Osman Nûri Topbaş Hocaefendi 01 Şubat 2021 Sohbeti
Osman Nûri Topbaş Hocaefendi'nin Furkan Suresi ve Rahman’ın has kulu olabilmenin sırlarından bahsettiği Erkam Radyo ve Erkam TV de yayınlanan 01 Şubat 2021 tarihli sohbeti...
1 Şubat 2021 Sohbeti
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in aziz, latîf, mübârek, pâk rûh-i şerîflerine, ehl-i beytin, ashâb-ı kirâmın, enbiyâ-i izâmın, sâdât-ı kirâm hazarâtının, cümle geçmişlerimizin rûh-i şerîflerine, şehidlerimizin rûh-i şerîflerine, dînimizin, vatanımızın, milletimizin selâmetine, şerirlerin şerlerinden muhafazasına, bu niyaz, bu duâ ile bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs!
Cenâb-ı Hak, sâlih ve sâdık kulları seviyor. Fussilet Sûresi’nin 30. âyetinde şöyle buyruluyor:
“Şüphesiz, Rabbimiz Allah’tır deyip (yani şerîatin hudutları içinde, Kitap ve Sünnet’in muhtevası içinde hayat yaşayanlar) sonra sırât-ı müstakîm üzerinde yürüyenler (yani Rasûlullah Efendimiz’in izinde yürüyenler) onlara melekler iner: «Korkmayın, üzülmeyin, size vaad olunan Cennet’lerle sevinin!» derler.”
Cenâb-ı Hakk’ın ikramı. Fakat bu ikram, sonsuz bir ikram. Dünya mahdut, ebedî hayat sonsuz.
Yine Rabbimiz, milyonlarca mahlûk arasında; denizde, havada, karada, melekler dâhil, insanı yüksek bir vasıfta halketti.
نَفَخْتُ فِيهِ مِنْ رُوحِي
Buyuruyor. Yani “…Rûhumdan üfürdüğüm zaman…” (el-Hicr, 29; Sâd, 72)
Yani Cenâb-ı Hak kendinde vasıflar veriyor. Yine Cenâb-ı Hak insana olan ikramını bildiriyor:
“O, göklerde, yerde ne varsa, kendi katından âmâde kıldı (emrine verdi. Kim için) düşünen bir toplum için...” (el-Câsiye, 13)
Cenâb-ı Hak burada tefekküre davet ediyor. Yani bir mektepteyiz, mekteb-i âlem. Son nefese kadar talebeliğimiz devam edecek. Son nefeste talebeliğimiz bitecek. Ondan sonra talebelik kısmı bitiyor, yok! Kabirde yok, kıyamette yok, vs. yok! Geri dönüp telâfi edeyim, yok! Bitmiş oluyor. Cenâb-ı Hak kulundan ise dostluk istiyor.
Cenâb-ı Hakk’ın büyük bir lûtfu; en büyük Kitab’a bizi muhatap kıldı. Hem dünya saâdeti, hem âhiret saâdeti.
“Biz Kur’ân’dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, mü’minler için şifa ve rahmettir…” (el-İsrâ, 82) buyuruyor Cenâb-ı Hak. Yani dünyada da şifâ ve rahmet, âhirette de şifâ… Ne kadar bir ihlâsla okunursa o kadar şifâ ve rahmet oluyor.
Kur’ân-ı Kerîm insanlığa son çağrı, İlâhî mektup. En muazzam, en muhteşem bir kültür, Kur’ân kültürü.
Kul bu kavlî âyetlerle, Kur’ân-ı Kerîm âyetleriyle derinleşecek, yaşayacak, yaşatacak, gönlünün rûhâniyeti ölçüsünde mesâfe katedip kalben derinlik kazanacak. Allâh’ın lûtfunu düşünecek, kendi mes’ûliyetini düşünecek. Devrin akışından kendisini mes’ûl görecek.
Cenâb-ı Hak, büyük bir lûtuf:
اَلرَّحْمٰنُ ﴿1﴾ عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ ﴿2﴾ خَلَقَ الْاِنْسَانَ ﴿3﴾ عَلَّمَهُ الْبَيَانَ ﴿4﴾
buyuruyor. “Rahman Kur’ân’ı öğretti.” (er-Rahmân, 1-2)
Demek ki burada Rahman, Cenâb-ı Hakk’ın büyük merhameti bizlere, Kur’ân’ı lûtfetti bize.
خَلَقَ الْاِنْسَانَ
“İnsanı yarattı.” (er-Rahmân, 3)
Kur’ân’la ihticâc edecek, Kur’ân’la yaşayacak. Kur’ân’la dünyada da huzur, âhirette de huzur bulacak. Ve:
عَلَّمَهُ الْبَيَانَ
(“Ona beyânı (anlama ve anlatmayı) öğretti.” (er-Rahmân, 1-4))
Beyan, hikmet, sırlar, anlama, anlatma… Cenâb-ı Hak insana ihsân ediyor.
Tabi Kur’ân-ı Kerîm’i… En başta üç tane vazifemiz var. Birincisi huruf; kıraatini düzgün… Cenâb-ı Hakk’ın kelâmı. Çünkü mânâ değişir harf değişirse.
Kur’ân-ı Kerîm’in bir hudud; haramlar-helâllere dikkat edeceğiz çok. Bir yerde unutmayacağız. Nefs-i levvâme olmayacak.
Cenâb-ı Hak Hucurât Sûresi’nde:
“Ey îmân edenler! Allah ve Rasûl’ünün önüne geçmeyin…” (el-Hucurât, 1) buyuruyor. Kur’ân ahlâkıyla, Rasûlullah’ın ahlâkıyla kul ahlâklanacak. Cenâb-ı Hak:
“…Sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin.” (el-Kalem, 4) buyuruyor.
O ahlâk, Cenâb-ı Hakk’ın lûtfettiği ahlâk. O ahlâk, Cenâb-ı Hakk’ın ihsân ettiği bir ahlâk.
Demek ki kul, Rasûlullah Efendimiz’in ahlâkıyla ahlâklanmaya dikkat edecek. Her hareketinde; “Rasûlullah Efendimiz benim yanımda olsaydı, benim bu hâlimden râzı mı?..” Kendini bir muhasebe hâlinde bulunacak.
İkincisi, bu kevnî âyetler, yani kâinat, bu cihan. Bu da insan için yaratıldı. İnsan için Cenâb-ı Hak yarattı. Mekteb-i âlem, her köşesi, şuur ve idrâk sahibi insana birer tefekkür aynası… Toprağın üstü ayrı tefekkür deryâsı, toprağın altı ayrı bir tefekkür menbaı…
Cenâb-ı Hak bu kevnî âyetlerle kulunu tefekküre dâvet ediyor. Kur’ân ve kâinat, birbirini tefsir eden ilâhî vahyin, iki farklı tecellîsi.
