir tavır koydular.
رَبَّنَا اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَتَوَفَّنَا مُسْلِمِينَ
Dediler. Yani; “…Rabbimiz! Bize bol bol sabır yağdır, sabır ver, canımızı müslüman olarak al.” (el-A’râf, 126) Biz bir tâviz vermeyelim, dediler.
Zâlim Ashâb-ı Uhdûd’un hendeklere attığı, yaktığı müslümanları Cenâb-ı Hak bildiriyor. Onlar nasıl bir direndi?
Habîb-i Neccâr’ı bildiriyor. Tevhîdi korumak için taşlanmaya râzı oldu.
Muhâcir ve Ensâr’ın fedakârlığını bildiriyor.
İlk Îsevîler, bu, Roma’da sirklere atıldılar, aslanların dişleri arasında îmanlarını korudular.
Velhâsıl bizden böyle bir îman arzu ediliyor.
Yine Rasûlullah Efendimiz buyuruyor:
“Kim bir kavmi severse, Allah Teâlâ onu onların arasında haşreder.” (Heysemî, X, 281) Hafazanallâh!
Yine;
“Bir kavme benzeyen onlardandır.” buyruluyor. (Ebû Dâvûd, Libâs, 4/4031)
Yine buyuruyor Efendimiz:
“(Müslümanlarla müşriklerin) yaktıkları ateşler birbirlerini görmemeli.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 95/2645; Tirmizî, Siyer, 42/1604)
Bir ihtilât olmamalı. Birbirlerinden uzakta konaklamalı, müslümanlar küfür diyârından eğer orada İslâm’ı yaşayamıyorlarsa, bir tebliğ yapamıyorlarsa, hicret etmeli.
Yine diğer bir hadis, hep bunlar şiddetli hadisler:
“Müşriklerin ateşiyle aydınlanmayın!” buyruluyor. (Nesâî, Ziynet, 51; Ahmed, III, 99)
Velhâsıl işte biz müslümanlar, asırlar boyu İslâm’ı temsil ettik. Dünya’da temsil ettik. Birçok ilmî keşiflerde bulunduk. Hattâ Avrupa’ya Rönesans, o Bağdat medeniyetinden, Endülüs medeniyetinden birtakım faydalar sağladı kendisine.
Yine Cenâb-ı Hak:
“Ey îmân edenler! Yahudileri ve hristiyanları dost edinmeyin. (Bu da bir mucize âyet. Çünkü daima Yahudiler Îsâ -aleyhisselâm-’ı kabul etmezler, hattâ onu itham ederler kötü bir şeyle, Meryem Vâlidemiz’i.) Onlar birbirlerinin dostlarıdır…” (el-Mâide, 51)
Hattâ bugün baktığımızda Dünya’ya, onlar birbirine dost durumda. Yine bu, bir mûcize.
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri buyuruyor:
“Bir keresinde hasta bir şahsın ziyaretine gitmiştim buyuruyor. Ölüme yaklaşmıştı hasta. Hâline teveccüh ettiğimde gördüm ki, kalbi şiddetli karanlıklar içinde. Her ne kadar karanlığın kalkması için teveccüh edip duâ etsem de hiç kalkmadı… Bu karanlıkların, küfür ehlinden kendisine sirâyet eden menfî hâllerden kaynaklandığını anladım. Bu sıkıntıların menşei, küfür ehlini dost edinmiş olmasındandır.”
En nihâyet diyor, vefat etti diyor. Baktım yine diyor, ben diyor, bunun cenaze namazını kılayım dedim diyor -inşâallah- Cenâb-ı Hak bu yaptığı günahların ateşinden sonra -inşâallah- Cenâb-ı Hak kurtarır kendisini diye dua ettim diyor. (Bkz. Mektubât-ı İmâm-ı Rabbânî, c. I, 266. Mektup)
Gazâlî Hazretleri buyuruyor:
“Zihnî beraberlik, zaman içinde kalbî beraberliği getirir. O da îmânı çökertir.”
Yine Cenâb-ı Hak Tahrîm Sûresi’nde, iki peygamber hanımını bildiriyor. Yani Nuh -aleyhisselâm-’ın ikinci karısıyla Lût -aleyhisselâm-’ın karısını. Bunlar fâsıklarla beraber oldukları için. Onlarla zihnî beraberlik zamanla kalbî beraberliğe indi. Cenâb-ı Hak ikisinin de Cehennemlik olduğunu bildiriyor.
Demek ki bir müslüman, dînini, îmânını koruması için Cenâb-ı Hak en büyük nîmeti, İslâm nîmetini verdi. En büyük Peygamber’i ihsân etti. Demek ki bunun daima şükrü içinde olacağız, gayreti içinde olacağız ve koruyacağız.
Cenâb-ı Hak da daima, “Tebbet Sûresi”ni hatırlayacağız, Efendimiz’in amcasına indi. Bir lânet bildiriyor. “İki elleri kurusun!..” (Tebbet, 1) buyuruyor.
Demek burada îman; lâyıkına muhabbet, müstahakkına nefret. Allah ve Rasûl’üne muhabbet, Allah ve Rasûl’üne karşı olanlardan da onlardan uzakta bulunmak.
Yine ayrı bir şey; Rasûlullah Efendimiz’in sevgisini gösteren:
Sa‘d bin Rebî vardı. Bu, çok cömert bir kişiydi. Bunu Abdurrahman bin Avf ile Rasûlullah Efendimiz kardeş eyledi.
Uhud Harbi’nde Rasûlullah Efendimiz, Sa‘d’ı arattırdı.
“–Sa‘d neredesin?” dedi. Sa‘d’dan hiçbir ses çıkmadı. Sonra bir münâdî birkaç sefer bağırdı, yine ses çıkmadı. “Sa‘d, Sa‘d, neredesin?” diye.
En nihâyet, bir münâdî:
“–Sa‘d dedi, seni Rasûlullah soruyor, sen neredesin?” dedi.
