Osman Nûri Topbaş Hocaefendi 01 Mart 2021 Sohbeti

VİDEOLAR

Osman Nûri Topbaş Hocaefendi'nin Mearic Suresinin 11-35. ayetlerden bahsettiği, Erkam Radyo ve Erkam TV de yayınlanan 01 Mart 2021 tarihli sohbeti...

01 Mart 2021 Sohbeti

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in aziz, lâtif, mübârek, pâk rûh-i tayyibelerine, ehl-i beytin, ashâb-ı kirâmın, enbiyâ-i izâmın, sâdât-ı kirâm hazarâtının; cümle şehidlerimizin ve geçmişlerimizin rûh-i şerîflerine, dînimizin, vatanımızın, milletimizin, bütün İslâm dünyasının selâmetine, şerirlerin şerlerinden muhafazasına, üç aylarımızın ümmet-i Muhammed için bereket, rahmet olması niyaz ve duâsıyla, bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs!

Çok muhterem kardeşlerimiz!

Meâric Sûresi’nin 11 ve 35 âyetleri… Bu 11 ve 14. âyete kadar, bir, kıyametten bir sahne bildiriliyor:

“Birbirlerine gösterilirler (fakat herkes kendi derdindedir). Günahkâr kimse ister ki, o günün azâbından (kurtuluş için), oğullarını, karısını, kardeşini, kendisini barındıran tüm ailesini ve yeryüzünde kim varsa hepsini fidye olarak versin de, tek kendini kurtarsın.” (el-Meâric, 11-14)

Yani kıyamet

لَا اُقْسِمُ بِيَوْمِ الْقِيٰمَةِ

(“Kıyamet gününe andolsun.” [el-Kıyâme, 1])

Çok dehşetli bir gün. Arkasından:

وَلَاۤ اُقْسِمُ بِالنَّفْسِ اللَّوَّامَةِ

(“Kendini kınayan (pişmanlık duyan) nefse yemin ederim (di­riltilip hesaba çekileceksiniz).” [el-Kıyâme, 2]) geliyor. Nefs-i levvâmeden kurtulacak kul, onun gayreti içinde olacak.

Kıyamet, çok dehşetli bir gün. Âyette:

وَلَا يَسْـَٔلُ حَمِيمٌ حَمِيمًا

buyuruyor. (O gün) dost, dostu sormaz.” (el-Meâric, 10)

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz o dehşet gününden bir manzara naklediyor:

“Şüphesiz kıyamet gününde Cehennemliklerin azâbı en hafif olanı, ayaklarının altına iki kor konulup da bu sebeple beyni kaynayan kişidir. Oysa o, kimsenin kendinden daha şiddetli azap görmediğini zanneder. (Bundan daha fazla azap yoktur zanneder.) Hâlbuki kendisi, Cehennemliklerin azâbı en hafif olanıdır. (Buhârî, Rikāk, 51; Müslim, Îmân, 362-364)

Yani Rabbimiz, Efendimiz, hep bizi îkaz hâlinde. Efendimiz’in muhabbeti çok ümmetine; “Aman, ümmetim Cehennem’e girmesin!” gayretinde.

Meâric Sûresi’ndeki görüntü ise tâkat getirilemeyecek bir azap sahnesidir. Mücrim/günahkâr, alevlenmiş ve kızışmış olan Cehennem ateşine atılmak için getirilmiştir, buyruluyor.

Yani insan, kendisine en yakın olan kimseleri dahî fedâ etmesi gösteriyor ki, o azap, bütün tasavvurların üzerindedir ve korkusu da bir hayâl ötesindedir.

İnsanın durumu bu. Kâinâtın durumu nasıl, bu cihânın durumu? Onu da yine Enbiyâ Sûresi’nin 104. âyette, Cenâb-ı Hak:

(Düşün o) günü (diyor. O kıyamet gününü düşün. Hepimiz göreceğiz bunu.) Yazılı kâğıt tomarının dürülmesi gibi bütün semâyı toplarız (buyuruyor). Tıpkı ilk yaratmaya başladığımız gibi onu tekrar o hâle getiririz. (Eski hâline getiririz. Yaratılmadan evvelki hâline getiririz. Bu,) üzerimize aldığımız vaattir (buyuruyor Cenâb-ı Hak.) Biz (vaadimizi) yerine getiririz.” (el-Enbiyâ, 104) buyuruyor.

Yine, yine bir dehşet bildiriyor:

“Peki inkâr ederseniz, çocukları ihtiyarlatacak o günden (kıyâmet gününden) kendinizi nasıl kurtaracaksınız?” Müzzemmil Sûresi 17. âyet.

Yine Hac Sûresi’nde Cenâb-ı Hak:

“Onu gördüğünüz gün (o kıyâmeti gördüğünüz gün), her emzikli kadın emzirdiği çocuğu unutur (hâlbuki anne en çok çocuğuna düşkündür), her hâmile kadın çocuğunu düşürür (şiddetten). İnsanları sekir hâlinde (yani sarhoş olarak) görürsün. Oysa onlar sarhoş değillerdir; fakat Allâh’ın azâbı çok dehşetlidir!” (el-Hacc, 2)

Allâh’ın azâbı onları sarhoş hâle getirmiştir.

Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ümmetini o dehşetli günden korumak için çok gayret gösterirdi ve çırpınırdı.

Buyuruyor âyette, Kehf Sûresi 6. âyette:

“Bu yeni Kitâb’a inanmazlarsa (yani Kur’ân-ı Kerîm’e inanmazlarsa, bu yüzden helâk olurlarsa) arkalarından üzüntüyle neredeyse kendini harap edeceksin.” (el-Kehf, 6)

Rasûlullah Efendimiz bir endişe sebebiyle “neredeyse kendini harap edeceksin!” Ne kadar bir merhamet ummânı!..

Yine, Şuarâ 3. âyette:

(Rasûlüm!) Onlar îman etmiyorlar diye neredeyse kendine kıyacaksın!”