Rabbimiz bizleri, Kur’ân’daki kavlî âyetlerle îkaz ve irşad buyurduğu gibi, zaman zaman da bunu kâinat kitabındaki kevnî âyetlerle yapıyor îkâzı.
Velhâsıl, kâinat kitabındaki bu âyetlerin verdiği mesajlara bîgâne kalmak, tıpkı Kur’ân âyetlerine bîgâne kalmak gibi büyük bir gaflet olmuş oluyor.
İşte günümüzde bir virüs… Cenâb-ı Hak, yok kadar bir varlıkla bütün insanlığa nasıl ilâhî bir îkaz hâlinde… İşte bunu okumak. Yani virüsü okuyabilmek: Kim gönderdi, niye gönderdi? Yapay zekâlar ne oldu; ufacık, yok kadar bir virüs karşısında?..
Kur’ân-ı Kerîm ve kâinat sayfalarını okumaya muvaffak olanlar; gerçek ilim, hikmet ve mârifete erenlerdir, Allâh’ın velî kullarıdır.
Rasûlullah Efendimiz, cihanın müstesnâ bir muallimi. Cenâb-ı Hak O’nu bütün cihana muallim olarak gönderdi. Çünkü kendisi terbiye etti. İlmi kendisi verdi.
مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ
“Allah Rasûlü’ne itaat, Allâh’a itaattir…” (en-Nisâ, 80) buyuruyor. Güzel ahlâkın da zirvesi. Kul, rahmet insanı olacak. Kur’ân-ı Kerîm’le, Rasûlullah Efendimiz’in izinden gitmekle, bir rahmet insanı olacak.
Ve bizden ne isteniyor?
Aşk ile yaşanan bir îman isteniyor. Tabi bu neyle olacak? Rasûlullah Efendimiz’in izini takip etmek, Allah ve Rasûl’üne muhabbetle bir itaat. Aşk ile yaşanan bir îman.
“اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ” diyoruz her rekâtta. “…Nîmet verdiklerin.” (el-Fâtiha, 7)
Kimler bunlar? Peygamberler, sıddıklar/sâdıklar, yani Allâh’a sâdık, Rasûlullah’a sâdık, şerîate sâdık. Şehidler ve sâlihler. Onlar gibi olmamızı arzu ediyor. Dalâlettekilerden de uzakta olmamız.
Kalp ve beden âhengi içinde ibadetler isteniyor. Muâmelât isteniyor. Muâşeret isteniyor. Hak-hukuk isteniyor. Ve hayranlık tevzî eden bir ahlâk isteniyor, ibâdurrahmân olabilmek için.
Yani mü’min ahsen olacak. Yani her işi mü’minin güzel olacak, her işi… Bütün dünyevî işi de en güzel olacak. İslâm’ın şahsiyet ve karakterini temsil edecek.
Cenâb-ı Hak:
“O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır…” (el-Mülk, 2)
Ecmel olacak. Cemâlî sıfatların mazharı olacak. Kalpte cemâlî sıfatlar tecellî edecek. Fücur kalpten silinecek. Mü’minin her hâl ve davranışı gönle huzur ve ferahlık verecek. Huzur hâlinde yaşayacak.
Ekmel olacak. Olgun ve kâmil olacak, muhataba zarâfet, nezâket ve duygu derinliği verecek.
Yani mü’min, hulâsa;
–Canlı bir Kur’ân olarak yaşayacak.
–Mükerrem bir gönül insanı olacak.
–İnfak sahibi olacak. Yani Cenâb-ı Hakk’ın kendisine her an ikrâm ettiğini unutmayacak, o da ikram edecek.
Takvâda mesafe alacak. Takvâ ile Cenâb-ı Hakk’a yaklaşacak. Yaklaşıldığı zaman ne olacak? Cenâb-ı Hak onun gönül ufkunu açacak. Ve kulda zengin bir tefekkür ufku olacak:
–Toprağa bakıp tefekkür edecek.
–Semâya bakıp tefekkür edecek.
–Kendine bakıp, insana bakıp tefekkür edecek.
Velhâsıl her zerre, tefekkür ummânına daldıracak.
Cenâb-ı Hak semâya dikkatimizi çekiyor. Semânın sonu var mı? Yok! Bütün mülk Cenâb-ı Hakk’a ait. Ne kadar yıldız var? Ne kadar çöllerde kum tanesi varsa o kadar yıldız var. Hepsi ilâhî bir âhengin içinde. En ufak bir trafik kazâsı yok.
Hepsi doğuyor, ömrünü tamamlıyor, fânîlik var, ondan sonra karadelikte yıldız mezarlığına giriyor. Ayrı ayrı ibret…
Cenâb-ı Hak:
“Gökte burçlar var eden (yani bu yıldız kümelerini var eden) onların içinde bir çerağ (bir Güneş, Dünya’yı aydınlatan, bütün mahlûkâta hayat veren, içinde bir çerağ, Güneş), nurlu bir Ay barındıran (Güneş’in aynası. Alıyor, Dünya’ya veriyor.) Allah, yücelerin yücesidir.” (el-Furkan, 61) buyuruyor.
Yani demek ki her an önümüzde ya Güneş var, ya Ay var. İkisi de bizi tefekküre sevk etmesi lâzım. Tefekkür en mühim bir ibadet. Tasavvur edelim:
Güneş 150 milyon kilometre uzakta. 300.000 km hızla 8 dakikada Dünya’ya ışığı geliyor. Karanlıkta geliyor. O ışık, Dünya’yı aydınlatan o sıcaklık, o ışık, karanlıkta geliyor. Girdiği zaman atmosfere, sıcağını veriyor, ışığını vermeye başlıyor. İlâhî bir lamba, dehşetli bir lamba. İçine 1 milyon 300 bin Dünya kadar, içine cisim alacak bir hacimde. 6 bin santigrat dış yüzü, iç o nükleer santrali dediğimiz, devamlı atom infilâk ettiriyor, o da 20 milyon santigrat deniyor.
Nasıl bir sıcaklık! Nasıl ilâhî bir azamet tecellîsi!..
Ve Güneş de, Samanyolu galaksisi içinde 200 milyar yıldızdan ancak biri. Yani artık bunu kavrayabilmek, akıl üstü.