Kısık, cılız bir ses:
“–Ben buradayım.” dedi.
Râvi diyor, gittim diyor, yüzü diyor, kılıç darbelerinden kalbura dönmüştü, kan revân içindeydi.” diyor. Ona dedim ki:
“–Allah Rasûlü seni sordu. Nasılsın Sa‘d?” dedim.
Dedi ki:
“–Sizler dedi, gözlerinizin kirpiklerini kıpırdatıncaya kadar gücünüz olup da Allah Rasûlü’nü eğer müdafaa edemezseniz (bu dîni yaşayıp yaşatamazsanız), bunun hesabını veremezsiniz.” dedi ve son nefesini verdi.
Bu, Sa‘d’ın bütün ümmet-i Muhammed’e olan bir vasiyetiydi. (Bkz. Muvatta, Cihâd, 41; Hâkim, III, 221/4906; İbn-i Hişâm, III, 47)
Yine diğer hadîs-i şerîfler… Bunlarla bu, İslâm düşmanlarıyla, yahut da İslâm’a uzak kimselerle, gayr-i müslimlerle olan münâsebeti Rasûlullah Efendimiz bildiriyor, kendine ait:
“Allâh’ım! Bana ne bir fâcirin ne de bir fâsıkın bana bir yardımını nasîb etme!.. Çünkü ben bana vahyettiğin (Kur’ân) içinde şunu bulmaktayım ki:
“Allâh’a ve âhiret gününe inanan bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa- Allâh’a ve Rasûl’üne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin...” (el-Mücâdele, 22)” buyuruyor. (Bkz. İbn-i Kesîr, Tefsîr)
Yine, Deylemî’nin zikrettiği diğer bir hadîs-i şerîfte:
“Allâh’ım! Bana bir fâcirin, dünyada ve âhirette karşılığını vermek durumunda kalacağım bir nîmetini nasîb eyleme!” (Deylemî, Firdevs, I, 393 [2011])
Hep bunlar ne oluyor? Kalbimizin korunması olmuş oluyor.
En büyük gaflet, Efendimiz’i tanıyamamak, dolayısıyla O’ndan uzak kalmaktır. Zira O’nu tanıyanın, O’ndan uzakta kalması aslâ düşünülemez!
Hattâ bir hocamız vardı, Nurettin Topçu, mütefekkir. O bir velî zattan, epey bir sohbette bulunuyor hayatı boyunca. Diyor ki:
“Eğer diyor, ben diyor, o Allâh’ın velî kulunu tanıyamasaydım, Allah Rasûlü’nü tanıyamadan gidecektim öbür tarafa.”
Burada ne var düşüneceğimiz? Demek ki Allah Rasûlü’nün hâllerini zamana aksettiren, Cenâb-ı Hakk’ın velîleridir. Onun için bütün Hak dostları, Abdülkadir Geylânî Hazretleri, Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri, Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri, Mevlânâ Hazretleri… Hep bunların hâllerine baktığımız zaman, Rasûlullah Efendimiz’in hâllerini aksettiren, zamana yayılmış zirvelerdir.
Burada iki şey var; Allah Rasûlü’nü iyi tanıyabilmek için, Allah dostuyla beraber olmak. Çünkü onlarda Allah Rasûlü’nün hâlinden sirâyet vardır. Onun için bu sohbetler de çok mühimdir. Fakat bu dünyada o gönül servetinden, yani Allah Rasûlü’nü tanımaktan habersiz yaşayanlar, definenin üzerinde ömür sürüp de açlık ve sefâlet içinde ölen bedbaht kimse gibidir.
Efendimiz bir gün ashâbıyla kabristana gitmişti. Orada, kabristanda duâ ettiler. Ondan sonra dediler ki, buyurdular ki:
“–Ben kardeşlerimi görmeyi çok özledim.”
Ashâb-ı kirâm:
“–Yâ Rasûlâllah! Sen’in kardeşlerin biz değil miyiz?” deyince;
“–Yok dedi, ben onları görmeyeceğim, ben onları Havz kenarında bekleyeceğim.” buyurdu.
Kısacası, biraz daha kısaltırsak;
“Ben onları karşılayacağım buyurdu. Fakat öyle bir grup gelecek ki, onlara, «Bunlar yâ Rasûlâllah! Sen’den sonra Sünnet-i Seniyye’yi yaşamadılar, mânî oldular, iyi bir misal olmadılar.» Onlara ben; «Geriye dönün, sizler gidin!» diyeceğim.” (Bkz. Müslim, Tahâret, 39; Fedâil, 26)
Velhâsıl bugün öyle bir durumdayız ki -inşâallah- büyük bir nîmetin içindeyiz. Eğer Rasûlullah Efendimiz’in o hâlini, Sünnet-i Seniyye’yi yaşayabilirsek bizlere ne mutlu -inşâallah-!..
رُحَمَاۤءُ بَيْنَهُمْ
(“…Kendi aralarında merhametlidirler…” [el-Feth, 29]) buyruluyor.
Birinci vasıf, îmânı korumak, kalbi korumak. Birtakım gelen tehlikelere karşı îmânın gücünü kullanmak.
İkinci olarak gelen:
رُحَمَاۤءُ بَيْنَهُمْ
“…Kendi aralarında merhametlidir…” (el-Feth, 29)
Demek ki merhamet, bir mü’minin îmânını tescil eden bir alâmet-i fârikası. Merhamet, îmânın ilk meyvesi.
Merhamet olmayan yerde, insanlıktan söz edilmez. Toprağına merhamet tohumu ekilmeyen ülkeler, istikbâlin mâtem ülkeleri olmaya mahkûmdur. İşte maalesef Suriye başta olmak üzere, günümüz dünyasının mazlumların coğrafyaları, bunun en acı tezâhürleridir…
Küresel güçler, zulmettiği mazlumlarla, onların feryatları neticesinde virüs, Dünya’yı ziyarete geldi. Elhamdülillah, şuna da çok şükredelim ki memleketimizde azalmaya başladı. Çünkü geçirdiğimiz Ramazân-ı Şerîf’le ilticâlar, istiğfarlar, hatm-i şerîfler, -inşâallah- bu musibeti bertaraf edecektir.