Tabi ne kadar bir, Efendimiz bir çırpınış hâlinde; hidâyet, insanların kurtuluşu…

Rasûlullah Efendimiz buyuruyor:

“Ben her mü’mine, mutlaka dünya ve âhirette insanların en yakınıyım. Dilerseniz şu âyeti okuyun (buyuruyor. Ahzâb Sûresi 6. âyeti): «O Peygamber, mü’minlere öz nefislerinden daha evlâdır / daha yakındır...» (Yine Efendimiz buyuruyor:)

Hangi mü’min vefat eder de geride bir mal bırakırsa onu vârisleri alsınlar. Borç veya bakıma muhtaç birini bırakmışsa o da bana gelsin, ben onu himâye ederim (ve ben onu korurum).” buyuruyor. (Buhârî, Tefsir, 33/1, Kefâlet 5, Ferâiz 4, 15, 25; Müslim, Ferâiz 14)

Yine Cenâb-ı Hak “rauf ve rahîm” olduğunu, çok merhametli olduğunu, çok şefkatli olduğunu… Demek ki Cenâb-ı Hak bizi böyle bir Peygamber’e lûtfen bizi ümmet kıldı.

Yani Rûhu’l-Beyân’da da o gün akrabalık bağları kopar, buyruluyor, kıyamette. O gün bütün babalar oğullarından kaçarlar.

Tabi o gün, en dehşetli gün. Cennet’e girenlere:

سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَحِيمٍ

(“Onlara merhametli Rabbʼin söylediği selâm vardır.” [Yâsîn, 58]) denilecek. Büyük bir merasimle, selâmla, buyrun denilecek.

En yakını, eğer başka bir hâlde ise, mücrimse:

وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ

(“Ayrılın bir tarafa bugün, ey günahkârlar!” [Yâsîn, 59]) “Siz Cehennemlikler, bu tarafa!” denilecek.

En büyük ayrılık orada olacak. Onun için bir annenin-babanın en mühim merhameti, evlâdını Allah yolunda yetiştirmesidir.

Hattâ bütün peygamberler de sıkıntıda orada. Onlar da sorguya çekilecek.

“…Gönderdiğimiz peygamberleri de hesaba çekeceğiz.” (el-A‘râf, 6) buyuruyor.

Yine Rûhu’l-Beyan’da var, Efendimiz’in bir duası:

“Ey Allâh’ım! Benim ümmetim bir avuç zayıf ve bîçâredir. Sen’in azâbına ve cezâna tâkat getiremezler. Onları bağışla, merhamet et, bu Muhammed’e ise ne istersen yap! (Yeter ki ümmetime selâmet ver.)” (Rûhu’l-Beyân, XV, 478)

Demek ki, Efendimiz iki emanet bıraktı, Kur’ân ve Sünnet. Efendimiz bize nasıl bir sahip çıkıyor, biz Efendimiz’e ne kadar sahip çıkacağız… Hayatımız, Kur’ân ve Sünnet’in muhtevâsı içinde devam edecek.

Ondan sonra devam eden 15. âyette:

كَلَّاۜ اِنَّهَا لَظٰى

“Fakat ne mümkün! Bilinmeli ki, o (Cehennem) alevlenen bir ateştir.” (el-Meâric, 15)

Ondan sonra:

“Derileri kavurup soyar.” (el-Meâric, 16) buyuruyor, yine o dehşeti. Onların derilerinin yandığını, tekrar derilerini Cenâb-ı Hak verdiğini orada.

Burada Ashâb-ı Darvan kıssası var. Bu kıssa da çok mühim. Yani bu, cimriliğin getirdiği bir hâdise. Tabi bunun cimriler farkında değildir. Başka bir rahatsızlık gelir, iptilâ gelir, vs. gelir, kendi kendine geldi zanneder.

Fakat bu iki türlüdür. Bir kısmına terfi-i derecattır, bir kısma da cezadır.

Bu, Ashâb-ı Darvan kıssası var Kamer Sûresi’nde:

“Biz, vaktiyle «bahçe sahipleri»ne bela verdiğimiz gibi, onlara da bela verdik. Hani onlar (bahçe sahipleri), sabah olurken (kimse görmeden) onu (mahsullerini) devşireceklerine yemin etmişlerdi. Onlar istisnâ da etmiyorlardı.” (el-Kamer, 17-18)

Yemenli zengin bir zât vardı. Çok cömertti. Tarlalarda mahsulleri toplarken, fakirler, garipler toplanır tarlanın etrafına. O zât çok cömert, fazla fazla verirdi. Yani öşrü verdiği gibi, öşrün daha da fazlasını verirdi. Nihâyet bu zât vefat etti. Oğulları muhteris kimselerdi, cimri kimselerdi.

“–Aman dediler, babamız vefat etti. Şimdi fakirler gelir, biz mahsul toplarken yine bizden isterler. Biz daha şafak sökmeden gidelim, hemen mahsulleri alalım, toplayalım. Fakirler de gelirse boş döner onlar.” dediler.

En nihâyet bahçenin başına gittiler. Bir gördüler, bahçe kapkara olmuş, simsiyah olmuş, kömür renginde. Biri dedi ki:

“–Biz herhâlde yanlış bir bahçeye girdik.” dedi.

Öbürü:

“–Yok dedi, biz dedi, fakirden dedi, fakirin hakkını dedi, sakladık, Cenâb-ı Hak da bize böyle bir musibeti gösterdi, bir îkazdır bize.” dedi.

Velhâsıl dünyanın akışından ibret almak lâzım. En başta bugün gelen virüs… O elini kolunu sallayarak gelmedi. Nerede çok oldu, nerede çok az oldu, nerede olmadı? Dikkat etmek lâzım buraya… Demek ki küresel güçlere baktığımız zaman, en çok orada oldu.

Velhâsıl, merhametsizlik münkirin vasfı. Kur’ân-ı Kerîm’in bize yüklediği en başta, Allâh’ın varlık ve birliğini tanımak, Kur’ân’ı hayatın bütün muhtevâsı içinde yaşayabilmek, insanlara, bütün mahlûkâta infakta bulunmak.

Yani “tâzim li emrillâh”; eksiksiz, âyetleri ve sünnet-i seniyyenin îcaplarını yerine getirmek.

“Şefkat alâ halkıllâh”; Allâh’ın bütün mahlûkâtına merhametli olabilmek.

Ondan sonra gelen âyette, 19. âyet, Meâric:

“Gerçekten insan, pek hırslı (ve sabırsız) yaratılmıştır.” (el-Meâric, 19)

Nefsin diğer bir âfeti burada; hırs ve ihtiras oluyor. İhtiras ne yapıyor? Fânîliği unutturur ihtiras.

Efendimiz buyuruyor:

“İnsanoğluna bir vâdi dolusu altın verilse, bir vâdi daha ister. Onun gözünü topraktan başka bir şey doyurmaz. Fakat Allah, tevbe edenin tevbesini de kabûl eder.” (Buhârî, Rikāk, 10; Müslim, Zekât, 116-119)

Velhâsıl ihtiraslı, eğer ihtirastan vazgeçerse, tevbe ederse, tasadduk ederse, Cenâb-ı Hak tevbesini kabul ediyor.