Cenâb-ı Hak Rahman Sûresi’nde bir îkaz ediyor:
“Allah (diyor) semâyı yükseltti (diyor. Orada) mîzânı koydu (diyor, dengeyi koydu diyor. Ondan sonra Cenâb-ı Hak oradan insana dönüyor:) Sen bu dengeyi bozma! (Diyor.)” (Bkz. er-Rahmân, 7-8)
Yani bu ilâhî âhenkle senin de kalbin, yaşayışın bir âhenk teşkil etsin.
Yeryüzü ve semâ gibi mekâna âit, gece ve gündüz gibi zamâna âit ilâhî kudret tecellîleri, Cenâb-ı Hakk’a yaklaştıran davetçiler durumunda.
Yine ondan sonra gelen âyette Cenâb-ı Hak:
“İbret almak ve şükretmek dileyen kimseler için gece ile gündüzü birbiri ardınca getiren de O’dur.” (Bkz. el-Furkân, 62)
“İbret almak”; hiç takdim-tehir var mı? Gecikme var mı? Işığını azaltma, çoğaltma var mı? Bütün mahlûkat o Güneş’in ışığıyla hayat buluyor.
“…Şükretmek dileyen kimseler için gece ile gündüzü birbiri ardınca getiren O’dur.” (el-Furkân, 62)
Demek ki kul, Güneş’e bakacak, Ay’a bakacak, Cenâb-ı Hakk’a bir şükür hâlinde yaşayacak.
Bu misal… Her şey ona göre. Cenâb-ı Hak yiyeceklerden misal veriyor, hayvanattan misal veriyor… Yani kâinat ilâhî bir -kalbi olanlar için, gönlü olanlar için- ilâhî bir manzûme, okuyabildiğin kadar.
İki takvim dönüyor semâda; Güneş takvimi ile Ay takvimi, Şemsî takvim ve Kamerî takvim. Hiçbir takdim-tehir yok. İkisi de insan için. Geceler kısalıyor, uzuyor. Yine Cenâb-ı Hak onu bildiriyor:
“Gece ve gündüzün değişmesinde (uzayıp kısalmasında) Allâh’ın göklerde ve yerde yarattığı şeylerde, (O’nu inkâr etmekten) sakınan bir kavim için elbette nice deliller vardır!” (Yûnus, 6)
اَلشَّمْسُ وَالْقَمَرُ بِحُسْبَانٍ
“Güneş, Ay bir hesapladır.” (er-Rahmân, 5) buyruluyor.
Nasıl bir ince hesap; hiç saniye takdim-tehir var mı?
Nâziât Sûresi’nde:
“Sizi yaratmak mı daha güç, yoksa gökyüzünü yaratmak mı? (Trilyonlarca yıldızlar… Aynı bir denge, aynı bir muvâzene, bir âhenk… İşte) onu Allah bina etti (semâyı), onu yükseltip düzene koydu. Geceyi kararttı (Güneş gidiyor öbür tarafa), gündüzü de ağarttı.” (en-Nâziât, 27-29)
Mevlânâ Hazretleri:
“Kâinâta bak diyor; gece ile gündüz birbirini kucaklarlar, sevgi ile birbirlerinin arkasından birbirlerine koşarlar. Onlar görünüşte ayrıdır, ama hakîkatte birdir. Faydalı olmak ve hizmet etmek için el ele vermişlerdir.”
Bir ibret tablosu…
Velhâsıl insan bu dünyaya boş bir kaset olarak geliyor. Bu kaset Kur’ân ve Sünnet ile dolarsa, o insan kemâl buluyor, ibâdurrahman oluyor, ahsen-i takvîme nâil oluyor. Kalp, sonsuza doğru açılıyor. Tefekkür derinleşiyor, zirveleşiyor, hâdisât ve vukûat tahlil ediliyor. Kalpte, marifetullâh’tan getirdiği bir derinlik olmuş oluyor.
Sevr’de:
لَا تَحْزَنْ اِنَّ اللّٰهَ مَعَنَا
(“…Mahzun olma; Allah bizimle beraberdir!..” [et-Tevbe, 40])
Kul Cenâb-ı Hak’la beraber olacak, mahzun olmayacak. Çünkü Allah, kuluyla beraber. Kemâl, irfan sahibi olacak. Daima tefekkürü:
وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْۜ
“...Nerede olursanız, Allah sizinle beraberdir...” (Bkz. el-Hadîd, 4) Zamandan, mekândan münezzeh. Yine;
وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ
(“Biz ona şah damarından daha yakınız.” [Kāf, 16])
Senin düşünceni yalnız sen biliyorsun düşündüğünü, bir de Cenâb-ı Hak biliyor. Herkesten gizlersin, Cenâb-ı Hak’tan gizleyemezsin.
Velhâsıl tefekkür, takvâ ile kıvam bulacak.
Buyruluyor:
مُوتوُ قَبْلَ اَنْ تَمُوتُوا
Ölmeden evvel nefsânî arzulardan vazgeç. Zaten ölmekle nefsânî arzular bitecek. Zaten bitecek.
Onun için:
مُوتوُ قَبْلَ اَنْ تَمُوتُوا
“Ölmeden evvel ölünüz.” Nefsânî arzulardan kurtulmak.
Yine buyruluyor:
حَاسِبوُا قَبْلَ اَنْ تُحَاسَبُوا
Bir muhasebe hâlinde olmak. Her an bir muhasebe. Her akşam bir mü’min:
“Bugün ben nelerle meşgul oldum? Namazımı ne kadar cemaatle kıldım? Ne kadar bir kardeşimin derdine derman oldum veyahut bir hastaya gittim, tesellî ettim?..”
Veda Hutbesi’nde iki emanet, Kitap ve Sünnet. (Bkz. Muvattâ, Kader, 3) Hayatımızın rotası da tek olacak, Kitap ve Sünnet olacak. Bir nefes bile mümkün mertebe boşa gitmeyecek. Çünkü nefesler çok mühim. Her şeyi geri almak mümkün, nefesleri geri almak mümkün değil.
هُدًى لِلْمُتَّقِينَ
(“O (Kur’ân-ı Kerîm), müttakîler (sakınanlar ve arınmak isteyenler) için bir yol göstericidir.” [el-Bakara, 2]) buyruluyor.
Ne kadar Kur’ân ile derinleşebilirsek, o kadar bir huzur, mü’min yaşar.
“…Siz takvâ sahibi olun, Allah size (bilmediğinizi de gösterir)…” (el-Bakara, 282)
Cenâb-ı Hak kuluna yardımcı oluyor o zaman. Ufuklar açıyor. Başka âlemleri seyrettiriyor.