Merhamet nedir? Merhamet; sende olanı, ondan mahrum olanlara ikram etmendir. Diğer bir ifadeyle merhamet, başkalarının mahrûmiyetini telâfî için onların yardımına koşmaktır. Onların eksikliğini telâfî etmekdir. Zira bir mü’min mü’mine zimmetlidir.
Bir mü’min, bütün mazlumların, mağdurların, yetimlerin, gariplerin, hayvanâtın velhâsıl bütün mahlûkatın kendisine zimmetli olduğunun idrâki içinde olacak.
Şu hâdise çok mühim. Efendimiz vefat ederken -Enes naklediyor- Efendimiz iki şey üzerinde çok durdu:
Birincisi, Cenâb-ı Hakk’a olan kulluğumuz, kullukla tekâmül etmemiz; “namaz, namaz, namaz” buyurdu.
İkincisi de “emrinizin altındakilerin hukukuna dikkat edin.” Bunlar, yetimler, dullar, mazlumlar vs…
Efendimiz’in son vasiyetiydi bu.
“Artık -Enes diyor ki- öyle bir oldu ki artık Efendimiz’in artık sesi duyulmaz hâle geldi. Fakat tekrarlıyordu.” (Bkz. Beyhakî, Şuab, VII, 477)
Yani Efendimiz’in ümmete olan iki en son vasiyeti.
Efendimiz, ümmetinin derdindeydi. Bir mü’min de ümmetin derdinde olacak. Allâh’ın verdiği bu nîmetin bedelini ödemeye gayret edecek.
Âriflerin güzel bir ifadesi var:
“Beden yemek ile doyarken; gönül yedirmekle doyar.”
Cenâb-ı Hak, Efendimiz’in “Raûf” ve “Rahîm” olduğunu bildiriyor. Mü’min de yüreğinden rahmet taşıracak, bir merhamet ummânı olacak.
Efendimiz bir gün buyurdu:
“Nefsim kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, birbirinize merhamet etmediğiniz müddetçe Cennet’e giremezsiniz.” (Hâkim, IV, 185/7310)
Tabi bu, merhamet çok mühim. Merhametin olması için kalbin rikkat sahibi olması lâzım.
Cenâb-ı Hak “teaffüf” iffet sahipleri için; “…Sen onları sîmâlarından tanırsın...” (el-Bakara, 273) buyuruyor. Yani kalp bir röntgen hâline gelecek ki sen mağdurları, mazlumları, zayıfları, garipleri, yalnızları kalben tanıyacaksın. Böylece Allâh’ın rızâsını elde etmiş olacaksın.
Yine Efendimiz’e ashâb-ı kirâm:
“–Yâ Rasûlâllah! Biz hepimiz merhametliyiz.” dediler.
Efendimiz:
“–(Yok dedi yok. Benim kastettiğim) merhamet, sizin anladığınız şekilde yalnızca birbirinize olan merhamet değildir. Bilakis bütün mahlûkâta şâmil olan merhamettir, (evet) bütün mahlûkâta şâmil olan merhamettir!..” buyurdu. (Hâkim, IV, 185/7310)
Yani Allah -celle celâlühû- ne kadar şu cihanda mahlûkat varsa hepsini insan için halketti. El-Musavvir, el-Bârî sıfatlarının tecellîsi. İnsan, bu kâinat kitabının sayfalarını çevirecek. Bu kevnî âyetleri okuyacak. Cenâb-ı Hakk’ın el-Musavvir, el-Bârî sıfatlarının azamet-i ilâhiyyesini tefekkür edecek.
Tabi bu merhamet çok mühim. En ufak bir merhameti bile ihmâl etmemek lâzım. Cenâb-ı Hakk’ın orada bir rahmet tecellîsi olur. İşte orada Rasûlullah Efendimiz; susayan bir köpeğe su veren (çöldeki bir insanın) affedildiğini bildiriyor. (Bkz. Buhârî, Enbiyâ, 54; Müslim, Selâm, 151-152)
O çöldeki insan şunu düşündü:
Benim elimde imkân var. Ben kuyuya inip suyu içtim. Fakat bu, kuyunun başında bekleyen köpeğin bir imkânı yok. O bana zimmetlidir. Beni yaratan Allah, o köpeği yaratan aynı Allah…
İniyor, ayakkabısına su koyuyor, o şekilde suluyor, Allâh’ın rahmeti üzerinde tecellî ediyor.
Demek ki bir kalp gözü ile bu kâinâtı seyredebilmek… Kendisine bütün her şeyin zimmetli olduğunun şuuruna varabilmek.
Nebâtat da öyleydi. Bir bedevî, ağacı kökünden sallıyordu. Efendimiz çağırdı.
“Bak dedi, bunun dedi, kökünden sallama dedi. Yaprağını alacaksan köküne bir zarar vermeden al.” buyurdu. (Bkz. İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, Beyrut 1417, VI, 378)
Velhâsıl hadîs-i şerîfte buyruluyor:
“Yeryüzündekilere şefkat ve merhamet gösteriniz ki, gökyüzündekiler de size merhamet etsin.” (Tirmizî, Birr, 16/1924)
Yani melekler bile size duâ etsin. Tabi bunun ashâb-ı kirâmda çok güzel tecellîleri var. Yani nasıl bir zimmetli görebilmek…
Meselâ bir köle. Abdullah bin Câfer dehşet içinde kalıyor. Üç dilim ekmeği bir köpekle paylaşıyor:
“‒Şimdi bunu Allah bana gönderdi diyor. Bana misafir olarak geldi diyor. Ben bugün diyor, sabredeceğim.” diyor.
Yine çobana, bir koyun vermesi için, ona birtakım ücret teklif ediliyor. O:
“–Benim değil.” diyor.
