Osman Nûri Topbaş Hocaefendi 02 Kasım 2020 Sohbeti

Peygamberler Tarihi

Osman Nûri Topbaş Hocaefendi'nin Eyyüb Aleyhisselam'dan bahsettiği Erkam Radyo ve Erkam TV de yayınlanan 02 Kasım 2020 tarihli sohbeti...

2 Kasım 2020 Sohbeti

Üç İhlâs bir Fâtiha;

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in aziz, latîf, mübârek, pâk rûh-i tayyibelerine, ehl-i beytin, ashâb-ı kirâmın, enbiyâ-i izâmın, sâdât-ı kirâm hazarâtının, cümle geçmişlerimizin rûh-i şerîflerine, şehidlerimizin rûh-i şerîflerine, zelzelede vefat eden kardeşlerimizin cümlesinin ruhlarına;

Hastaların da şifasına -inşâallah- ve ümmet-i Muhammed’in bu virüs hastalığından selâmet bulmasına,

Diğer taraftan, dînimizin, vatanımızın, milletimizin selâmetine,

İslâm dünyasının bütün âfatlardan, felâketlerden berî olması niyaz ve duâsıyla;

Bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs…

Muhterem Kardeşlerimiz!

Eyyûb -aleyhisselâm- sabırda âbideleşen bir peygamber. Sabrın bileyi taşı aynı zamanda.

Eyyûb -aleyhisselâm- Şam civârında yaşayan insanlara gönderilmiştir. Kendisine çok az kişi îman etmiştir. Dedesi Hazret­i İshâk -aleyhisselâm-’ın duâsı bereketiyle, Cenâb-ı Hak, Eyyûb -aleyhisselâm-’a baştan, ilk devrede, çok mal-mülk, evlât verdi. Hizmetçileri, tarlaları ve hayvanları çok boldu. Sofrasında fakirler bulunmadıkça yemek yemezdi. Misafirlere ikram etmeyi ziyadesiyle severdi.

Ömrünün başlangıcında zengin, ortasında ilâhî bir imtihan olarak fakir ve garip yaşadı. Hayatının geri kalan kısmında ise “şükür” ve darb­ı mesel hâline gelen “sabır” neticesinde, tekrar ihsân­ı ilâhîye gark oldu. Halk ağzında da, ufak bir meşakkat olduğu zaman, “Eyyûb sabrı” derler. Bu şekilde bir darb-ı mesel hâline de gelmiştir.

Rabbimiz, onun sabırdaki tahammülünü şu şekilde senâ ediyor:

“...Gerçekten Biz Eyyûb’u sabırlı (yani rızâ hâlinde bir kul) bulmuştuk. O, ne iyi bir kuldu (نِعْمَ الْعَبْدُ, o ne güzel bir kuldu)! Dâimâ Allâh’a yönelirdi.” (Sâd, 44)

Mü’min de, iyi bir kul olabilmenin derdiyle dâimâ Allâh’a yönelecek, Cenâb-ı Hakk’a sığınacak. Yine dâimâ hâle rızâ hâlinde yaşayacak.

Eyyûb -aleyhisselâm-’ın malı-mülkü, evlâtları ve nâil olduğu bütün nîmetler, ilâhî bir imtihan olarak elinden alındı. Çok ağır hastalığa dûçâr oldu.

Ancak o, her hâlinde Hakk’a tevekkül ve teslîmiyet gösterdi. Bedenine, malına ve evlâdına gelen musîbetlere karşı büyük bir sabır sergiledi. İlâhî takdîre râzı oldu. Onun için “نِعْمَ الْعَبْدُ” buyuruyor “ne güzel bir kuldu” buyuruyor.

Süleyman -aleyhisselâm- varlıkta; Eyyûb -aleyhisselâm- yokluk ve ıztıraplara tahammül... Eyyûb -aleyhisselâm-’ın bu sabır ve teslîmiyeti, dillere destan oldu. Bir ibret numûnesi olarak insanlık tarihine geçti.

Eyyûb -aleyhisselâm-’ın imtihânı, peygamberlik devresine âit. Başına gelen her türlü musîbet imtihânında, mel’ûn şeytan musallat oldu. Yani şunu unutmamak lâzım ki, iblis daima meyveli ağaca taş atar.

Şöyle ki; iblis, ondaki fazîleti hazmedemedi. İnsan kılığına girerek halk arasında:

“–Bu kadar nîmet ve bolluk içinde kulluk yapmak kolaydır. Eyyûb’u bir de darlık ve belâ ânında görmeli!..” diyordu.

Rabbimiz de, Eyyûb -aleyhisselâm-’ın tevekkül-teslîmiyetini izhâr etmek için bu sevgili peygamberine çeşitli musîbetler verdi.