Yani mü’min, takvâsı ölçüsünde Kur’ân ve kâinattaki ilâhî hikmetlerle derinleşir. Nasıl bir dalgıç, denize gücü kadar iner, inemeyen de satıhta seyreder. Tabi satıhta seyredenlerle, bir dalgıcın gördüğü manzaralar, ayrı ayrı manzaralardır.
Bu neye bağlı? Kur’ân ile kalbin âhengine bağlı. Yani Cenâb-ı Hak hantal, duygusuz, nefsinin putperesti olmuş bir kalp istemiyor. Ve öylesi bir kalp için de Cenâb-ı Hak; بَلْ هُمْ اَضَلُّ buyuruyor. Onlar, hayvanlardan daha aşağı” buyuruyor. (Bkz. el-A’râf, 179)
Onun için Cenâb-ı Hak daimî zikir istiyor. Daimî zikir, her gördüğün şeyde, suyu içerken Allâh’ı hatırlayacaksın. Düşüneceksin seviyene göre; “Aman yâ Rabbi!” diyeceksin. İki hidrojen bir oksijen, bunlar serbest olsa kâinat yanar, biri yakıcı biri şey… İkisi de bir şifa oluyor bütün mahlûkâta. Buna göre her şey…
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-:
“İlimsiz ibadette, tefekkürsüz Kur’ân tilâvetinde fayda ve feyz olmaz.” buyuruyor. Yahut da “çok azalır” buyuruyor.
Tefekkür, bizi nefsânî ihtiraslardan muhafaza eder. Çünkü Cenâb-ı Hak’la beraber olmamızı tefekkür nasîb eder.
Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî azametini, kâinattaki kudret akışlarını, ilâhî tecellîleri… Kalp incelir, zarifleşir. Cenâb-ı Hak misal olarak, çok misaller veriyor. Cansız dediğimiz her şeyde can var, bizim idrâkimizin dışında.
Onun için göz bakar, lâkin kalp görür. Rasûlullah Efendimiz’i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- gördü; yanında bile hasretti, hayran hâlindeydi. Ebû Cehil gördü; îmansızlığından, kalbindeki katranı gördü.
Velhâsıl bu dünyada mü’min “arz-ı endam” hâlinde değil, yani makam, mevkî, güç vs. dünya âlâyişi sergilemek için gelmedi. “Arz-ı hâl” hâlinde olacak, mütevâzı olacak.
Onun için Rasûlullah Efendimiz sık sık, muvaffakıyette veyahut da zor durumlarda îkaz olarak:
اَللّٰهُمَّ لَا عَيْشَ اِلّٰا عَيْشُ الْاٰخِرَةِ
“Esas hayat, âhiret hayatıdır.” (Buhârî, Rikāk, 1)
Dünya’ya da âhiret hayatı için geldik.
Yani insan, vicdanına şu soruları soracak:
Bu cihan kimin için halkoldu bu dünya? Mülk kimin mülkü, kimin mülkündesin? Niye geldin, gelişin niye, gidişin nereye?..
İşte hayat nedir sorusunun en güzel cevabını, kabristanların mezar taşları söyler.
Velhâsıl duyuşlar derinleşecek. Şükür artacak. Kalpte esmâ tecellîleri olacak. Bu, âhiret endişesi getirecek.
Yusuf -aleyhisselâm- dahî bir duâ hâlinde:
تَوَفَّنِي مُسْلِمًا وَاَلْحِقْنِي بِالصَّالِحِينَ
“…(Yâ Rabbi!) Benim müslüman olarak canımı al ve beni sâlihler arasına kat!” (Yûsuf, 101)
Yani rûhânî tefekkür, insana dâimâ huzur verir. Nefsânî ihtiraslar, insanın huzûrunu bozar.
Onun için tasavvuf nedir? Tasavvuf, kalbin saflaşmasıdır. Kalbin Cenâb-ı Hak ile huzur bulmasıdır. İşte Mevlânâ’nın çok güzel bir tarifi var, bütün ehl-i sûfiyyenin tarifinin bir hulâsası şeklinde:
مَنْ بَنْدَهءِ قُرْآنَمْ اَكَرْ جَانْ دَارَمْ
مَـنْ خَــاكِ رَهِ مُحَـمَّدْ مُخْـتَـارَمْ
“Bu can bu tende oldukça Hazret-i Kur’ân’ın kuluyum, kölesiyim; Hazret-i Muhammed Muhtâr’ın mübârek ve nurlu ayağının toprağının tozuyum.” buyuruyor.
Yani Mevlânâ bunu bir servet bildiriyor. Bulunmaz bir servet bildiriyor. İki servetin biri Kur’ân-ı Kerîm bir de Rasûlullah Efendimiz. Tabi başka yerlerde bu kâinatı bildiriyor.
Yine tasavvuf, her hâl ve ahvalde ilâhî tecellîlerden râzı ve memnun olma sanatı.
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى كُلِّ حَال
(Her hâlükârda Allâh’a hamd olsun!)
Şikâyeti unutma sanatı.
Kul, hâdiseleri, vukuâtı, yani hayatın med-cezirlerini olduğu gibi kabullenecek. Cenâb-ı Hak’tan… Hayatın sıkletlerine rızâ gösterecek. Hayır-hasenat ve amel-i sâlihlerle mânen mesâfe almaya gayret edecek.
“…Yarına herkes ne hazırladığına baksın!..” (el-Haşr, 18) buyuruyor Haşr Sûresi’nde Cenâb-ı Hak.
O kadar ölüm yakın ki insana sonsuzluk yanında, Cenâb-ı Hak “yarın” buyuruyor. “Yarına herkes ne hazırladığına baksın!”
Ne hazırlanacak, ne istiyor Cenâb-ı Hak?
Kalb-i selîm istiyor, kalb-i münîb istiyor. Nefs-i mutmainne; Cenâb-ı Hak’la huzur bulmuş, rahat etmiş bir nefs istiyor. Allah’tan râzı olmuş, Allah da ondan râzı olmuş.
سَلَامٌ عَلَيْكُمْ طِبْتُمْ فَادْخُلُوهَا خَالِدِينَ
Zümer Sûresinde, melekler;
“Selâm size (diyecekler Cennet’e girenlere.) tertemiz geldiniz (diyecek). Artık ebedî kalmak üzere girin buraya (diyecekler).” (ez-Zümer, 73)
Nasıl bir evlât tertemiz doğuyor bir yavru, işte bir mü’min de Rasûlullah Efendimiz’in hayatının muhtevasıyla hayatını şekillendirerek -inşâallah- ilâhî huzûra tertemiz gitmek… Cenâb-ı Hakk’ın affının mazharı olarak gidebilmek... Onun için;
رَاضِيَةً مَرْضِيَّة (el-Fecr, 28) Ve bir kul daima hamd hâlinde, şükür hâlinde ve zikir hâlinde olacak.