Ne merhametli Rabbimiz var!..

Yine:

“Âdemoğlu yaşlanırken (bu da ibretli;) beraberinde iki şey de büyür: Mal sevgisi ve uzun ömür (dileği).” (Buhârî, Rikāk, 5)

Ne kadar yaşarsan yaşa, âkıbet, ölüm…

Hazret-i Mevlânâ buyuruyor:

“Bazı balıklar var ki diyor, su içindeyken her şeyden eminken boğazının hırsı yüzünden oltaya tutulmuşlardır.”

Yani oltanın ucundaki yarım solucana ihtiras göstermişlerdir.

Rebî bin Heysem var -rahmetullâhi aleyh-. Bir müşâhedesini şöyle anlatıyor:

“Kişi ölmeden evvel neye düşkün ise, rûhu o doğrultuda teslîm eder. Bir keresinde can çekişen bir adamın yanında bulunmuştum.

Ona ben; gayet hafif bir lisanla «Lâ ilâhe illâllâh!» diyordum, o telkin ettikçe sanki bir, elinde bir para torbası var, onu böyle sayar gibi yapıyordu, yokluyordu onu. O şekilde öldü gitti.”

Nasıl yaşarsak, o şekilde ölürüz, o şekilde haşroluruz.

En mühim zenginlik:

“Kanaat, bitmez-tükenmez bir hazinedir.” (Deylemî, III, 236/4699)

Yine Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri… Bir zât görüyor sâlihlerden:

“–Üstad diyor, ne tavsiye edersiniz?” diyor.

“–Son nefesinizde nasıl olmak arzu ederseniz, o şekilde olun.”

Vehb bin Münebbih var, o şöyle anlatıyor, bu Gazâlî’nin İhyâ’sında:

Hükümdarın biri bir yere gitmeye hazırlanır. Üzerine giymek için sayısız elbiseler içinden en güzelini giyinir. Binmek için birçok at içinden en rahvan ve gösterişli olanı seçer. Adamlarıyla birlikte, muhteşem bir tavırla, gururla, böbürlenerek, etrafa çalım satarak yola çıkar. Yolda, üstü başı perişan biri, atının yularına yapışır. Hükümdar; kızgın, kibirli:

“–Sen de kimsin, benim karşımda kim oluyorsun, çekil önümden!” diye hışımla bağırır ona.

Adamcağız da sakince:

“–Sana söyleyeceklerim var pâdişâhım. Senin için çok hayatî bir mesele.” der.

Hükümdar, merakla karışık bir hiddetle:

“–Söyle bakalım.” deyince adam:

“–Gizlidir, eğil de kulağına söyleyeyim.” der.

Hükümdar eğilir. Adam:

“–Ben Azrâil’im der. Canını almaya geldim.” der.

Hükümdar, bir anda neye uğradığını şaşırır. Telâşa kapılır, aman dilemeye başlar:

“–Ne olur biraz müsaade et.” der. Azrâil ise:

“–Hayır sana müsaade yok. Ailene de ulaşamayacaksın.” Orada hükümdarın canını alır.

Daha sonra yoluna devam eden Azrâil, sâlih bir mü’min kul ile karşılaşır. Ona selâm verdikten sonra:

“–Kardeşim, seninle bir işim var der. Bunu sana gizli söyleyeceğim.” der. Kulağına eğilerek kendisinin Azrâil olduğunu söyler.

Mü’min kul, buna memnun olur:

“–İyi ki haber verdin der. Hoş geldin der, ne zamandır zaten ben hazırlanıyordum.” der.

Azrâil:

“–Öyleyse yapmakta olduğun işi tamamla.” der. Yani sana biraz erken geldim ben.” der.

“–Benim en mühim işim, Allah Teâlâ’ya vuslattır.” der.

Bunun üzerine ölüm meleği:

“–Hangi hâl üzere ölmek istersen o hâl üzere canını alayım.” der.

“–Buna imkân var mı?” diye sorar.

Azrâil:

“–Evet, senin için bununla ben emrolundum, çünkü sen sâlih bir kuldun, Allâh’a yakın bir kuldun.”

“–Öyleyse abdestimi tazeleyeyim, namaza başlayayım, başım secdedeyken canımı al.” der. Öyle olur.

Allah cümlemize nasip eylesin. Secdede rûhumuzu teslim edebilmeyi… Evet, çünkü Cenâb-ı Hak:

“…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyuruyor orada.

Diğer bir âyette, devamı, 20. âyette:

“Kendisine fenalık dokunduğunda (gâfil insan) sızlanır, feryâd eder.” (el-Meâric, 20)

Nefsin diğer bir âfeti, işte bu, gaflet oluyor. Kulun râzı olmaması oluyor. İnsanın başına gelen her şey bir imtihan cilvesi. İmtihan cilvesi olduğunu telâkkî etmeyip sızlanır. Asıl maharet, her hâlükârda Cenâb-ı Hak’tan râzı olabilmektir.

“اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى كُلِّ حَال”

Devamlı;

“اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى كُلِّ حَال”

 “Yâ Rabbi! Her hâl üzere elhamdülillâh.”

Yine Efendimiz buyuruyor:

“Mükâfâtın büyüklüğü, belânın şiddetine göredir. Allah, sevdiği topluluğu belâya uğratır. Kim başına gelene râzı olursa, Allah ondan hoşnud olur. Kim de râzılık göstermezse, O’nun gazabına uğrar.” (Tirmizî, Zühd, 57/2396; İbn-i Mâce, Fiten, 23)

Hastalık geldi:

“–Yâ Rabbi, şükür!” Daima beterin beteri var.

İyileştin:

“–Yâ Rabbi, Sana sonsuz şükürler, tekrar şifâyâb eyledin.”

Yani değişen şartlar altında Allah’tan râzı olabilmek. Âyette:

“رَاضِيَةً مَرْضِيَّة” buyruluyor. Kul, Allah’tan her hâlde râzı olacak, Cenâb-ı Hak da kulundan râzı olacak. (Bkz. el-Fecr, 28)

Yani hayat, düz bir çizgi hâlinde değil. Devamlı inişler-çıkışlar var. İnişlerde daima Cenâb-ı Hak’tan râzı olacak. Efendimiz bu inişlerde:

اَللّٰهُمَّ لاَ عَيْشَ اِلاَّ عَيْشُ الْاٰخِرَةِ

buyururdu. “Esas hayat âhiret hayatı.” (Buhârî, Rikāk, 1) Ve tesellî ederdi.