Cenâb­ı Hak, ilk olarak mallarını elinden aldı. Bir sel ile koyunlarını, bir rüzgâr ile de ekinlerini mahvetti Cenâb-ı Hak.

Şeytan, çoban kılığına girerek hemen Eyyûb -aleyhisselâm-’a koştu. Ağlaya ağlaya olup biteni haber verdi:

“–Ey Eyyûb dedi, malın da gitti dedi. Büyük bir felâket oldu. Allah, senin bütün malını ve mülkünü telef etti!”

Eyyûb -aleyhisselâm- büyük tevekkül ve teslimiyetle, hiç telaşlanmadı. İnsan kılığına girmiş bulunan şeytana:

“–Mal ve mülkü bana Rabbim vermişti. Mal, mülk Allâh’a ait. Şimdi de aldı. Yegâne sahip O’dur! Dilerse verir, dilerse alır!..”

Şeytan, bu söz ve tavırlar karşısında perişan oldu.

Daha sonra Eyyûb -aleyhisselâm-’ın ders okutmakta olduğu çocukları bir zelzele neticesinde, hepsi vefât etti. Hiçbir çocuğu kalmadı. Şeytan bu sefer de feryâd ü figân ederek Hazret­i Eyyûb’un yanına geldi. Onu isyâna sürüklemek maksadıyla:

“–Ey Eyyûb dedi, Allah Teâlâ senin evini zelzele ile yıktı. Bütün çocuklarını elinden aldı. Onların canhıraş feryatları dayanılacak gibi değildir, evlâtlarının feryatları dayanılacak gibi değildir. Sen hâlâ duruyorsun!” dedi.

Hâdiseyi o kadar acıklı bir şekilde nakletti ki, Hazret­i Eyyûb’un gözlerinden yaş geldi. Ancak bu imtihan karşısında büyük bir sabır gösterdi.

Aynı şekilde Rasûlullah Efendimiz’in oğlu İbrahim de vefat ettiği zaman, Efendimiz’in gözünden bir yaş geldi.

“–Yâ Rasûlâllah!” dedi ashâb-ı kirâm. “Siz de mi?” dedi.

“–Yok dedi, bu dedi, gözden gelen bu damla, bir merhametin neticesidir. Gözden damla gelir, fakat kalp, Allâh’a tam teslimdir.” (Bkz. Buhârî, Cenâiz, 44; İbn-i Sa’d, I, 138)

Bu acıklı duruma da sabır gösterdi.

Tabi şeytan, (maksadına) yine nâil olamadığından, öfkeden, bir şeyler diyecekti, Eyyûb -aleyhisselâm- buna fırsat vermedi:

“–Ey mel’ûn! Sen iblîs’sin! Beni Rabbime karşı isyana teşvik etmek istiyorsun! Bilesin ki evlâtlarım birer emanetti. Sahibi geri aldı! Veren O, alan O! Ben her hâlde Rabbime hamd eden bir kulum.” dedi.

Azîz Mahmud Hüdâyî Hazretleri de bu teslîmiyeti şöyle ifade eder:

Alan Sen’sin, veren Sen’sin, kılan Sen;

Ne verdinse odur; dahî nemiz var!..

Zor bir durum. İnsanın evlâdı, kendi parçası. Rasûlullah Efendimiz, o sabreden bir anne-babayı şu şekilde bildirir:

“Bir kulun çocuğu vefât ettiğinde, Allah Teâlâ melekleri gönderir:

«–Kulumun çocuğunun rûhunu (mu) aldınız?» buyurur. Melekler:

«–Evet yâ Rabbi.» derler (Aldık derler). Allah Teâlâ:

«–Onun gönül meyvesini mi kopardınız?» Melekler:

«–Evet yâ Rabbi.» derler. Hak Teâlâ:

«–Peki, kulum ne dedi (karşılık olarak)?» Melekler:

«–O Sana hamd etti:

اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ

“…Biz Allâh’a âidiz, yine Allâh’a döndürüleceğiz.” (Bkz. el-Bakara, 156) diyerek yalnız Sana ilticâ etti (o anne-baba).»

Bunun üzerine Allah Teâlâ şöyle buyurur:

«–Kulum için Cennette bir ev inşâ edin. İsmini de “Beytü’l-Hamd: Hamd Evi” koyun.» buyurur.” (Tirmizî, Cenâiz, 36/1021)

Yine diğer bir şeyde Efendimiz şöyle buyuruyor:

“Kul hastalanınca, Allah Teâlâ iki melek gönderir ve onlara:

«–Gidin bakın, kulum yardımcılarına ne diyor, bir dinleyin!» diye emreder.