“–Nereden bilecek bunun sahibi?” denildiği zaman denemek için kalbî durumunu; yüzünü semâya kaldırıyor, hattâ böyle rengi değişiyor:
“–Allah görmüyor mu?” diyor. Yine; “Allah nerede?” diyor.
Yine, sütçü kadının kızı da aynı şeyi söylüyor. Annesi süte su koyduğu zaman;
“‒Evet halife görmüyor ama, Allah görmüyor mu?..”
Velhâsıl, işte rahmet insanının kısaca vasıfları:
Yani rahmet insanı, bulunduğu yere huzur veren kişidir.
Yaşadığı zaman ve mekânda, Âlemlere Rahmet olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in temsilcisidir, şâhididir.
Benliğini bertaraf etmiştir.
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا
(“(Nefsini) arındıran kurtuluşa ermiştir.” [eş-Şems, 9])
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ تَزَكّٰى
(“(Nefsini kötülüklerden) arındıran kurtuluşa ermiştir.” [el-A‘lâ, 14])
İç âlem temizlenmiştir.
Çoraklaşmış gönüllere, bir yağmur misâlidir.
Diğergâmdır. Önce kendini düşünmek yerine, dâimâ; “Kardeşim önce sen!” der.
Hasan Harakānî Hazretleri buyuruyor:
“Türkistan’dan Şam’a kadar olan sahada birinin parmağına diken batsa, o benim parmağıma batmıştır. Birinin ayağına taş çarpsa o benim ayağıma çarpmıştır. Onun acısını ben hissederim. Bir kalpte hüzün varsa o kalp benim kalbimdir.”
Bir müslüman yüreği… Sanki bir mahşer kaynıyor yüreğinde. Bütün ümmetin derdi, kendisinin yüreğinde.
Seriyy-i Sakatî Hazretleri:
“Mü’minlerin dertleriyle dertlenmeyen, bizden değildir.” (Bkz. Hâkim, IV, 352; Heysemî, I, 87) hadîs-i şerîfine geldiği zaman, evinin yanmadığına seviniyor, 30 sene tevbe ediyor, evi yananların durumuna o anda gâfil kaldım diye.
Mevlânâ Hazretleri:
“Şems diyor, bana bir şey öğretti…”
Şems’in Mevlânâ kadar bir kültürü yoktu, zihnî kültürü. Bir dervişti. Fakat kalbi rahmetle dolu bir dervişti. Onun Mevlânâ’nın zihnine öğreteceği bir şey yoktu. Fakat kalbine öğretiyor, nefsânî prangaları kırıyor:
“Bir üşüyen varsa, Celâleddin, sen ısınma hakkına sahip değilsin.” diyor. O da:
“Ben ısınamıyorum!..” diyor.
Yine Mudar Kabilesi geldi, Efendimiz’in rengi değişti. Sefâlet içinde bir kavimdi.
“–Ne varsa herkes getirsin!” dedi. Ondan sonra herkes getirdi. Efendimiz’in rengi pembeleşiyor, tebessümü artıyor. (Bkz. Müslim, Zekât, 69)
Yani bir mü’minin sevinciyle sevinebilmek. Bu da bir mü’minin fârik vasfı olmuş oluyor.
Dâvud-i Tâî Hazretleri öyle. Talebe et getiriyor. O:
“–Yetimlerden ne haber?” diyor. Çünkü o yetimleri doyurmadan kendisi yemek arzu etmiyor. Talebesi:
“–Efendim, onlar bildiğiniz gibidir.” deyince;
“–Bak oğlum diyor, sen onlara yedirirsen, bunu götürürsen, Arş-ı Âlâ’ya çıkar. Biz yersek bir müddet sonra dışarı çıkar.”
Yani burada ne var? Bir mü’minin fârik vasfı; doyurmakla rûhunu doyurabilmek. Rasûlullah Efendimiz de bu şekildeydi. Âişe Vâlidemiz naklediyor:
Ganimetler gelirdi. Efendimiz bunları dağıtmadan, bir müslümanın derdine derman olmadan, bunlardan bir şey almazdı. Hattâ üç gün üst üste arpa ekmeğiyle doyduğunu hatırlamıyorum buyuruyor. (Bkz. Buhârî, Eymân, 22; Müslim, Zühd, 20; İbn-i Mâce, Et’ime, 48)
Demek ki bir müslümanın -burada şunu görüyoruz- en mühim fârik vasfı, bir müslümanın derdine derman olmak, ona huzur vermek, onu doyurmak, o şekilde kendisinin rûhunu doyurmak.
Îmânın lezzeti, merhametle tezâhür eder. Neticesi, hizmettir. Hizmet, muhtaçların ihtiyaçlarını görebilmektir. Mânevî açlık, bugün maddî açlıktan daha öteye geçmiştir.
Kalp âlemindeki müsbet ve menfî enerji, hissiyatlara göre hareket eder. Fazîletler, kalplerdeki rûhânî hissiyatların heyecanından meydana gelir. Hizmetler, bu rûhâniyetin derecesi nisbetindedir.
Canı ve malı hizmette sarf etmek, kulu Allâh’a yaklaştırır. Nefse sarf etmek ise, insanı Hak’tan uzaklaştırır, Allah korusun!
Onun için Sâdî-i Şîrâzî:
“Hak dostları, kimsenin uğramadığı dükkânlardan alışveriş yaparlar.” Yani mâtemlerin civârında dolaşırlar. Sâil ve mahrumu, hâlini arz edemeyenleri bulurlar.
Yine, Heysemî’nin rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte:
“Allah Teâlâ insanların ihtiyaçlarını temin etmek üzere birtakım insanlar yaratmıştır ki insanlar ihtiyaçları için onlara (ihtiyaçları için) koşarlar. İşte onlar, Allâh’ın azabından emin olan kimselerdir.” (Heysemî, VIII, 192)
Tabi bunların en mühimi, bugün mânevî irşada koşanlar. Daimâ ashâb-ı kirâm, Efendimiz’in irşâdıyla huzur buldu. Ve bu irşâdı da dünyanın dört bir tarafına yayılarak devam ettirdi.