Muhammed Es’ad Erbilî Hazretleri ne güzel ifade eder, o meşakkatleri, med-cezirleri vesâire:
“Aşk gülistânının yolunda dikenden korkulmaz! Ben her dikenin üstünden yüzlerce gonca toplarım!”
Yani her sabrın getirdiği binbir türlü nîmet var sabredene. Çünkü Cenâb-ı Hak sabredenlerle beraber. “Sabredenlere müjdeler olsun.” buyruluyor. (Bkz. el-Bakara, 155)
Ondan sonra:
“Dervişlik bostanında ıztıraptan zevk alırım. Yastığımı dikenden yaparsam rüyamda Gül’ü görürüm!”
Yine Mevlânâ çok misaller veriyor:
Gülü düşün diyor, çiçeklerin en şâhı diyor, o diyor, dikene katlandığı için diyor, güzel kokulu oldu diyor. Bak Allah diyor, onun sapına dikenler veriyor diyor. Yine bak diyor, dağlara bak diyor, dağların içinden ırmaklar akıyor diyor.
Bir Hak dostu da:
“Sen çıkınca aradan, kalır seni Yaratan.”
Yani nefsânî arzularını bertaraf ettiğin zaman, Cenâb-ı Hak’la bir dostluk meydana gelmiş oluyor. “Sen çıkınca aradan, kalır seni Yaratan.” Yani bir nehir, denize aktığı zaman artık o nehri denizde bulmak mümkün değil. Artık o denizin bir parçası olmuştur.
Kur’ân-ı Kerîm hakkında çok âyetler var:
“(Rasûlüm! Diyor Cenâb-ı Hak) Sana bu mübarek Kitab’ı, âyetlerini düşünsünler, aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik.” (Sâd, 29) buyuruyor. Ders kitabımız. Hep ibret. Problemin varsa aç oku, orada problemi hâllet.
Yine, Muhammed Sûresi’nde:
“Onlar Kur’ân’ı (inceden inceye) düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinde kilit mi var?” (Muhammed, 24) diyor Cenâb-ı Hak. Onların kalpleri yok mu yoksa, buyuruyor.
Yine, Enbiyâ Sûresi’nde:
“Andolsun, içinde sizin için öğüt bulunan bir kitap indirdik. Hâlâ akıllanmıyor musunuz?” (el-Enbiyâ, 10) buyuruyor.
Cenâb-ı Hak bir misal veriyor:
“Eğer (diyor) Biz bu Kur’ân’ı dağa indirseydik, muhakkak ki onu, Allah korkusundan baş eğerek, parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri insanlara düşünsün diye veriyoruz.” (el-Haşr, 21) Cenâb-ı Hak buyuruyor.
Demek ki bu kadar ağır bir durumdayız. Hem selâmetteyiz, eğer yaşarsak, yaşatırsak, eğer bîgâne kalır, gaflette olursak, Allah korusun, hafazanallah!
Cenâb-ı Hak yine bir îkaz ediyor, irşad ediyor Cenâb-ı Hak:
“Biz gökleri, yeri, bunların aralarında bulunanları, bir oyun, eğlence olsun diye yaratmadık (buyuruyor)… Fakat onların (insanların) çoğu bilmiyorlar.” (ed-Duhân, 38-39) buyuruyor, “gaflet içinde”, Duhan Sûresi’nde.
Yaratılışımız «لِيَعْبُدُونِ», bu dershanenin dersi, Allâh’a kul olmak, mesafe katetmek, «لِيَعْرِفُونِ» Allâh’ı kalpte tanımak, yani mârifetullâhtan bir nasîb alabilmek.
Daima şunu kul hatırlayacak:
Biz daima Rabbimiz’e muhtacız. Yaratan O, rızkı veren O, her şeyi ihsan eden O.
Yine Cenâb-ı Hak ikramını bildiriyor, Câsiye 13. âyette:
“…Göklerde ve yerde ne varsa âmâde kıldık (buyuruyor). Düşünen bir toplum için...”
Toprak âmâde. Her mevsim veriyor. Rûhuna ferahlık veriyor. Türlü türlü çiçekler veriyor, sayısız. Meyveler, sebzeler veriyor. Âmâde… Besliyor, ondan sonra bir de cürufunu temizliyor. Cürufunu gübre yapıp tekrar veriyor.
Yine Cenâb-ı Hak Mü’minûn Sûresi’nde:
“Sizi sadece boş yere yarattığımızı, sizin hakîkaten huzûrumuza gelip (hesap vermeyeceğinizi) mi zannediyorsunuz?” (el-Mü’minûn, 115) buyuruyor.
Hattâ orada kul şaşıracak: “Aman, diyecek, küçük-büyük hiçbir şey boş bırakılmamış.” diyecek. (Bkz. el-Kehf, 49)
Onun için en büyük tahsil -tahsil, tahsil deniyor- en büyük tahsil, Allâh’a kul olabilmek, bu sayede tefekkür ufkunun açılması, bilenlerden olabilmek. Ancak kalp ufku açılacak ki bilenlerden olabilmek.
Cenâb-ı Hak da bunu: “سَاجِدًا وَقَاۤئِمًا” buyuruyor. (Bkz. ez-Zümer, 9) Bir seher hayatı buyuruyor.
Bir gün gelecek, yarını olmayacak. Bu gün hepimiz için bir meçhul. Bu Dünya, Âdem -aleyhisselâm-’dan günümüze kadar sayısız mahlûkat ile doldu doldu boşaldı. Düşünelim, şimdi onlar nerede, ne âlemde? Biz de bir müddet sonra orada olacağız.
Kimler orada olacak, kimler var orada? Zâlimler var, mazlumlar var, âbidler var, fâsıklar var. Hepsine ölüm geldi çattı. Şimdi hepsi kıyamet saatini bekliyor orada.
Kulluğumuzu havf ve recânın âhengi içinde devam ettirebilme mecbûriyetindeyiz.
Havf nedir? Şımarmamak, korkmak. Sana bütün nîmeti veren, Allah. Onun için kendine izâfe etmeyecek, şımarmayacaksın.
Recâ; kullukta bedbinliğe de düşmeyeceksin.
Yani kefenlerimiz yanında, amellerimizle defnolunacağız. Kefen, beden, neticede toprağa dönecek. Kıyâmet günü mîzâna amellerimizle çıkacağız.
Cenâb-ı Hak:
“İnsanlar imtihandan geçirilmeden, «Îmân ettik» demeleriyle bırakılacaklarını mı zannediyorlar?” (el-Ankebût, 2) buyuruyor.