Eğer o kul, melekler geldiği zaman Allâh’a hamd ediyor, senâda bulunuyor ise, onlar kulun bu hâlini, her şeyi (zâten) en iyi bilen Cenâb-ı Hakk’a yükseltirler. (Melekler sırf kulunun ameline şâhid olsun diye gönderen) Allah Teâlâ:

«–Kulumun rûhunu kabzedersem, onu Cennet’e koymak, kulumun Ben’im üzerimde hakkı olmuştur. Şâyet şifâ verirsem, onun etini daha da hayırlı bir etle, kanını daha hayırlı bir kanla değiştirmek, günahlarını da affetmek, üzerimde hakkı olmuştur.»” Cenâb-ı Hak buyuruyor, Muvattaʼda. (Muvatta, Ayn, 5)

Rabbimiz, Eyyûb -aleyhisselâm-’ın malını, evlâtlarını aldıktan sonra, ona bir de hastalık verdi. Tabi Kur’ân­ı Kerîm, bu hastalığın cinsini belirtmiyor. Lâkin hastalığı o kadar derece arttı ki, hiç kimse yanına uğramaz oldu. Yalnız hanımı Rahme Hâtun, eşsiz bir sadâkat ve vefâ örneği sergiledi. Onun hizmetine devam etti. El işleri yaparak maîşetini temin etti.

Eyyûb -aleyhisselâm-, bu hastalığında hiçbir zaman şikâyetçi olmadı. Daima şükür hâlinde idi. Rabbine sığındı, sabretti, hamd ü senâya devam etti. Edep göstererek, hastalık ve yorgunluğunu şeytana izâfe etti. Âyet­i kerîmede buyruluyor:

(Rasûlüm!) Kulumuz Eyyûb’u da an! O, Rabbine: «Doğrusu şeytan, bana bir yorgunluk ve eziyet verdi.» diye seslendi.” Sâd Sûresi, 41. âyet.

Şeytan, Eyyûb -aleyhisselâm-’ı şükür, hamd ve rızâ hâlinden uzaklaştıramayınca, bu defa şehir halkına vesvese vermeye başladı:

“–Sakın Rahme ile görüşüp kendisine yardımcı olmayın! Yoksa Eyyûb’un hastalığı Rahmeʼye, Rahmeʼden de size geçer! Derhal onu şehrinizden kovun!” dedi.

Şehir halkı, Rahme Hâtun’a:

“–Eyyûb’la beraber burayı terk edin dedi. Yoksa sizi taşlayarak öldürürüz!” dediler.

Rahme Hâtun, çâresiz kaldı. Eyyûb -aleyhisselâm- zaten bitkin, zayıflamıştı, sırtına alarak o insanların bulunduğu yerden uzaklaştırdı. Şehir dışında bir yer edindi. Küçük bir kulübe yaptı. Eyyûb -aleyhisselâm-’a kumdan bir yatak, başına taştan bir yastık koydu. Hizmetine sadâkatle devam etti.

Eyyûb -aleyhisselâm- bu durumda bile, oradan gelip geçene “emr­i bi’l­mârûf ve nehy­i ani’l­münker”de bulunuyordu. Daima hakka davet ediyordu.

Rahme Hâtun, geçimlerini temin için şehirdeki hanımlara iplik büküyordu. Bir ara efendisine:

“–Sen bir peygambersin! Allah Teâlâ’dan sıhhat ve âfiyet istersen de bu dertleri senden alır. Sen Cenâb-ı Hakkʼın mümtaz bir kulusun.”

Eyyûb -aleyhisselâm- ise hanımına:

“–Sıhhat ve âfiyetle geçen günlerimiz ne kadardır?” diye sordu. Rahme Hâtun:

“–Seksen yıl.” dedi.

Bunun üzerine Hazret­i Eyyûb:

“–Ey Rahme! Şiddet ve belâ zamanı sıhhat ve safâ süresi kadar olmadan Cenâb­ı Hakkʼa şikâyet etmekten hayâ ederim. (Seksen sene bizim sıhhat hayatı geçti, daha o kadar hastalık hâlimiz geçmedi.) Allah Teâlâ bize nîmetler verirken (râzıyız da), O’ndan gelen belâlara niçin sabretmeyelim?!”

Daima bizi bir tefekküre davet...

Eyyûb -aleyhisselâm-’ın bu sabrını, Rasûlullah Efendimiz şöyle senâ ediyor:

“Hazret-i Eyyûb, insanların en halîmi, en sabırlısı, en gazabını (öfkesini) yeneni idi.” (İbn­i Ebî Şeybe, Musannef, III, 201)

Eyyûb -aleyhisselâm-’ın sabrı ve rızâ hâli, Hak yoluna giren sâlik ve dervişlerin bilhassa ibret ve hisse alması gereken en güzel bir misaldir.