En büyük lezzet de burada, huzur da burada.
Bugün tabi, mânevî dünyadan insanlar uzaklaştığı için, robotların, yapay zekânın peşinde koşuyor. İşte Cenâb-ı Hak da bir virüsle yapay zekâları, robotları vesâireleri, bir anda sıfırlandı. O küresel güçlerin güçleri bitti.
Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:
“Dünya hayatı bir rüyâdan ibârettir. Dünyada servet sahibi olmak, rüyada define bulmaya benzer. Dünya malı nesilden nesle aktarılır, yine dünyada kalır. Esas meziyet, malı kullanmayı bilmek, bunu âhiret sermâyesi yapabilmektir.”
Yine Şeyh Sâdî Hazretleri buyuruyor:
“Kapına bir garip gelirse, eli boş gönderme. Allah göstermesin belki bir gün sen de garip olur, kapıları dolaşırsın.
Gönlü yaralı olanların hatırını sor, onlara bak. Belki bir gün sen de o vaziyete düşersin.
Sen ki bir şey istemek için kimsenin kapısına gitmiyorsun; buna şükrâne olarak, kapına gelen yoksulu kovma, ona surat asma, onu -bilâkis- tebessümle karşıla...”
Yine burada, şunu da Sâdî-i Şîrâzî şey yapar:
“Birisine iyilik ettiğin zaman (bir gurur, bir kibir gelmesin); «–Ben efendiyim; o bana muhtaçtır!» diye büyüklenme! Zaman kılıcı, o muhtaç kimseyi vurmuş deme! Zira vuran kılıç, henüz kınına girmemiştir; mümkün olur ki o kılıç bir gün seni de biçer.” buyuruyor.
Hattâ Mevlânâ bu hususta da “gölge gibi ol” diyor. “Bak diyor, gölgenin diyor, boynu olmadığı için diyor, kılıç diyor, boynu olmayan kişiye zarar vermez. Yani mütevâzı insana bir zarar vermez.” buyuruyor.
Yine buyruluyor:
“Fakirin sadakaya ihtiyacından fazla, kendisini sadaka sevâbına muhtaç görmeyen zengin, sadakasını iptal etmiş ve ecrini kaybetmiştir.” (Şa‘bî)
Demek ki burada da anlaşılıyor ki; fakirin sadakaya ihtiyacından fazla, bizim o fakirin-garibin duâsına muhtacız. Onun ihtiyacı dünyaya ait, bizim ihtiyacımız âhirette.
Cenâb-ı Hak:
وَاَحْسِنْ كَمَا اَحْسَنَ اللّٰهُ اِلَيْكَ
“…Allâh’ın sana ihsân ettiği gibi, sen de (insanlara) ihsân et…” (el-Kasas, 77) buyuruyor.
Ondan sonra gelen âyette, üçüncü fasılda… Demek ki birde; akîde sağlam olacak. İkincisi; bir mü’min kardeşliği, beraberlik. Üçüncüsü de ibadet faslı geliyor:
تَرٰيهُمْ رُكَّعًا سُجَّدًا
“…Onları rükû ederken, secde ederken görürsün...” (el-Feth, 29) buyruluyor.
Demek ki Cenâb-ı Hak bu namazı bir nîmet olarak ihsân etti. Namaz, Cenâb-ı Hak’la başbaşa gerçekleşen bir mülâkat ve beraberlik. Namaz, mü’minin mîrâcı oluyor. Onun için Rasûlullah Efendimiz:
“Namaz mü’minin mîrâcıdır.” (Süyûtî, Şerhu İbn-i Mâce, I, 313)
Çünkü Cenâb-ı Hak orada:
“…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyuruyor.
Tabi namaz bizim için bir röntgen. Fahşâdan-münkerden korur buyruluyor. Tabi bu da ne kadar namaza bir îtinâ gösterebilirsek, kalp ve beden âhengi içinde kılabilirsek o kadar bizim için bir lûtuf olmuş oluyor namaz. Onun için namazı asla bir sıklet olarak, bir mecburiyet savar gibi kılmamak îcâb ediyor.
Namaza edeple hazırlanmak îcâb ediyor. Zira âyet-i kerîmede buyruluyor, A‘râf, 31. âyette:
“Ey Âdemoğulları! Her (mescide gidişinizde, her) secde edişinizde güzel elbiselerinizi giyin...” buyruluyor.
Çünkü daima orada kul, ilâhî huzurda olduğunun idrâki içinde olacak.
Namazı huşû ile edâ eden bir toplumda, tarihte bir psikiyatrik bir rahatsızlık görülmedi. Asr-ı saâdette öyle bir rahatsızlık yoktu. Herkes hayatından memnundu. Namazla rûhânî hayatını terbiye ediyordu. Namazla Cenâb-ı Hakk’a yaklaşıyordu. Bulduğu o huzur, dünyevî birtakım med-cezirleri bertaraf ediyordu.
Sadaka da öyle, zekât da infâk da öyle. Toplumda hiçbir patlama yoktu, güzel bir kardeşlik yaşanıyordu.
Cenâb-ı Hak insan anatomisini, en güzel secde edecek şekilde halk etti ki bol bol secde etsin.
Yine buyruluyor:
Hiçbir gölgenin bulunmadığı o dehşetli kıyâmet gününde, Arş’ın altındaki yedi kişiden biri de “kalpleri mescidlere asılı olan” mü’minler. (Bkz. Buhâri, Ezan 36, Zekât 16, Rikāk 24)
Namaza iştiyaklı, namazı seven kimselerdir.
Onun için, hepimizin duâsı şu olmalı:
“Yâ Rabbi! Bize namazı çok sevdir!”