Efendim, benim kalbim temiz…
Kalbin temiz olursa, Allâh’ın emirlerine de dikkat edersin. Allah sana bu kadar ihsan, ikramda bulundu. Bir nevî nankörlük bu. Sen bir kişiye ikram et, ikram et, onun bütün işlerini gör, rahatlattır, hiç ona teşekkür etmeden arkanı dön, git. Nankörlüğün ta kendisi! Cenâb-ı Hak bu kadar ikram… İnsan her mahlûkat gördüğü zaman düşünecek, ben o mahlûkat gibi dünyaya gelebilirdim…
“Sâlihler bile pişmanlıkla can verecek (buyuruyor Rasûlullah Efendimiz), keşke daha öteye gitseydim.” (Bkz. Tirmizî, Zühd, 59/2403)
Artık bitiyor, kabirde vs. yok, terfî yok. Orası bir mahkeme koridorunda bekleyiş.
Yani düşünelim:
Ânı, sonsuzla değiştirmek, hangi aklın kârıdır? Yani bastığımız toprak, bugüne kadar gelen milyonlarca insanın toprağa dönmüş bedenleriyle dolu. Sanki üst üste çakışmış milyonlarca gölge gibi. Aynı zamanda henüz dünyaya gelmemiş insanların da nüvesini teşkil ediyor o toprak.
Dolayısıyla toprak, geçmişi ve geleceği sinesinde barındırmasıyla, ne büyük bir ibret sergisi…
İnsan düşünecek, bir son gidişi düşünecek. Yani fânî hayat çarşısının en son giysisi olan kefen, bir gün mutlaka herkesi saracak, ölüm vâkıası bütün alışverişlere, zevklere, aldatıcı yaldızlara iptal mührünü vuracak. Artık o andan sonra geriye dönüp bir şey yapmak, faydası yok, yani nedâmet duy, vs. yalvar; bitti!..
Yani onun için, en mühim, sûrede de buyrulduğu gibi, “…Herkes yarına ne hazırladığına baksın…” (el-Haşr, 18)
Ondan sonra gelen âyette, Allâh’ın rahmetinin tecellî ettiği kulların diğer vasıflarına geliyoruz:
“Rahmân’ın (has) kulları onlar ki (esas kulları Cenâb-ı Hakk’ın), yeryüzünde tevazu ile yürürler...” (el-Furkân, 63)
Çünkü üzerimizde ne nîmet varsa Allâh’a ait. Kazanarak bir şey yaparak gelmedik dünyaya. Boş bir kaset olarak geldik. Bir sıfır sermaye ile geldik. Onun için bütün nîmet Allâh’a ait.
“Rahmân’ın (has) kulları onlar ki, onlar yeryüzünde tevazu ile yürürler. Kendini bilmezler lâf attığı zamanda (onlara bir tebessümle) «Selâmâ!» derler (geçerler).” (el-Furkân, 63)
Kibir, bir fâcia. Çünkü Cehennem’de onun kökü. Kibir faciasının ilacı, tevazu ve hiçliktir. Hep bunu, evliyâullah’ta bunu görüyoruz.
Yani bu dünyaya arz-ı endâm için değil, arz-ı hâl ile geldik.
Rasûlullah Efendimiz buyuruyor:
“Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse Cennet’e giremez.” (Müslim, Îmân, 147)
Hele, Allah korusun, bir kulu, bir şeyi de küçük gören…
وَيْلٌ لِكُلِّ هُمَزَةٍ لُمَزَةٍ
(“Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi âdet edinen herkesin vay hâline!” [el-Hümeze, 1]) buyuruyor. Yazıklar olsun diyor, o bir din kardeşini küçük gören, alay eden, kaş-göz işareti yapan, gıybet eden…
Velhâsıl varlık ve benlik iddiâsından uzak olan mütevâzı insanlar, birçok mânevî tehlikelerden kendilerini korumuş olurlar.
Mevlânâ’nın yine burada güzel bir şeyi var:
“Kılıç, boynu olanın boynunu keser... Gölge, yerlere döşenmiş olduğundan hiçbir kılıç darbesi onu yaralamaya muvaffak olamaz.”
Ömer -radıyallâhu anh-’ın oğlu anlatıyor:
“Babam diyor, su kırbasını diyor, omzuna almış gidiyordu diyor, halifeyken. Arkadaşları:
«‒Sen halifesin, böyle yapma!» diye sorduklarında şu cevâbı verdi:
«‒Nefsim kendi kendini beğenmeye başladı, ben de burnumu sürtmek için, nefsimi zelil etmek için bu şekildeyim.»” dedi. (Muhibbu’t-Taberî, er-Riyâdu’n-Nadra, II, 380)
Velhâsıl bizden, Kur’ân-ı Kerîm, yaşamak isteniyor. Enfal Sûresi’ne baktığımız zaman:
- Kardeşlik. “Kardeşliğinizi düzeltin” buyuruyor.
“Bana kardeşim böyle yaptı, ben ondan yaptım!” Cenâb-ı Hak onu istemiyor. “…Aranızı düzeltin...” (el-Enfâl, 1) buyuruyor. Affedeceksin. Sen affolunmak istiyor musun kıyamet gününde? Sen de affedeceksin. Unutacaksın.
Birincisi; “…Aranızı düzeltin...” (el-Enfâl, 1) buyuruyor.
İkincisi; “وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ” (“…Kalpleri titrer…” [el-Enfâl, 2]) buyuruyor. Kendimizi bir imtihan edelim. Allah anıldığı zaman kalbimiz titriyor mu? Kalbî duygularımız artıyor mu? “Aman yâ Rabbi! Ben nasıl hesaba çıkacağım?” En ufak bir dünya hesabından korkuyoruz.
İşte “وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ” “…Allah anıldığı zaman kalpleri titrer...” (el-Enfâl, 2) buyruluyor.
Üçüncüsü; “…Allâh’ın âyetleri okunduğunda îmanları artar…” (el-Enfâl, 2)
“Cenâb-ı Hak beni muhatap kıldı, bana ikram olarak Kur’ân-ı Kerîm’i indirdi…”
Ondan sonra teslîmiyet Cenâb-ı Hak istiyor.
“…Yalnız Rab’lerine dayanıp güvenirler.” (el-Enfâl, 2) buyruluyor.
Ondan sonra namaz, ibadetlerin başı; “Namazı ikāme ederler…” (el-Enfâl, 3) En zoru da bu. Kalp ve beden âhengi içinde bir namaz ikāme etmek.