Hattâ; “Mü’minler için Allâh’ın yardımı gelmeyecek mi?” diye, bu, Hendek Harbi’nde bir vesvese geldi. Orada Rasûlullah Efendimiz:

اَللّٰهُمَّ لاَ عَيْشَ اِلاَّ عَيْشُ الْاٰخِرَةِ

“Esas hayat, âhiret hayatıdır.” (Buhârî, Rikāk, 1)

İmtihandır…

Mekke Fethi’ne girerken yine müslümanlarda bir sevinç var, yine şımarma olmasın diye, bu Allâh’ın bir lûtfu olduğunu ifade ederek Rasûlullah Efendimiz yine:

اَللّٰهُمَّ لاَ عَيْشَ اِلاَّ عَيْشُ الْاٰخِرَةِ

Esas hayatın âhiret hayatı olduğunu…

Demek ki hayatın rotası, âhiret istikâmetinde olacak.

Yani biz bu dünyaya niye geldik? Bu dünya o zaman mektep değil de nedir? Tam âhiret mektebi içindeyiz.

“Ona imkân verildiğinde ise pinti kesilir.” (el-Meâric, 21) buyuruyor. Gâfil insan…

Yine Haşr Sûresi’nde:

“…Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (el-Haşr, 9)

Cenâb-ı Hak “fazlasını ver” buyuruyor “قُلِ الْعَفْوَ”. (Bkz. el-Bakara, 219)

Demek ki insan çalışacak, gayret edecek, fabrikası olacak, şeyi olacak ama, riyâzat hâlinde yaşayacak. Ve bir de bol infak edecek, Cenâb-ı Hakk’a olan samimiyetini gösterecek.

لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ

“Sevdiklerinizden vermedikçe, birre (Allâh’a yakınlık) kesb edemezsiniz.” (Bkz. Âl-i İmrân, 92) buyruluyor.

Halîfe Hârun Reşid vardı. Hacdan dönerken Kûfe’de bir müddet kaldı. Bir gün dışarı çıkınca Behlül Dânâ onun yoluna dikildi. Behlül Dânâ onun arkadaşıydı. Yarı meczup durumda. Neyi varsa hatâ vs. söylerdi. Behlül Dânâ yoluna dikildi. Üç kere:

“–Harun, Harun, Harun!” diye bağırdı.

Harun şaşırarak:

“–Kim bu beni böyle çağıran?!” dedi. “Ben bir halife pâdişahım…”

Behlül olduğunu söylediler. Harun durdu. Arada perde vardı. Daima perdeyle konuşurdu. Perdeyi kaldırmasını emretti.

“–Beni tanıyor musun?” dedi.

Behlül dedi:

“–Evet dedi, seni tanıyorum.” dedi. Tanıdı, tekrar yani kasten soruyor.

 “–Evet seni tanıyorum.” diyor.

Harun Reşid:

“–Ben kimim öyleyse, söyle.” dedi.

Behlül:

“–Sen öyle kimsesin ki, sen Batı’da olduğun hâlde Doğu’da birisine zulmedilse Allah Teâlâ kıyamet günü onu önüne getirir ve senden sorar.” dedi.

Harun Reşid, Behlül’ün sözüyle ağlamaya başladı.

“–Benim hâlimi sen nasıl görüyorsun?” dedi.

Behlül dedi ki bu sualin cevabını:

“–Allâh’ın Kitabı’nı arz ediyorum sana. Allah Teâlâ; «Ebrâr / sâlihler muhakkak Cennet’tedirler. Fâcirler ise Cehennem’dedirler.» (el-İnfitâr, 13-14)” âyetini okudu.

Harun:

“–Amellerimizin durumu nicedir?” diye sordu.

Behlül:

“–Allah ancak takvâ sahiplerinden kabul eder.” (el-Mâide, 27) dedi. Âyet okuyor. Hep âyetle.

Harun Reşid dedi ki:

“–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile akrabalığımıza ne dersin? Benim akrabalığım var Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile dedi. Bunun âhirette bir faydası olmaz mı dedi benim akrabalığımın?”

Bunun üzerine Behlül, Mü’minûn Sûresi 101. âyeti okudu:

“Sûr’a üflendiği zaman artık aralarında akrabalık bağları kalmamıştır. Birbirlerini de arayıp sormazlar.”

Harun Reşid yine:

“–Rasûlullâh’ın bize şefaati nerede kaldı o zaman?” dedi.

Behlül bu defa:

“O gün Rahmân’ın izin verdiğinin ve sözünden hoşlandığının dışındakilerin şefaati fayda vermez.” Tâhâ Sûresi 109. âyeti okudu.

Harun, döndü Behlül’e:

“–Behlül, bir ihtiyacın var mı?” dedi.

“–Benim ihtiyacım çok.” dedi Behlül. “Günahlarımın bağışlanması dedi. Bir de benim Cennet’e girmem dedi. O dedi, seni aşar ama.” dedi.

Harun dedi ki:

“–Bu zaten benim elimde değil dedi, senin istediğin.” dedi.

Demek ki sâlih insanlar daima ölümü tefekkür içinde yaşamış, insanlara âhireti hatırlatmışlardır. Cenâb-ı Hakk’ı tanımakta mesafe alabilenlerin vasfı, biri “يَحْذَرُ الْاٰخِرَةَ” (“…Âhiretten korkan…” [ez-Zümer, 9]) Bir âhiret endişesi içinde olmak. Âhiret endişesi. Peygamberler bile bir âhiret endişesi içinde. Cenâb-ı Hak zira:

ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ

“…O gün, verdiğimiz nîmetlerden sorulacaksınız.” (et-Tekâsür, 8) buyuruyor.

Her türlü maddî ve mânevî nimetin hesabı sorulacak. İlâhî tâlimatların edâ edilip edilmediğinin sorgusu olacak. Ve Kur’ân ve Sünnet’le mahkeme olunacak; yaşadın mı, yaşamadın mı? Ondan sonra Rabbimiz’in yasaklarından ne kadar ictinâb ettiği ortaya konulacak. Bir de kul hakları muhâkeme edilecek. Yani en öz olarak.

Velhâsıl Kur’ân-ı Kerîm’de dehşetini idrâk edebilmemiz için nice îkazlar bulunmaktadır.