Mevlânâʼda bir misal var bu hususta. Yani Dostʼtan gelen ıztırapları hoş karşılamak… Mevlânâ Hazretleri, sevenin sevdiği uğrunda katlanacağı fedâkarlıkları şu temsilî hikâye ile anlatır:

Bir efendiye hediye olarak bir kavun geldi. O da sevdiği, gönüldaşı, derin duygulu, sâdık hizmetkârı Lokman’ı çağırttırdı.

Lokman gelince efendisi kavundan bir dilim kesip ona ikram etti. Lokmanʼı çok seviyordu. Lokman o dilimi sanki bal gibi, şeker gibi yedi.

Efendisi ona ikinci bir dilimi verdi. Zira efendisi, Lokman’ın duyduğu bu lezzet karşısında huzur buluyordu. Ona ikram etmenin huzuru içindeydi.

Derken kavundan son bir dilim kaldı. O zaman efendisi;

“–Bunu da ben yiyeyim; ne kadar tatlı bir kavun olduğunu anlayayım.” dedi.

Efendisi o dilimi yer yemez, kavunun acılığından ağzını bir ateş kapladı. Dili uçukladı, boğazı kavruldu. Kendinden geçti. Ondan sonra Lokman’a sordu:

“–Ey benim kıymetli, canım hizmetkârım! Böyle bir zehri nasıl oldu da tatlı tatlı yedin? Neden bir şey söylemedin?”

Lokman dedi ki:

“–Ben; siz efendimizin elinden o kadar tatlı yemekler yedim, maddeten ve mânen o kadar çok nimetlerle perverde oldum ki, size bunlar için mukabelede bulunamadığımdan dolayı, utancımdan iki büklüm olmuşumdur. Sizin elinizle ikram ettiğiniz bir şeye;

«–Bu acıdır, yenilemez.» diye, ben diyebilir miyim bunu?!.

Hem sizin elinizden gelen her acı bana tatlı gelir. Çünkü bedenimin bütün cüzleri sizin nîmetlerinizle perverde olmuştur.

Efendim! Sizden gelen bir acıdan feryâd edersem, başıma yüzlerce defa toprak saçılsın. Lûtufkâr elinin tadı, bu kavunda nasıl bir acılık bırakır?

Tabi bunu da en müşahhas, ashâb-ı kirâmda görüyoruz. Nasıl bir Efendimizʼe muhabbet vardı?! “Sen emret yâ Rasûlâllah diyordu. Canım, malım, her şeyim Sana fedâ olsun!” diyordu. Hakikaten bunun için samimî bir fedakârlık içindeydi.

Bunu Bedirʼde görüyoruz, Uhudʼda görüyoruz, Hendekʼte görüyoruz, bütün Efendimizʼin seferlerinde, Hudeybiyeʼde görüyoruz; hep bir fedakârlık hâlindeydi ashâb-ı kirâm. Niye? Muhabbet, çok seviyor. Yani dünya eridi, Rasûlullah Efendimizʼin sevgisi, hepsinin ötesine geçti.

Mevlânâ bu hikâyeden sonra muhabbetin ne olduğunu izah ediyor:

“Muhabbetten acılar tatlılaşır, bakırlar altın olur.

Muhabbet ile tortular durulur arınır, dermansız dertler şifa bulur.

Muhabbetten dolayı zindanlar gül bahçesine döner.

Muhabbetten ötürü karanlık evler aydınlanır, nurlanır. Nâr/ateş, nûr olur.

Hâsılı muhabbet ile, kahırlar lûtuf olur, zahmetler rahmete döner.” (Mesnevî)

En büyük çileler; başta Cenâb-ı Hakk’ın en sevgili kulları peygamberlerin, daha sonra da peygamberlerin vârisi olan Hak dostlarının ve sâlih kulların başından geçmiştir. Çileler, onlara terfi-i derecât durumundadır.

Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-, yıllarca tevbesinin kabulü için gözyaşı döktü. Hiç insan da yok. Kendisi Serendibʼde, Havvâ Vâlidemiz Ciddeʼde, kırk sene.

Yusuf -aleyhisselâm-, haksız bir yere atıldığı kuyuda ve zindanda nice çileler çekti. Arkadan bir de Züleyhaʼnın musibetine uğradı.

Hazret-i Eyyûb -aleyhisselâm- işte muhteşem varlıklardan sonra; -maldı, evlâttı vs.- yokluk, hastalık, onlarla bir imtihandan geçti

Zekeriyyâ -aleyhisselâm- Yahyâ -aleyhisselâm- şehid edildi.