Bir namazı ne kadar seversek, namaza îtinâ edersek, diğer bakımdan, farz, sünnet, müstehab vs. şey yaparsak, demek ki o kadar Cenâb-ı Hak’la beraberlik temin edilmiş olur, rahmet tecellî eder.
Yine İmâm-ı Rabbânî Hazretleri buyuruyor:
“Sakın diyor, sünnetleri diyor, müstehabları diyor, îtinâ göstermekten uzak kalma diyor. Onlar çünkü seni Cenâb-ı Hakk’a yaklaştırır.” buyuruyor.
Kudsî hadiste buyruluyor:
“Kul, farzları îfâ eder, nâfilelerle Cenâb-ı Hakk’a yaklaşır. Onun Ben, gören gözü, işiten kulağı, akleden kalbi olurum.” buyuruyor. (Bkz. Buhârî, Rikāk, 38)
İbrahim -aleyhisselâm-’ın derdi buydu:
“…Beni ve soyumdan gelecekleri namazı devamlı kılanlardan eyle. Rabbimiz, duâmı kabul et.” (İbrahim, 40) diyordu.
Allah bunun tam zıddına da bu, Sekar Cehennemi’ne girenlerin birinci vasfı da “Biz namaz kılanlardan değildik.” diyorlar. (Bkz. el-Müddessir, 40-43)
Namaza ait çok vâkıalar var, hâdiseler var, asr-ı saâdetten misaller var. Cenâb-ı Hak namaz kılabilmeyi, hakkıyla namaz kılabilmeyi cümlemize ihsan ve ikram buyursun.
Ondan sonra:
يَبْتَغُونَ فَضْلًا مِنَ اللّٰهِ وَرِضْوَانًا
“…Allah’tan lûtuf ve rızâ isterler…” (el-Feth, 29)
Yani kulun tek gâyesi, Allâh’ın rızâsı olmalıdır. O’na vuslat olmalıdır. Cenâb-ı Hak âyetlerde ve hadîs-i şerîflerde bunun ehemmiyetini bildirmektedir.
Bir insanın üstünlüğü, şerefi ve izzeti, o insanın faziletiyle kāimdir. Sıradan insanlar bu dünya sahnesinden silinir, geçer giderler. Fakat fazîlet sahibi insanlar, dâimâ hayırla yâd edilmeye devam ederler.
Cenâb-ı Hak, fazîlet sahibi kimselerin ömürlerini, vefatlarından sonra da devam ettirir. İşte bugün evliyâullâhın durumu…
−Hazret-i Mevlânâ devam ediyor.
−Yunus Emre devam ediyor.
‒Bahâüddin Nakşibend devam ediyor.
−Emir Sultan Hazretleri devam ediyor.
−Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri devam ediyor.
Bu güzîde insanlar, hayatlarında güzel bir şahsiyet ve karakter vaz eden, Allâh’ın rızâsını tahsilden başka bir gâyeleri olmayan, fazîlet numûnesi insanlardır.
Yine bu, muhtelif, bu hususta evliyâullâhın ayrı ayrı hikmetli şeyleri vardır. Esas keramet de budur.
İki türlü keramet vardır:
- Kevnî kerâmet.
- Mânevî kerâmet.
En büyük kerâmet, “فَاسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ” İstikâmet, en büyük kerâmet olmuş oluyor. “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hûd, 112)
Kevnî kerâmetler ise, muhatapların ıslâhı için âdeta bir şok tesiri yapan, maddî âlemde meydana gelen fevkalâde hâdiselerdir. Tayy-i mekân, ortada bulunmayan bir eşyayı göz önünden kaldırmak ve bu şekilde bir, îmânı zayıf olan kimseye bir şok tesiri yapabilmek içindir.
Hak dostları, bu tip kerâmetlere fazla îtibâr etmezler. Zira halkın hayranlığı, alkışları, aşırı iltifatları gelir arkasından. Câhil kimseler, artık her şeyi, o velîden beklemeye başlarlar. Bu şekilde yanlış bir akîdeye de düşerler.
Diğer bakımdan, evliyâullah niye kaçar bu kevnî kerametlerden? Bu, sahibini gurur, kibir ve şöhret gibi tehlikelere sürükleyebilir. Dolayısıyla bütün bu imtihanlar… Cenâb-ı Hak… Büyük bir imtihanı kaldıramayıp helâk olan Bel’am bin Bâûra’nın ibret dolu misali çok mühimdir. Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:
“Onlara (yani yahudilere), kendisine âyetlerimizden verdiğimiz, fakat onlardan sıyrılıp çıkan, o yüzden de şeytanın peşine takılıp, sonunda azgınlardan olan kimsenin haberini oku.” (el-A‘râf, 175) Yani Bel’am bin Bâûrâ’nın haberini oku.
“…Onun durumu tıpkı bir kelbin durumuna benzer: Üstüne varsan da dilini çıkarıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte âyetlerimizi yalanlayan kavmin durumu böyledir. Kıssayı anlat; belki düşünürler.” (el-A‘râf, 175-176)
Yani daha evvel bu Bel’am bin Bâûra’nın kerâmetleri vardı, ism-i âzam’a mazhardı vs. Bir an nefsinin şöhretine uydu, -Allah korusun- helâk oldu gitti.
Ayrıca kerâmet, bir mü’minin mânevî derecesini göstermez. Nitekim Ebû Bekir -radıyallâhu anh- peygamberlerden sonra insanların en hayırlısı olmasına rağmen, kendisinden pek çok kerâmet sâdır olmamıştır, pek fazla kerâmet sâdır olmamıştır. Onun en büyük kerâmeti, Efendimiz’in istikâmetinde bulunmasıdır. Rasûlullah da “ben kalbimde ne varsa Ebû Bekir’in kalbine ilkā ettim” buyuruyor. (Bkz. Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, c. 2, s. 419)
Ebû Bekir Efendimiz’in en mühim kerâmeti; “فَاسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ” âyet-i kerîmesi.