İnsanlar dünyada musibet ânında; baba evlâdını, anne babasını, akraba birbirini ararlar musibet anlarında. Başlarına gelen sıkıntıya göre, yardımı dokunacak, güçlü, imkân sahibi bir kişiye sığınırlar.

Hâlbuki âhirette herkes yardıma muhtaç vaziyettedir.

Cenâb-ı Hak Zuhruf Sûresi’nin 67. âyetinde:

“O gün dostlar bile birbirlerine düşman kesilirler...”

Bana şunu yaptın, bunu yaptın diye, o zaman, dünyada…

“…Takvâ sahipleri istisnâ.” (ez-Zuhruf, 67)

“O gün dostun dosta hiçbir faydası olmaz. Kendilerine yardım da edilmez.” (ed-Duhân, 41)

Cehennemliklerin şu îtirâfı var:

“Şimdi artık bizim ne şefaatçimiz var ne de yakın bir dostumuz.” (eş-Şuarâ, 100-101)

Kıyamet günü, hesap-kitap günüdür. Çok zor ve dehşetli bir gündür. Peygamberlerin bile tebliğden hesap verecekleri bir gündür. Bu dünyada Cenâb-ı Hak ile dost olanlar için âyette buyruluyor:

لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

“…Onlar korkmayacaklardır, üzülmeyeceklerdir.” (Yûnus, 62)

Fanî ömrümüzde en mühim tahsil, en elzem mesele, Cenâb-ı Hak ile dost olabilmek. Bu dostluğu temin edebilmek.

Cenâb-ı Hak ile dostluk için İslâm’ı bütün hayatın safhalarında yaşamak îcâb eder. Rabbimizin tâlimatlarını ihlâs ile edâ etmek gerekir.

Her sene ilâhî bir lûtuf olarak bize âhiret iklimini ve orada hazırlanmayı hatırlatmak için bir rahmet mevsimine girmiş bulunuyoruz. O, üç aylar.

Haram aylardan biri olan, aynı zamanda Regâib, Mîrac kandilleriyle uhrevî mevsimi başlatan Receb-i Şerîf; Beraat gecesini merkezinde bulunduran, Efendimiz’in en çok oruçlu olduğu Şâban-ı Şerîf ayı, rahmet ve mağfiretin tuğyân ettiği Ramazân-ı Şerîf’e ulaşabilmek, Kur’ân, oruç ve infak mevsimi… Kur’ân’ı tilâvet etmek, yaşamak, yaşatmak, oruç, merhamet ve infak mevsimi. Yirmisine kadar o şekilde hazırlanmak. Yirmisinden sonra Kadir gecesi.

Kadir gecesi de şunu düşünmek lâzım:

Yalnız Rasûlullah Efendimiz’de var Kadir gecesi, başka, diğer peygamberlerde yok. Demek ki Cenâb-ı Hak ne kadar Efendimiz’i seviyor. “مِنْ اَلْفِ شَهْرٍ” buyruluyor. “Bin aydan daha hayırlı”, seksen küsur senelik bir ömürde. (Bkz. el-Kadr, 3)

Cenâb-ı Hak bir ömrün faziletini bir gecede ihsan ediyor. Kimin vesilesiyle? -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in vesîlesiyle.

Demek ki Rabbimiz ne kadar cömert. Bir fânî bir fânîye gücü kadar verir. -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise bir sonsuz bir merhamet.

Öyle bir Ramazân-ı Şerîf… Yaklaştık.

Cebrâil dua etti:

“Ramazan’a erişip de günahları affedilmeyen kimse rahmetten uzak olsun!” dedi. Efendimiz; “Âmîn!” buyurdu. (Hâkim, Müstedrek,  IV, 170)

Yani bu mübarek mevsim, üç aylar, Cenâb-ı Hak ile dostlukta mesafe katedebilmek için çok mühim bir imkân. Geçen sene üç aylarda, Ramazân-ı Şerîf’te aramızda bulunan nice kardeşlerimiz vardı ki bu sene bu ikram mevsimine kavuşamadan ömürlerini tamamladılar, vefat ettiler.

Tefekkür etmeliyiz ki bizim için bu üç aylar acaba son mudur?

Rasûlullah Efendimiz’in her namazı, hayata veda eden bir kişinin kıldığı bir namaz gibiydi. “Namazı son namazın gibi kıl.” buyuruyor. (Bkz. İbn-i Mâce, Zühd, 15; Ahmed, V, 412)

Daima düşüneceğiz; zayıf kardeşler, güçlü kardeşlere zimmetli. Hiçbir şey yapamıyorsan, imkânın yoksa, onu tesellî edeceksin. Duyacaksın onun ıztırâbını. Cenâb-ı Hak:

“…Sen onları sîmâlarından tanırsın...” (el-Bakara, 273) buyuruyor. Zengin kardeşler de onun duasını alacak. O da âhirette onun mükâfâtını görecek.

Hasta kardeşler sıhhatli kardeşlere zimmetli. İrşâda muhtaç kardeşler, irşad ehli kardeşlere zimmetli. Bütün güçlü, zengin, bilgili olanlar da âhiretin selâmeti bakımından, muhtaç kardeşlerinin duasına muhtaç.

Kardeşlik hukuku çok mühim. Zira bugün merhametin ve şefkatin unutulduğu bir devredeyiz. Merhamet unutuldu. Suriye’yi görüyoruz, Myanmar’ı görüyoruz, Sudan’ı görüyoruz.

Avrupa “medenîyim” diyor. Birinci dünya harbi, ikinci dünya harbinde yüz milyon insan öldürüldü, yarım asır içinde.

Mü’minin fârikalarından biri de iffetlerini korumalarıdır. Hayvanlarda nikâh ve iffet yoktur. İffet, insanlık haysiyetinin muhafazasıdır. Maalesef devrimiz, bu hususta câhiliye manzarası arz etmektedir.

Nikâh, iki tarafın Cenâb-ı Hak adına söz vermesidir. Kâğıda imza atması değil. Kadınlar, ailedeki sâliha hanım ve muhterem anne vasfından çıkarılıp erkeklerle eşitlik dâvâsı içinde, şiddet dolu, mâsiyet dolu sokaklara, istismar dolu dış dünyaya itilmektedir. Bu da kadınlara bir iltifatmış ve hürriyetmiş gibi, çarpıtılarak sunulmaktadır.