Yani bütün peygamberler; müşriklerin çirkin hücumları, hakaretleri ve iftiralarına maruz kaldılar. Kimisi de çok ağır bir şekilde şehid edildi.

En geniş nimet ve imkânlara mazhar olan, Hazret-i Süleyman -aleyhisselâm-’dır. Onun dahî hayatında an gelmiş, iptilalara dûçâr olmuştur. “Onu tahtında ölü bir ceset gibi bıraktık.” buyuruyor Cenâb-ı Hak. Sonra kaldırıyor, istiğfar ediyor, tekrar veriyor. (Bkz. Sâd, 34)

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, çektiği çileler ile ne kadar bir tahammül hâlindeydi.

Efendimiz; ashabına karşı son derece şefkatli iken, 13 sene Mekke devrinde, Fahr-i Kâinat Efendimiz’in gözleri önünde, sahâbe efendilerimiz dövüldüler, sövüldüler, işkencelere tâbî tutuldular. Kızgın taşların üzerine yatırıldılar. Üzerlerine dev taş kütleleri konarak kemikleri kırıldı.

İslâm’ın ilk şehîdesi Sümeyye Hâtun; bir ayağı bir deveye, diğer ayağı bir deveye bağlandı, ters istikamete götürülüp parça parça edilerek katledildi.

Fakat muhabbet, demek ki onlara bu ıztırâbı hafifletiyor.

Efendimiz bütün bunlara sabretti. Ki Efendimiz, ümmetine raûf ve rahîm. Bir ananın-babanın merhametinden daha fazla merhameti vardı.

Diğer taraftan 7 tane evlâdı vardı. 7 evlâdının 6’sını kendi eliyle toprağa verdi. Sabretti... Tahammül etti...

Diğer taraftan müşrikler, çok sevdiği Hazret-i Hamza’yı, Mus‘ab bin Umeyrʼi, Câfer bin Ebû Tâlibʼi, Zeyd bin Hârise gibi birçok kıymetli talebelerini şehid ettiler.

Reci’de, Bi’r-i Maune’de, gözü gibi sakındığı Ashâb-ı Suffe, Kur’an talebelerini şehid ettiler.

Sabretti... Tahammül etti...

Kendine yapılan zulümleri ise, daima affetti. Mekke fethinden sonra, tam bir kısas fırsatı doğmuşken, 20 yıldır birikmiş hesapların, ıztırapların üzerine bir şal attı. Af ilan etti. Mekkeliler;

“‒Sen, kerem ve ihsan sahibi bir kardeş oğlusun!..” diye, Efendimiz’in faziletini itiraf ettiler. (Bkz. İbn-i Hişâm, IV, 32; Vâkıdî, II, 835; İbn-i Sa’d, II, 142-143)

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; çilelere, en güzel şekilde sabır ve tahammül göstermenin, kötülüğü iyiliklerle savarak, kendisini öldürmeye geleni diriltmenin en güzel misallerini sergiledi.

Ashâb-ı kirâm bu çilelerle olgunlaştı.

Mekke devri de 13 sene süren pek zorlu bir çile mevsimidir. Bilhassa Bilâl -radıyallâhu anh-, Habbâb, Yâsir, Sümeyye gibi fakir ve zayıf sahâbîler çok ağır işkencelere tahammül ettiler. Sadece onlar değil, Hazret-i Ebû Bekir gibi varlıklı sahâbîler dahî defalarca hucumlara uğradı. Hattâ bir müşrikin demir ayakkabısıyla dövüldü, tartaklandı ve ölümden zor kurtuldu.

Hakâret, istihzâ, muhâsara, açlık, daha ne çileler...

Sonunda yurtlarını, evlerini ve akrabalarını bırakarak, servetlerini bırakarak hattâ, Medîne’ye hicret etmek zorunda bırakıldılar.

Medîne devrinde çile sona ermedi. Bu sefer de münâfıklar, müşrikler, yahudiler arasında bütün sıkıntı ve meşakkatlere maruz kaldılar. Savaşlara mecbur kaldılar, en yakınlarını kaybettiler ve şehid verdiler.

Tâ müşrikler, 450 km.den geliyorlardı, İslâmʼı kaldırmak için. Kendilerini Cenâb-ı Hak felâkete uğrattı.

Bu çileler neticesinde gönülleri; en güzel kıvamda olgunlaştı, her türlü hamlıktan kurtuldu. Onlar, bilhassa tevhid üzere akāid hususunda her çeşit imtihandan geçtiler. Hiçbir şekilde İslâm’dan taviz vermeyip kalb-i selîme nail oldular. Nihayet rızâ-yı ilâhîye vâsıl oldular.