Ondan sonra “…İnfak ederler.” (el-Enfâl, 3) buyuruyor. Sana veren kim? Allah. Ne istiyor senden? Yine Allah için vermeni istiyor.
Yine seherlere geliyor:
İbadurrahman, ibadet hâlinde olurlar seherlerde.
Tabi seherler, bu bir sevgiyi, aşkı gösteriyor. Sevgi, fedakârlık ister. Rabbini seviyorsan fedakâr olacaksın. Fakat fedakâr olunca, Rabbin de sana çok ikram edecek o seherlerde.
وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالأَسْحَار buyuruyor. “Seherlerde istiğfar ederler.” (Âl-i İmrân 17) Af kapılarını açıyor.
Yine Cenâb-ı Hak:
“…Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? (Buyuruyor.) Ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür.” (ez-Zümer, 9) buyuruyor.
Cenâb-ı Hak hiçbir mahlûkâtı, insan gibi secde edecek şekilde yaratmadı. İnsanın iskelet, anatomik yapısını Cenâb-ı Hak çok kolay secde etsin diye halketti.
Yine A‘raf Sûresi’nin 31. âyetinde:
“Ey Âdemoğulları! Her secde edişinizde güzel elbiseler giyin (Niye? Allâh’ın huzûruna çıkıyorsun. Sen görmüyorsun, O seni görüyor. «…Secde et ve yaklaş.» (el-Alak, 19) buyuruyor. Sonra diğer bir husus:) israf etmeyin (hayatta); çünkü Allah israf edenleri sevmez.” (el-A’râf, 31)
Kul, israftan kaçınacak. Tevâzu hâlinde olacak, iktisada dikkat edecek.
“…Bilenle bilmeyen bir olur mu?..” (ez-Zümer, 9) buyuruyor Cenâb-ı Hak.
Bilmek, bilgileri zihne depo etmek değil, yani zihni bir arşiv hâline getirmek değil. Bu kâinat hikmet, sır ve muammâları çözmek. Bu hâl de mârifetullah ile gerçekleşir. Gece ibadeti, bir riyadan uzak, Cenâb-ı Hak ile başbaşasın. Hâricî alâkaların kalktığı, duyuşların arttığı bir anlar. Fedakârlık… Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“(O müttakîler geceleri namaz kılmak, istiğfar etmek için) yanlarını (tatlı) yataklarından kaldırırlar…” (es-Secde, 16)
Ondan sonra kul:
“…Rabbimiz! Cehennem azabını üzerimizden sav. Doğrusu onun azabı gelip geçici değil, devamlıdır.” (el-Furkân, 65)
Bunu bir şuur hâline getirebilmek. Bu duygular içinde olabilmek.
“Şöyle derler: Rabbimiz! Cehennem azabını üzerimizden sav. Doğrusu onun azabı gelip geçici değil, devamlıdır.” (el-Furkân, 65)
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-:
“İnsanlar uykudadır, öldükleri zaman uyanırlar.”
Cenâb-ı Hak semâdan yağmur gibi amellerimizin önümüze akacağı, hesap vereceğimiz günü düşünmeye davet ediyor daima. Yine:
“Ölüm sarhoşluğu gerçekten gelir de: «İşte (ey insan) bu, senin öteden beri kaçtığın şeydir.» denir.” (Kāf, 19) Kāf Sûresi.
Gâye; ölümden korkmak değil, nasıl olsa gideceksin, çare yok ona! Gâye; ölümü güzelleştirebilmek.
Çok âyetlerde “keşke”ler geliyor. “يَا لَيْتَنَا” geliyor. “يَا لَيْتَنِي” geliyor. Hep orada Cenâb-ı Hak oradaki bir keşkeleri… Keşke, keşke, keşke ama, o keşkelerin bir faydası yok, hepsi bitmiş oluyor.
“Orası cidden ne kötü yerleşme ve ikamet yeridir!” (el-Furkân, 66) buyruluyor.
Ondan sonra:
“(O kullar), harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler. (Mülk Allâh’ın çünkü, senin değil. Ne cimrilik ederler, ne de israf ederler.) İkisi arasında orta yol tutarlar.” (el-Furkân, 67)
Ahmed ibn-i Hanbel Hazretleri:
“Mü’mine az bir mal yeter. (Şuradan yeter yani zengin olmaya değil, zengin ol, Allah yolunda infak et, yani yaşayışın olarak az bir mal yeter. Az bir malla yaşarsın.) Gâfile ise çok mal kâfî gelmez.”
İhtiras artıyor. Cenâb-ı Hak yine Âl-i İmran 186. âyette:
“Andolsun ki mallarınız ve canlarınız konusunda imtihana çekileceksiniz…”
İki büyük illet; israf ve cimrilik:
İsraf, kendine aşırı harcamak; cimrilik ise haddinden fazla kendisine biriktirmek. İkisi de bencillik ve bir hodgâmlık. Cenâb-ı Hak, bu şekilde bir kulluğu reddediyor.
Efendimiz buyuruyor:
“Her ümmetin bir fitnesi vardır. Benim ümmetimin fitnesi de maldır.” buyuruyor. (Tirmizî, Zühd, 26/2336)
Güzel bir tâbir var: “İsrafta hayır yoktur, fakat hayırda ise israf yoktur.” İstediğin kadar hayır yap, israf yok, tersine, büyük bir lûtuf.
Cehennem’e girenlere, uzaktan Cennet’e girenler soruyor:
“–Niçin siz Cehennem’e girdiniz?” diyor. Onlar da diyor ki:
“–Biz namaz kılanlardan değildik.” diyorlar.
En fecî ayrılık orada olacak.
Yavruları ufak yaşta alıştırmak lâzım. Ondan sonra:
“–Fukaraya yemek yedirmezdik.” diyorlar. Egoisttik diyorlar.
“–Dünyaya dalanlarla beraberdik.” Maalesef internetin birçok programları dünyaya daldırıyor, âhireti unutturuyor.
“–Cezâ gününü de yalan saydık diyor, ölüm de geldi çattı.” buyruluyor. (Bkz. el-Müddessir, 40-47)
Velhâsıl israftan kurtulmak. İsraf, her şeyde israf. İbadette israf; namazı beden ve kalp âhengiyle kılamamak. Zamanda israf, en büyük nedamet, zamanı boşa geçirmek. İlimde israf, ilmi hazmetmeyip ilmin gurur, kibir vermesi. Ahlâkî kıymetlerde israf. Efendimiz buyuruyor ki:
“Öyle bir zaman gelecek ki, kişi helâlden mi haramdan mı kazandığına aldırmayacak!” (Buhârî, Büyû, 7)
İşte görüyoruz, o piyango kuyruklarını görüyoruz.