Kaldırımlarda çiğnenen bir çiçek, ne kadar talihsizdir. Bir çiçeğin lâyık olduğu mekân, îtinâ göreceği bir bahçedir.

Yine kıymeti bilinmeyip bir çöpe fırlatılmış bir pırlantanın hâline acınır. Hele de çöpe atmayı bir hürriyet ve serbestiyetle takdim edenlerin niyeti mâlum.

Maalesef bugün iş yerinde, içtimâî hayatta kadın-erkek ihtilâtları, düğünlerde tesettüre riayetsizlik, karşı cinsle yalnız kalmaktan kaçınmamak gibi tehlikeli âfetlerden dolayı, gönüller haramlara meyletmektedir. İffetler zedelenmekte, aileler sarsılmada, boşanmalar çoğalmakta, evlâtlar mânevî sefâlete dûçâr olmaktadır.

Gayr-i İslâmî, gayr-i fıtrî hukukî zorlamalar, erkeği de kadını da evlilikten soğutmaktadır. Gelecek nesillerin huzurla inşâ edileceği evlilik yuvası, bir para tuzağı, bir şiddet mekânı gibi gösterilmekte. Buna karşılık, gayr-i meşrû beraberlikler, daha emniyetli gösterilerek teşvik edilmektedir.

Onun için muhterem kardeşler, erkek evlâtlarımızı sâlih hocalar ve arkadaşlarıyla bir arada olabileceği mekteplerde, kurslarda okutmaya ihtimam göstermemiz lâzım.

Kız evlâtlarımız da aynı şekilde sâliha hocahanımlar ve sâliha arkadaşlarla beraber tahsil görebileceği kurslarda yetiştirmeliyiz.

Maalesef gaflet; “Aman diyor, evlâdım dünyada iyi bir meslek sahibi olsun da âhiret de nasıl olsa olur. Allah Gafûru’r-Rahîm’dir.”

Hem sen isyan et, hem de arkasından Allah Gafûru’r-Rahîm de!..

Velhâsıl yine biz şeye gelelim, bu, Cehennem’den kurtulanlara. Onlar, namazda dâim olanlar. Cehennem azâbından kurtaracak güzel vasıfların başında, namazda daim olmak. Cenâb-ı Hak:

“Onlar, namazda dâimdirler.” (el-Meâric, 23) buyuruyor. İhmal göstermezler. Allâh’ın emirlerini unutmazlar.

Hattâ Efendimiz Ravza’ya girdiği zaman şöyle bir bakardı, kim var kim yok diye. Gelmeyen olursa onları bir îkaz ederdi.

Bu âyete Mevlânâ işârî bir mânâ verir, “onlar dâimdirler”:

“Kul, namazdaki hâlini namazdan sonra da muhafaza eder.” Böylece bütün bir ömrünü edep, huşû, dilini ve gönlünü muhafaza içerisinde geçirir. Bu, gerçek Hak dostlarının hâlidir.

“Onlar, namazda dâimdirler.” (el-Meâric, 23)

Yani zâhirî mânâ onlar devamlıdır. Namazı ihmâl etmeden kılarlar. Huşû ile kılarlar. Bir de namazdan sonra o namazdaki hâli muhafaza ederler.

Mü’minûn Sûresi’nde de:

قَدْ اَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ

“Mü’minler felâh buldu.” (el-Mü’minûn, 1)

“Onlar ki namazlarını huşû ile kılarlar.” (el-Mü’minûn, 2) buyruluyor.

Yani namaz, bir tür mânevî arınma terbiyesidir. Çünkü Cenâb-ı Hak, fahşâdan, münkerden temizliyor. Günahlara karşı mukâvemeti artıran bir irâde eğitimidir.

İbadette devamlılık gerekir. Efendimiz hadîs-i şerîflerinde şöyle buyuruyor:

“Amellerin Allah Teâlâ’ya en yakın olanı, az da olsa devamlı olandır.” (Bkz. Müslim, Müsâfirîn, 218; Ahmed, VI, 61)

Bilhassa günler uzadığı zaman seherler ve sabah namazı çok mühim.

Bir de güzel bir ifade var burada:

“Namazda yapılan amel-i kesîrin namazı bozması gibi kalbe giren mâsivâ da kalbin kıvamını bozar.” buyruluyor.

Enes diyor:

Efendimiz iyice, sesi zor duyulur hâle geldi, iki şey; «Namaz namaz, (ikincisi), emrinizin altındakilerin hukukuna dikkat edin.»” (Bkz. Beyhakî, Şuab, VII, 477)

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- hançerlendiği zaman, baygın şekilde yatıyor, bir kan kaybediyordu.

Misver bin Mahreme:

“Bir keresinde yanına girdim, üstüne bir örtü örtmüşler, kendinden geçmiş vaziyette yatıyordu, bir tarafta kan akıyordu.

“–Durumu nasıl?” diye sordum.

“–Gördüğün gibi baygın.” dediler.

“–Namaza çağırdınız mı dedim, eğer hayattaysa onu namazdan başka hiçbir şey uyandırmaz.” dedim.

Bunun üzerine:

“–Ey Mü’minlerin Emîri, namaz kılındı!” dediler.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- hemen ayıldı:

“–Öyle mi dedi, vallâhi dedi, namazı terk edenin İslâm’dan nasibi yoktur.” dedi. Kalktı ve yarasından kanlar akarak namazını kıldı.

Kişiyi Cehennem’den kurtaracak vasıflarda; namazın peşinden zekât ve infak geliyor. Zekât, sadaka, infak, 125 yerde geçiyor Kur’ân-ı Kerîm’de.

Ondan sonra gelen âyet:

“Mallarını, isteyene ve mahrum kalmışa verirler.” (Bkz. el-Meâric, 24-25) buyruluyor.

Sâil, sana gelip ihtiyâcını anlatan. Onun durumuna göre, bir de senin durumuna göre…

Mahrum ise iffetinden dolayı zengin zannediliyor. Hayâ sahibi, hâlini arz etmiyor. Bunları ise Cenâb-ı Hak, sen gidip bulacaksın diyor. Nereden tanıyacaksın? “Sîmâlarından tanıyacaksın” buyuruyor Cenâb-ı Hak. Bakara 273. âyet:

(Yapacağınız hayırlar,) kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşmayan fakirler için olsun. Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder. Sen onları sîmâlarından tanırsın. Çünkü onlar yüzsüzlük ederek istemezler. Yaptığınız her hayrı muhakkak Allah bilir.”