Nasıl bir yemek pişirmeden yenmez, hazmedilmez ise; gönül de, ancak çileler içinde kemâle erer. Dergâh-ı ilâhîde kabul bir gönül hâline gelir.

Bu ne güzel bir misaldir. Kâinat bir kevnî âyetlerle dolu. Sahilde olanlar bilirler: Denizle karanın birleştiği yerde kumsal vardır. Dalgalar orayı devamlı döver. Asırlarca döver. Oradaki taşlar da granit gibidir, kırılmaz.

Tasavvufta, insanın seyr u sulûkü “yeniden doğması”na benzetilmiştir. Bu manevî doğum.

Unutulmamalıdır ki insanı olgunlaştıran, çilelerdir.

“Kadının batnı (karnı) yeni bir çocuk doğurmadıkça, kan süte dönmez.” Kadın, o çileleri, anne o çileleri çekecek ki o kandan süt çıkacak.

Bu yol çilelidir, zahmetlidir, fakat neticesi rahmet doludur.

Doğum da tahammülün bir bereketidir. Bir anne, dokuz ay karnında meşakkatlerle taşıdıktan sonra, evladını dünyaya getirir. Annelik şerefine bu zahmetlerle erişir.

Mevlânâ yine burada buyurur:

“Doğum ağrısı; gebeye göre ağrıdır, ama ana karnındaki çocuğa göre, zindandan kurtuluştur.”

Demek ki Allah yolunda tahammül edilmesi icab eden güçlüklere, iptilalara; sonunda hâsıl olacak nîmetler zâviyesinden bakabilirsek, onlar mübârek bir vesîledir.

Hattâ Mevlânâ, daha öteye:

“Sana diyor, Allah ıztırap vermişse diyor, buna çok diyor, sevin diyor. Bu şekilde senin diyor, âhiretin selâmete erecek diyor. Fakat sabretmek şartıyla, şükretmek şartıyla.”

Yine kâinattan Mevlânâ misal verir:

“Ayın kapkaranlık gecelere sabretmesi onu apaydın eder.

Gülün dikene sabretmesi, güzel bir koku verir.”

Es‘ad Erbilî Hazretleri ise; âşık gönüllere, çilelere tahammülü kolaylaştıran vuslat sırrını şöyle ifade eder:

“Aşk gülistanının yolunda dikenden korkulmaz! Ben her dikenin üstünden yüzlerce gonca toplarım!”

“Dervişlik bostanında ıztıraptan zevk alırım. Yastığımı dikenden yaparsam, rüyamda Gül’ü görürüm!”

Tabiat da, çilelere tahammülün neticesinde bereketlenir.

Meselâ toprak, sonbahar ve kışın ağır zorluklarına tahammül eder, ancak bu şekilde bir ilkbahar çıkar. O kupkuru ağaçlar meyvelerini verir ve güzelliklerini de serper. Yani ancak çilelerden sonra canlanıp yeşermek nasib olur.

Yine Mevlânâ der:

“Yemyeşil daldan ayrılmayacak yapraklar bitsin diye gönül, dalındaki sararmış yaprakları döker.

Gam, gönülden neyi döker, neyi sökerse karşılık olarak gerçekten onun çok daha güzeli verilir.”

Yine diğer bir misal:

İbrahim -aleyhisselâm- Sâre Vâlidemizʼle Mısırʼa girdiler. Mısırʼa girerken hemen huduttaki bekçiler, saraya, Firavunʼa haber verdiler:

“‒Cemâl sahibi bir kadın geldi.” dediler.

Firavun, cemâl sahibi kadınları yanına alırdı tecâvüz için. İbrahim -aleyhisselâm- da nasıl bir sabır, ne kadar bir zorluk! Sâre Vâlidemizʼi içeri aldılar, Firavunʼa takdim edecekler, Firavun da zevkini alacak. Fakat orada İbrahim -aleyhisselâm- da bahçede. Yani ne kadar bir ıztırap!

Hemen Sâre Vâlidemiz iki rekât bir namaz kıldı. O namaz neticesinde yanına Firavun geldi, eli-ayağı titremeye başladı:

“‒Aman dedi, bu kadını burada defedin dedi. Cinnî midir nedir dedi. Neredeyse dedi, beni felç hâline getirecek dedi. Hattâ Hâcerʼi de yanına verin, buradan iyice gitsin, uzaklaştırsın!” dedi.

Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:

“Ey îmân edenler! Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin. Şüphesiz ki Allah sabredenlerle beraberdir.” (el-Bakara, 153)

Velhâsıl her meşakkat karşısında dayanılacak şey, namaz ve namazla beraber sabır. İki güç, selâmete erebilmek için.

Tabi bu 80 sene bir sıhhat hayatı.