“Öyle bir zaman gelecek ki, doğru söyleyenler yalanlanacak, yalancılar ise doğrulanacak. Güvenilir kimseler hâin sayılacak, hâinlere güvenilir olacak.” (Taberânî, XXIII, 314)
İşte günümüz, hep kıyamet alâmetleri. Fâiz, rüşvet olacak, âhireti unutturacak.
Efendimiz’in tabi bizlere bir îkaz:
“Yâ Rabbi! Beni gözümü açıp kapayıncaya kadar bile olsa nefsime bırakma!..” (Câmiu’s-Sağîr, c. I, s. 58)
Yine Efendimiz buyuruyor; maîşet temini ve infakta israf:
“Benden sonra size dünyanın çiçeklerinin (nîmetlerinin) ve ziynetlerinin açılmasından (ve gönlünüzü onlara kaptırmanızdan) korkuyorum!” (Buhârî, Zekât, 47) buyuruyor.
Yani dünya nîmetlerinin putperesti olmaktan, âhireti unutturmasından.
Yiyecekte israf; bu da haram girmesi. Kul hakkına dikkat. Bilhassa miraslara dikkat etmek lâzım. Bir gasp oluyor. Cenâb-ı Hak Nisâ Sûresi’nin 14. âyetinde bir azap olduğunu bildiriyor, daimî bir azap olduğunu bildiriyor.
Yani israf, sadece malı-mülkü, parayı ölçüsüzce harcayıp hebâ etmek değil, bütün hayatın safhalarıyla alâkalıdır.
–Ömrü boş geçirmek israftır.
–Yeme-içme, giyimde haddi aşmak israftır.
–Sıhhati lüzumsuz yerlerde zâyî etmek israftır.
–Tefekkürü rûhânî manzaralardan değil nefsânî vitrinlere yöneltmek israftır.
–Faydasız ilimle meşgul olmak israftır.
–İlmi, nefsânî menfaatlere âlet etmek, birer israftır.
Hele eğitimde, evlâtları sırf dünyevî istikbâl kaygılarıyla mânevî terbiyeden mahrum olarak yetiştirmek, israfların en büyüğü olan “insan isrâfı”dır.
Gerçek mîras, insan mîrâsıdır. Peygamberler arkalarında dâimâ bir insan mîrâsı bıraktılar.
Günümüz, küresel güçler, dünyayı bir câhiliye devrine bugün döndürdü. Baktığımızda, Yemen, Libya, Myanmar, bilhassa Suriye, İslâm beldeleri âdeta bir çadır hapishanesine döndü. Devasa birer sanki bir sahra hastanesi şeklinde.
Âlem-i İslâm, büyük mahrumiyetler içinde kaldı. Afrika’da bir yandan açlık ve kuraklık, bir yandan sömürgeci devletlerin enkazı, her taraftan mânevî feryatlar yükseliyor.
Onun için en mühim, bir mü’min, bir mü’minin derdiyle hemhâl olacak. Elinden, gücünden, eğer yoksa yardım edecek, hiç yoksa onlar için seherlerde dua etmek Rabbimiz’e.
Bugün bu çok mühim. Şöyle benzetme de yapabiliriz:
Pınar başında otursak, gelen bir misafire pınardan bir bardak su versek o güzel bir şey, iyi bir şey. Fakat çölde susuzluktan ölüme yaklaşmış bir kimseye bir bardak su getirmek, ikisi de bir bardak su ama birbirinden çok farklı. Bugün de hizmet, bu kadar bir ehemmiyet kazanıyor.
Ebu’l-Hasan Harakānî Hazretleri:
“Türkistan’dan Şam’a kadar sahada birinin parmağına batan diken, benim parmağıma batmıştır. Birinin ayağına çarpan taş, benim ayağımı acıtmıştır. Bir kalpte hüzün varsa o kalp benim kalbimdir.”
İşte ibâdurrahman, rahmetin tecellî ettiği bir kul.
Aynı duygular Hazret-i Mevlânâ’ya Şems Hazretleri kazandırmıştır. Şems ile, Şems-i Tebrizî ile karşılaştığında Mevlânâ Celâleddin, Selçuklu üniversitesinin büyük bir müderrisiydi. Şems’in ona öğretebileceği zâhirî bir ilim yoktu. O, bütün devrinin âlimlerini aşmıştı. Fakat Şems, onun ilmini yeşertecek, onun ilmini yeşertecek, ona gerçek ve coşkun muhabbeti öğretti. Yani nefes-i Rahmânî’yi tâlim etti. Engin merhamet ve şefkati onun kalbine nakşetti. Zihnine değil, kalbine nakşetti. Onun için Şems bana bir şey öğretti; “Üşüyen varsa sen ısınma hakkına sahip değilsin.” diyor.
Yani beden nasıl elbiselerle, battâniye ile ısınır, fakat vicdan üşüyorsa, o ancak şefkat ve merhamet mahsulü hizmetlerle, kalbin Hakk’a yaklaşmasıyla huzur bulur.
Şubat ayında -inşâallah- üç aylara giriyoruz. Üç aylarda da âhireti kazanmak iştiyâkıyla dünyadaki çalışmalarımızdan daha ötede -inşâallah- gayret gösteririz. Yani bilhassa müslümanın gözü daima âhirette olacak. Tahsili de, çalışması da, kazanması da, hizmeti de, gayreti de hepsi uhrevî bir gaye, mânevî bir maksada mebnî olacak.
Çünkü İslâm, birkaç ibadeti yapmakla tamamlanacak bir din değildir. İslâm, hayatın her safhasını ihâta eden, hayatı ihyâ ederek tanzim eden bir kâideler manzûmesidir. Bu kâidelere riâyet ederek yaşanan bir hayat, mü’mini rahmet insanı hâline getirir, ibâdurrahman hâline getirir.
Efendim; Cenâb-ı Hak cümlemizi rahmetin tecellî ettiği mü’min bir kul olmayı, mü’mine bir kul olmayı Cenâb-ı Hak nasîb eylesin -inşâallah-.
Bütün İslâm dünyası için Cenâb-ı Hak, üç aylarımız rahmet olur -inşâallah-. Cenâb-ı Hak kulluğumuzu unutturmasın!
مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ
(Nefsini bilen, Rabbini de bilir.)
Kendimizin hiçliğini tanımak, her şeyin Allâh’ın lûtfu olduğunun idrâki içinde yaşayabilmek, Cenâb-ı Hak cümlemize nasîb eylesin.
Duâmızın kabulü niyâzıyla; Lillâhi Teâle’l-Fâtiha!..
YORUMLAR