Yani zekât nedir? Zengin malının içine konulmuş fakirin ortaklığıdır. Ortaklığa ihânet vermemek.

Yine “فَاعِلُونَ” buyruluyor. Yine o “Zekâtı en güzel bir faaliyetle îfâ ederler.” (Bkz. el-Mü’minûn, 4)

Helâl kazanırlar, o şekilde bir de bir nezâketle takdim ederler. Büyüklerde görürdük biz daima, zarfın üstüne; “Kıymetli Mehmed Efendi, yahut Muhterem Mehmed Efendi, kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz.” yazarlardı.

Çünkü Cenâb-ı Hak “Ben alırım” buyuruyor. “Tevbeleri Ben kabul ederim, sadakaları Ben alırım.” buyuruyor. (Bkz. et-Tevbe, 104)

Yine İhyâ’da gelen bir hadîs-i şerîfte:

“Verdiğin, baştan Allâh’ın eline geçer, (mecâzî tabi) Allâh’ın elinden verdiğin kimsenin eline geçer.” (Bkz. Münâvî, Künûzü’l-Hakāyık, s. 34)

Yani îtinâ. Nasıl namazda îtinâ edeceksin, oruçta îtinâ edeceksin; gözüne, kulağına, ağzına… İnfak ederken de o îtinâ, o nezâketle vereceksin. Yani “ben” diyerek vermeyeceksin.

Ebu’l-Leys Semerkandî Hazretleri:

“Veren diyor, alandan diyor, daha muhtaçtır diyor. Alana vermekle hem kendini farz ibadetten koruyor. Hem sadakayla, infakla Cenâb-ı Hakk’a yaklaşıyor. Onun için, bu, alan verdiği kimseye bir teşekkür edâsı içinde vermesi lâzım.” diyor.

Fakat öbür taraf, âyette; “gösteriş için vs. için vererek, verdiğiniz sadakaları imhâ edip boşa çıkartmayın” buyruluyor. (Bkz. el-Bakara, 264)

Demek ki infakta bir hassâsiyet istiyor Cenâb-ı Hak. Yani gönlün verirken, gönlün de, gönlünü hoş ederek vereceksin.

Ondan sonra gelen 26. âyet:

“Ceza (ve hesap) gününün doğruluğuna inananlar.” (el-Meâric, 26)

Âyette:

“Onlar kendi canlarının çekmesine rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler.” (el-İnsan, 8) buyruluyor.

Hazret-i Ali, Fâtıma Vâlidemiz. Kendileri aç… Baştan bir yoksul geliyor, veriyorlar. Tekrar Fâtıma Vâlidemiz ekmek yapıyor, şey geliyor, yetim geliyor, esir geliyor.

Verirken de; bu çok mühim bu; yani “Bak ben sana veriyorum…” Yok! Bir teşekkür edâsı içinde vermek…

“Biz sizi Allah rızâsı için doyuruyoruz. Sizden bir karşılık da beklemiyoruz, teşekkür de.” (el-İnsan, 9) Bu, bizim vazifemiz.

“Zira biz, o «عَبُوسًا قَمْطَرِيرًا» o çetin, belâlı (mukassî, o dar, zor) günden korkarız (derler).” (Bkz. el-İnsan, 10)

“Allah da onların gönüllerine ferahlık verir. O günün şiddetinden onları korur.” (el-İnsan, 11) buyuruyor.

Ondan sonra gelen âyet, 27-28. âyet:

“Rab’lerinin azâbından korkanlar, ki Rab’lerinin azâbı(na karşı) emin olunmaz.”

İşte en zoru bu! Onun için devamlı istiğfar hâlinde kul bulunacak.

Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri yazdığı bir mektupta bir talebesine:

“Aman oğlum ne olursun benim son nefesime dua et diyor. Hiçbir amelime güvenmiyorum diyor. Allâh’ın -celle celâlühû- merhametine güvenerek gidiyorum.” buyuruyor.

Yunus -aleyhisselâm- kırk gün tebliğ edecekti. 37. gün iki kişi îmân etti. Yüz bin kişi îmân etmedi. Üzüldü çok. Mahzun mahzun ayrıldı oradan. Üç gün ihmal etti.

Gemiye bindi. Gemide onu bir mücrim olarak gördüler, denize attılar onu. O da büyük bir balık, iri bir balık geldi, onu yuttu. Orada âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak:

“Eğer o (istiğfar etmeseydi) zikretmeseydi, onu kıyamete kadar balığın karnında bırakırdık.” buyuruyor. (Bkz. es­Saffât, 143­144)

Kalem Sûresi’nde de:

“Eğer nimetimiz yetişmeseydi, (affetme nîmeti yetişmeseydi) onu kurak bir yere atardık.” (Bkz. el-Kalem, 49) buyuruyor bir peygamberi.

Velhâsıl Cenâb-ı Hakk’ın merhameti çok. Fakat bizim de kulluğumuza çok îtinâ göstermemiz zarûrî…

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün:

“Hiç kimse amel ve ibadeti sayesinde Cennet’e giremez.” Buyurmuştu Efendimiz. Bunun üzerine kendisine hayretle:

“–Siz de mi yâ Rasûlâllah!” diye soruldu.

“–Evet, ben de. Meğer ki Rabbimin lûtf-i ilâhîsiyle imdâda yetişse…” buyurdu. (Bkz. Müslim, Münâfikîn, 76, 78)

Hâlid-i Bağdâdî’den aynen okuyayım, talebesine yazdığı mektupta:

“Allâh’a yemin ederim ki doğduğum günden bugüne kadar Allah katında makbul ve mûteber olup hesabı sorulmayacak bir tek hayır işlediğime inanmıyorum.”

Ki, çok yüksek bir takvâ sahibi. Onunla silsile yayılıyor. İrşâdı yayılıyor bütün dünyaya.

“Yalnız Rabbimin rahmetine güveniyorum.” diyor.

Bir kişi tavaf yapıyor. Tavaf yaparken:

“تَوَفَّنِى مُسْلِمًا وَاَلْحِقْنِى بِالصَّالِحِينَ”

(“…Beni müslüman olarak öldür ve beni sâlihler arasına kat!” [Yûsuf, 101])

Arkadaşı diyor ki:

“–Niye başka dua okumuyorsun?” diyor.