“Şurada birkaç sene ancak bu ıztırap hayatındayız.” dedi, hanımına.

“‒Ey Rahme dedi, şiddet ve belâ zamanı, sıhhat ve safâ süresi kadar olmadan, Cenâb-ı Mevlâʼya şikâyet etmekten hayâ ederim.” dedi. Allah Teâlâ bizlere nîmetleri verirken râzı oluyoruz da, ondan gelen belâlara niçin sabretmeyelim?” dedi.

Âyette “…Gayzlarını yutarlar…” (Âl-i İmrân, 134) buyuruyor Cenâb-ı Hak.

Eyyûb -aleyhisselâm-ʼın sabrı ve rızâ hâli, Hak yoluna giren sâlik ve dervişlerin bilhassa ibret ve hisse alması gereken en büyük bir misâldir.

Tabi şunu da unutmamak lâzım ki:

“Her zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.” (el-İnşirâh, 5-6) buyruluyor.

Nitekim Efendimizʼin Mîrâcʼa nâil olması, Tâifʼte çektiği bir eziyetlerden sonra. Hatice Vâlidemiz, Efendimizʼin en destekçisiydi, o vefat etti. Ondan sonra yine hep şükür hâlindeydi, sabır hâlindeydi. Cenâb-ı Hak Mîrâcʼa nâil eyledi.

Yani çileler, gamlar, hayatta mes’ud olmaya mânî gibi görünürse de, hakîkatte öyle değildir. Sabretmesini ve Allah’tan gelenlere rızâ göstermesini bilenler için, belki daha büyük bir sürûra ulaşmak içindir.

Velhâsıl Eyyûb -aleyhisselâm- şeytanın tasallutlarına karşı hep böyle bir sabırla, şükürle, ona güzel, veciz ifadeler verdi. Onu yanından o şekilde defetti. Bir netice, Eyyûb -aleyhisselâm-ʼdan alamayınca, şeytan, Rahmeʼye döndü. İkide bir önüne çıktı ve aklını çelmeye çalıştı.

Tabi Rahme Hâtun da bunları Eyyûb -aleyhisselâm-ʼa anlatıyordu. Eyyûb -aleyhisselâm-:

“–Ey hanım dedi. O senin yoluna çıkan iblîs’tir. Dikkatli ol; seni vesvese ile benden ayırmak istiyor!..” dedi.

Rahme Hâtun, Yusuf -aleyhisselâm-’ın torunlarındandı. Bu sebeple cemâl sahibi idi. Civârında ondan daha güzel bir hanım yoktu.

Şeytan, bir gün onun karşısına yakışıklı bir kişi sûretinde çıktı:

“–Senden daha güzel birini görmedim dedi. Ben şu yakın köydeyim. Servetimin de haddi­hesâbı yoktur...” dedi.

Rahme Hâtun da Cenâb-ı Hakkʼa sığınarak:

“–Ben hasta olan Eyyûb Peygamber’in hanımıyım. Ona hizmet etmekteyim. Ve ben, o şerefli peygamberden başkasına aslâ meyletmem...” dedi ve yürüyüp gitti.

Rahme Hâtun, Eyyûb -aleyhisselâm-’ın yanına dönünce anlattı.

“–Ey Rahme dedi. Ben sana ondan sakınmanı söylemedim mi? Yanına gelen senin şeytandı. Sana iyileşince yüz tane sopa vurayım!” dedi.

Eyyûb -aleyhisselâm-’ın hastalığı gittikçe şiddetlendi. Hattâ onun peygamberlik vazifesini yapmasına mânî olmaya başladı. O zaman Cenâb-ı Hakk’a şöyle duâ etti:

“…Bana gerçekten hastalık isâbet etti. Sen (yâ Rabbi) merhametlilerin en merhametlisisin!” (el­Enbiyâ, 83)

Câfer Sâdık Hazretleri buyuruyor ki:

“Musîbet müddeti uzayınca şeytan: «Ey Eyyûb! Hastalıktan kurtulmak istersen, bana secde et!» dedi. Hazret­i Eyyûb’un kalbi mahzun oldu: «Hastalıktan değil, düşmanın harîs olmasından rahatsızlandım.» dedi. Rabbine: «Bana bu hastalık isâbet etti yâ Rabbi!» dedi.” Yani şifâ için.

Diğer bir rivâyette:

Kendisine îmân etmiş bulunan birkaç kişi de:

“‒Eğer bunda hayır olsaydı, bu belâya dûçâr olmazdı!”

Nâdanların bu sözleri de, Hazret­i Eyyûb’u son derece rencide etti.