İmâm Râidʼin talebesi Dr. Muhammed Zuğle şöyle der -istikâmetin bereketi, kerametten ziyadedir- o diyor ki, o zât:
“Ey kerâmete önem veren diyor, onun peşinde koşan kimse! Şunu iyi bil ki diyor;
Hâfız Muhammed Rifʻat’e sor diyor:
«‒Allah ne sebeple senin kıraatini her gün insanlara dinletiyor da bunun sevabını devamlı alıp duruyorsun?» (İşte en büyük kerâmet budur, en büyük kerâmet bu diyor.)
Yine İmâm Şâfiî’ye sor diyor:
«‒İnsanlar niçin senin tertip ettiğin salevâtı okuyorlar da senin salevâtın yüzlerce senedir tekrarlanıp duruyor?» (İşte İmam Şâfiî’nin kerâmeti diyor.)
Ebu’l-Hasen Şâzelî’ye de sor diyor:
«‒Niçin senin “Hizbu’l-Bahr” duânı devamlı okuyorlar ve o vesîleyle insanların duası kabul ediliyor? Niçin seni ziyaret için yüzlerce senedir, dağlar arasında binlerce kilometre katediliyor, seni ziyarete geliyorlar?» (İşte senin kerâmetin budur. Yani ihlâs, esas keramet.)
İmâm Nevevî’ye sor diyor:
«‒Bu kadar ilmi ne zaman öğrendin sen diyor, bunca eseri telif ettin, 44 yaşında vefat ettin diyor? Bütün ümmet-i Muhammed bu sebeple yüzlerce senedir senin ilminden istifade ediyor.» (Hattâ öyle bir İmam Nevevî’nin hassâsiyeti var ki, karpuzu bile yemiyor, çünkü hadîs-i şerîfte Efendimiz’in nasıl kestiğini, nasıl yediğini görmediği için.)
Yine, Âsım kıraatinin râvîsi Hafs’a sor diyor:
«‒Allah senin rivâyetini ne sebeple en yaygın kıraat hâline getirdi de yüzlerce senedir ismin Mushaflarda yazılıyor?» (Hafs kıraati olarak. İşte gerçek kerâmet.)
İmam Leys bin Saʻd’a sor:
«‒Mezhebin (bu, mezhep sahibiydi) mezhebin yok olup gittiği hâlde Allah senin ismini ve güzel ahlâkını neden bâkî kıldı?»
İmâm Bûsîrî’ye de sor:
«‒Allah ne sebeple senin naatlerini yüzlerce senedir meclislerde okutturuyor?»
İmâm Cezûlî’ye de sor:
«‒Allah ne sebeple senin tertip ettiğin salevatları seçti ve yüzlerce senedir her gün okutturuyor?»
Bunun gibi daha birçok kişi var. Onların hepsi de sana bir tek cevap verecektir:
«Takvâ, istikâmet!»
(“فَاسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ” “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hûd, 112) âyet-i kerîmesi.)
Onun için diyor, havada uçan, suda yürüyen, çeşitli kerametler gösteren bir velîye şaşırma diyor.
Biz kerâmeti kabul ederiz, onu inkâr etmediğimiz gibi onu hedeflemez ve peşinden koşmayız. İnsanları onunla da değerlendirmeyiz.
Kerâmet elde etmeye çalışma ki kerâmeti ikram eden Mükrim’den geri kalmayasın! (Yani ne demek bu, kendine bir enâniyet gelmesin!)
Takvâ, ihsan ve tezkiye ehli ol ki Allah sana ikrâm etsin ve seni sâlihler arasına da katsın!”
Yine Cenâb-ı Hak, Meryem Sûresi’nde, âyette Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Îman edip de sâlih amellerde bulunanlara gelince, onlar için çok merhametli olan Allah, (gönüllerde) bir sevgi yaratacaktır.” (Meryem, 96)
İşte günümüz… Mevlânâ geçeli yedi asır oldu, devam ediyor.
(Ebû) Eyyûb Ensârî Hazretleri’ni her gün yüzlerce ziyaretçisi var, onun 1400 küsur sene oldu gelip geçmesi.
Bütün evliyâullâha baktığımız zaman hepsi o şekilde.
Aziz Mahmud Hüdâyî’nin 400 küsur sene oldu. Her gün bizim mi ziyaretçimiz çok, Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’nin mi ziyaretçisi çok? Kim canlı, kim değil?
İşte Cenâb-ı Hak, bir sevgi, bir muhabbet vermiş oluyor.
Velhâsıl ondan sonra gelen âyette:
“…Onların sîmâlarında (yüzlerinde) secde izleri vardır…” (el-Feth, 29)
Yani Hakk’a yakın kulların sîmâlarını parlatan, Allah’a yaptıkları secdelerdir, kıldıkları namazlardır, samimî kulluklarıdır. Yani onların yüzlerindeki çizgiler değil, onların rûhundan sîmâlarına akseden rûhâniyettir.
İbadet hâli, muâmelât hâli, nezâket, zarâfet hâli, onların her taraflarını kaplamış, onlara derin bir huşû, tevâzu, sâfiyet, berraklık, huzur ve sükûn hâli kazandırmıştır.
“مِنْ اَثَرِ السُّجُودِ” (secde izi) (Bkz. el-Fetih, 29) Daimâ sîret, sûrete daimâ akseder. Sûretler, sîretlerin aynası mesâbesindedir.
Ondan sonra gelen âyet-i kerîme; Tevrat’taki vasıflar, İncil’deki vasıfları bildiriyor. Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:
“Onlar, filizini yarıp çıkarmış, gittikçe kuvvetlenerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin hoşuna gider.» Allah böylelerini çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir.”
İşte bugünün aynı bir tezâhürü: Kâfirler öfkeleniyorlar, İslâmofobi diyorlar, vs. diyorlar, İslâm kendilerini rahatsız ediyor. İslâm, kendilerinin nefsânî hayatını bozuyor, nefsânî hayatına zarar veriyor. İstediklerini yaşamak istiyorlar, diğer mahlûkat gibi. Fakat İslâm onlara zarar veriyor. Onları reddediyor. Onların bâtıl olduğunu bildiriyor.