Diyor ki:

“–Bir diyor, arkadaşım vardı diyor, son hâli iyi olmadı diyor. Onun için korkudan diyor, bu “تَوَفَّنِى مُسْلِمًا وَاَلْحِقْنِى بِالصَّالِحِينَ”

“…(Yâ Rabbi!) Benim müslüman olarak canımı al ve beni sâlihlere ilhâk eyle.” (Yûsuf, 101)

Ondan iffet bahsini Cenâb-ı Hak bildiriyor. Velhâsıl bugün maalesef iffet çok zor, iffet zelzele geçiriyor. İffet, bir mü’minin tabiat-i asliyesi olacak.

Mü’minûn Sûresi:

“Onlar, (ırzlarını ve) iffetlerini korurlar.” (el-Mü’minûn, 5; el-Meâric, 29) buyruluyor.

İffet ve namus, bütün ahlâkî fazîletlerin can damarı. Şeref, haysiyet, izzet gibi hasletler hep iffetli olmaya bağlı.

Efendimiz, ümmetine örnek olarak dualarında, Allah Teâlâ’dan iffet niyaz etmektedir.

Bir çoban tayin olundu. O, zekât hayvanlarına bakıyordu. Efendimiz bir gün gitti, bir bakayım dedi. O çoban, maaşlı çoban, baktı, çıplak, yarı çıplak olarak orada hayvanların arasında.

Efendimiz:

“–Kaç gün çalıştın?” dedi.

“–Yâ Rasûlâllah bir hatam mı var?” dedi.

“–Bir hatan yok bakımda ama dedi, biz dedi Allah’tan hayâ etmeyenlerle dedi, onlarla beraber çalışmayız.” dedi. (Bkz. Beyhakî, Şuab, X, 196/7370; Mervezî, Tâzîmü Kadri’s-Salâh, II, 836)

Bu, yalnızlıkta, yani orada bir erkek-kadın yok. Hayvanlar var, bir de kendisi var…

Ondan sonra gelen âyet:

“Emânet ve ahitlere riâyet edenler.” (el-Meâric, 32; el-Mü’minûn, 8)

Maalesef o da bugün de yok. Peygamberlerin vasıflarından biri de el-Emîn’dir, es-Sâdık’tır.

Uhud Harbi’nde bir kargaşa oldu. Rasûlullah Efendimiz’in vefat ettiği şâyiası yayıldı. Orada Ebû Süfyan, düşman orduları kumandanı, müşrik kumandanıydı. Hazret-i Ömer’e seslendi. Hazret-i Ömer’le gençlikte beraberlerdi.

“–Ömer dedi, bilirsin ki ben avenelerimden/adamlarımdan çok sana îtimâd ederim.” dedi.

Bu çok mühim. Yani bir düşman, müslümana îtimad ediyor.

Zaten emanet verenler, Efendimiz’e verirlerdi emanetleri. Hicrette, Efendimiz hicret edeceği zaman:

“–Ali dedi, bu emanetleri yerine ver.” dedi.

Yani bir mü’min, emin, el-emin ve es-sâdık olacak. Zira âyette:

“…Bu, sâdıklara sıdklarının fayda vereceği gündür…” (el-Mâide, 119) buyruluyor. Onlara Cennet’i Cenâb-ı Hak şey yapıyor.

Demek ki bir mü’min, sâdık olacak, doğru olacak, eğrilmeyecek, bükülmeyecek. İsterse en yakını olsun…

Ondan sonra:

“Şâhitliklerini (dosdoğru) yapanlar.” (el-Meâric, 33) buyruluyor.

Yine Furkan Sûresi’nde:

(O kullar) yalan yere şahitlik etmezler. Boş sözler karşısında da vakar ile (oradan) geçerler.” (el-Furkân, 72)

Orada dedikodu edilen yerde bulunmazlar.

Ondan sonra yine namaz geliyor. Aynı bu, Mü’minûn Sûresi namazla başlıyor, on emir, yine namazla bitiyor. Burada da namazla başlıyor, tekrar namazla bitiyor.

يُحَافِظُونَ

“Onlar ki namazlarını muhafaza ederler.” (el-Meâric, 34; el-Mü’minûn, 9)

Demek ki namaz çok mühim. Bir annenin, bir babanın evlâdına en mühim mîrâsı, onları küçük yaşta namaza alıştıracak.

Kısaca bir tekrarlayalım:

Bu 22. ve 35. âyetler, bu, Cehennem’den kurtulanların vasıfları bildiriliyor. Bunlar:

Namaz kılıp o namaza devam edenler, namazı bir edep ve huşû ile kılanlar. Maddî ve mânevî, zâhir ve bâtın hususiyetlerine dikkat edenler.

İkincisi, “mallarını, sâil ve mahrum…” (Bkz. el-Meâric, 24-25)

“…Sen onları sîmâlarından tanırsın…” (el-Bakara, 273) Mallarını o şekilde bir seferber edecek. Çünkü mülk, Allâh’ın. Kimse mülkle de gelmiyor, mülkle de gitmiyor.

(Hesap ve) ceza gününü tasdik edenler.” (el-Meâric, 26)

Güçlü bir îman. Burada Cenâb-ı Hak, Firavun’un sihirbazlarını bildiriyor. O Firavun’un bütün zulmüne rağmen:

“Senin zulmün dünyaya aittir. Biz Rabbimiz’e döndürüleceğiz.” dediler.

رَبَّنَا اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَتَوَفَّنَا مُسْلِمِينَ

(“…Ey Rabbimiz! Bize bol bol sabır ver, müslüman olarak canımızı al.” [el-A‘râf, 126]) dediler.

Ashâb-ı Uhdud öyle. Habîb-i Neccar öyle. Muhacirler öyle, Ensâr öyle. Onlar, “Rabbinin azâbından korkanlar.” (el-Meâric, 27)

Demek ki kalp daima bir korku ve ümit arasında, havf ve recâ arasında olacak.

“Irzlarını koruyanlar.” (el-Meâric, 29)

 Ondan sonra:

“Emanetlerine ve akitlerine riayet ederler.” (el-Meâric, 32)

Ondan sonra.

“Şahitliklerini (dosdoğru) yaparlar.” (el-Meâric, 33)

Onlarda yalan, kinâye filân yoktur.

Yine ondan sonra:

“Namazlarını muhafaza ederler.” (el-Meâric, 34)

Cenâb-ı Hak -inşâallah- bu, azaptan kurtulup Cennet’e girenlerin hâliyle hâllenmeyi Cenâb-ı Hak cümlemize nasîb eylesin.

Duâmızın kabûlü niyâzıyla, Lillâhi Teâle’l-Fâtiha!..