Velhâsıl İslâmî gayretlere revaç verildiği zaman, Cenâb-ı Hak kullarına ayrı bir bereket lûtfetmiştir.
Ashâb-ı kirâm bunun en güzel bir misâlidir. Zira onların üstün gayretleriyle İslâm, dünyanın pek çok beldesine yayılmıştır.
Müslümanların ve ehl-i Kur’ân’ın artmasına gayret göstermek lâzımdır. Dolayısıyla günümüzde emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker, çok ehemmiyet kazanmıştır.
Cenâb-ı Hak buyuruyor, Âl-i İmrân, 104. âyet:
“İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü men eden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Âl-i İmrân, 104)
Zamanımızda kurtuluşun bir vesîlesi, yaşamak ve yaşatmak. Yine 110. âyette:
“Siz, insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. (En hayırlı ümmet. Cenâb-ı Hak bir hayırlı ümmet vasfı veriyor.) İyiliği emreder, kötülükten alıkoyarsınız...” (Âl-i İmrân, 110)
Cenâb-ı Hak gerçek mü’minleri; “Mallarıyla ve canlarıyla Cennet’i satın aldılar.” diyerek methetmektedir. (Bkz. et-Tevbe, 111)
“تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ” buyruluyor. En hayırlı bir ticâret. (Bkz. Fâtır, 29) Kur’ân-ı Kerîm’i tilâvet, öğretmek, öğrenmek, Kur’ân-ı Kerîm’e emek vermek, namazı huşû ile kılabilmek, Allâh’ın verdiği nîmetleri Allah yolunda sarf edebilmek.
Ashâb-ı kirâm bu îman gücüyle, hidâyet bayrağını, Efendimiz’den devraldı, ufuklara taşıdı. Tâ Çin’e, Semerkand’a, Kayrevan’a, Afrika’nın içlerine kadar, hidâyet ve irşad yolculuklarına çıktı. Yani insan olan her yerde, o insanları hidâyete ulaştırmak için ashâb-ı kirâm, tâbiîn, yolculuğa çıktı. Zâlim krallar karşısında ve cellâtların önünde Rasûlullâh’ın dâvet mektubunu cesurca okudular, hiçbir tehlikeyi umursamadılar. Karşılaştıkları birçok müşkilâtlar ve engeller, onların tebliğlerine mânî olmadı.
Hakk’a olan muhabbetin en belirgin vasfı, mahlûkâta olan merhamette tezâhür eder ki, bunun neticesi de hizmettir. Hizmet nedir? Hizmet, muhtacın ihtiyacını görmektir.
Bugün de en mühim, muhtâcın ihtiyâcı, hidayettir.
Cenâb-ı Hak, hizmete büyük bir sır vermiştir. Allâh’a kulluk etmek için yaratılan insana hizmet, bir nevî Allâh’a kulluk makamındadır.
Kâmil mü’min, hizmetle dinlenir. Ashâb-ı kirâm bu yolculukta yorulmadı hiçbir zaman, usanmadı.
Süfyân-ı Sevrî Hazretleri buyuruyor, bu işin ehemmiyetine dâir:
“Horasan’a gidip (yani o zamanki Orta Asya) tebliğde bulunmak; senin için Mekke’de mücâvir olmandan (Mekke’de ikâmet etmekten) daha kazançlıdır.”
Allah yolunda hizmet etmeyi çok arzu eden bir mü’min, hiçbir hâl ve vaziyeti bahane etmez, bahane bulmaz. Bütün menfîlikleri aşmanın bir yolunu araştırır.
Nitekim Şâzelî meşâyıhından Derkāvî Hazretleri şöyle der:
“Üstâdım beni bir kabileye gönderiyordu. Ona dedim ki:
«‒Gittiğim yerde mânevî sohbetler yapıp hasbihâl edeceğim bir Allâh’ın kulu bile yok, orada ben yapayalnız kalacağım...» (Yani halk, çok avam diyor.)
Bana üstâdım şu cevabı verdi:
«‒Muhtaç olduğun insanı kendin doğuracaksın! Muhtaç olduğun insanı kendin doğuracaksın! (Yani kendin arayıp bulacaksın, yetiştireceksin.)»”
İnsanlık tarihi boyunca, bütün derdi dünyanın kuru kavgası olanlar yakıp yıkarken; diğer taraftan, derdi gönül fethi olanlar, dâimâ îmar ve ihyâ ettiler. Mağmum ve mahzun yürekleri tesellî ettiler. Aç karınları doyuran imâretlerin yanında, muhtaç gönülleri de doyuran dergâhlar inşâ ettiler. Kirlenen tenleri temizleyen hamamların yanısıra, kararan gönülleri arındıran mâbedler, zâviyeler, tekkeler inşâ ettiler. Arkalarında çil çil kubbeler, gök kubbede ise hoş bir sadâ bırakıp gittiler.
Cenâb-ı Hak -inşâallah- böyle bir ömür nasip etsin, cümlemize ihsan etsin, ikram etsin -inşâallah-. Cenâb-ı Hak hislerimizi, niyetlerimizi daima rızâsıyla teʼlif eylesin. Kalplerimizi dîni üzere sâbit kılsın.
Cenâb-ı Hak cümlenize; ashâb-ı kirâmın yaşadığı gibi aşk ile yaşanan bir îman, kalp ve beden âhengi içinde îfâ edilen bir ibadet hayatı, Allah Rasûlüʼnün rûhânî dokusundan hisse alarak yaşanan bir muâşeret nasîb eylesin.
Elinden, dilinden, gönlünden âlemlere rahmet tevzî eden sâlih bir mü’min olabilmemizi, lûtf u keremiyle ihsân eylesin.
Âmîn! Lillâhi Teâle’l-Fâtiha!..