Diğer bir rivâyette:

Rahme Hâtun çâresizlik içinde kalarak yiyecek almak için elbisesini sattı. Eyyûb -aleyhisselâm- bunu öğrenince büyük bir üzüntüyle Rabbine ilticâ etti.

Diğer bir rivâyette:

Cebrâîl -aleyhisselâm-, Hazret­i Eyyûb -aleyhisselâm-’a gelerek:

“‒Hak Teâlâ’nın hazinesinde musîbet imtihânı çoktur. Onlara tâkat getiremezsin. Sen Allah’tan âfiyet talebinde bulun!” demiş, şifâyâb olması için Cenâb­ı Hakk’a duâ etmesini söylemişti. Bunun üzerine duâ ediyor.

Rivâyete göre, bir kimse Rasûlullah Efendimizʼin mescidine girdi, Eyyûb -aleyhisselâm- ile alâkalı Efendimizʼe bazı sorular sordu. Peygamber Efendimizʼin gözünden yaşlar döküldü. Şöyle buyurdu:

“Allah Teâlâ’ya yemin ederim ki, Eyyûb belâdan inlemedi... Yedi sene, yedi ay, yedi gün, yedi gece o belâda kaldı. (Bu belâ neticesinde) namaz kılmak için ayakta duramıyordu, düşüyordu. Hak yolundaki hizmetinde kusur gördü. (O zaman âyette buyrulan):

«Bana gerçekten hastalık isâbet etti» dedi.” (Bkz. Kurtubî, Tefsîr, XI, 323, 327)

Bu hâlini dâimâ Cenâb-ı Hakkʼa arz etti. Nitekim Yâkub -aleyhisselâm- da Yusufʼun hasreti için Cenâb-ı Hakk’a şöyle ilticâ etmişti:

“Ben bütün kederimi, hüznümü ancak Allâh’a arz ediyorum…” (Yûsuf, 86) buyurmuştu.

Velhâsıl Rahme Hâtun yine yiyecek aramak için çıkmıştı. Cebrâîl geldi.

Cenâb­ı Hakk’ın şu emrini bildirdi:

“Ayağını yere vur! İşte içilecek soğuk bir su!” (Bkz. Sâd, 42)

Eyyûb -aleyhisselâm- ayağını yere vurdu. Hemen bir pınar çıktı. O da bu su ile yıkandı ve böylece mûcize olarak iç ve dış hastalıkların hepsinden kurtuldu.

Bir başka rivâyete göre, Eyyûb -aleyhisselâm- yere vurdu, biri sıcak, diğeri soğuk iki kaynak çıktı. O da, sıcak suyla yıkandı, soğuk suyla da içti.

Tabi burada dikkat edilecek; “Ayağını yere vur!” emredilmesi, demek ki kuldan da bir gayret lâzım.

Velhâsıl Eyyûb -aleyhisselâm-’ın büyük edep, tâzim, şükür, sabır neticesinde duâsı kabûl edildi. Kendisine şifâ ve rahmet, lûtuf kapıları açıldı.

“Bunun üzerine (âyet­i kerîmede buyruluyor) Biz, tarafımızdan bir rahmet ve kulluk edenler için bir hâtıra olmak üzere onun duâsını kabul ettik. Dert ve sıkıntı olarak ne varsa (hepsini) giderdik (o dert, sıkıntıların). Ona âile efrâdını, ayrıca bunlarla birlikte bir mislini daha verdik.” (el­Enbiyâ, 84)

Bu sırada Rahme Hâtun dönüyor, erzak almaya gitmişti. Eyyûb -aleyhisselâm-ʼı tanıyamadı. Orada bir delikanlı bir genç gördü. Ve Eyyûb -aleyhisselâm-ʼı kaybettiğini zannetti. Feryâd edip ağladı. Eyyûb -aleyhisselâm- seslendi, o delikanlı dedi ki:

“–Ey hanım! Kimi arıyorsun sen?” dedi.

“–Bir hastam vardı, hayat arkadaşımdı. Bu kadar sıkıntı çekmiş iken, şimdi ben o hazineyi kaybettim...” dedi.

“–O nasıl bir kimse idi?” diye sordu o delikanlı.

“–O sabırlı Eyyûb’du. Sağlıklı iken sana benzerdi.” O delikanlıya diyor.

“–Ey Rahme!” diyor Eyyûb -aleyhisselâm-. “İşte o benim diyor. Allah Teâlâ, bana sıhhat verdi.” diyor.

Her ikisi de sevinçle ağlaşarak Cenâb­ı Hakk’a şükürde bulundular. Eyyûb -aleyhisselâm- eski gençlik ve dinçliğine kavuştu. Buna ilâveten Allah Teâlâ, ona evvelkinden daha fazla hem mal hem de evlâtlar verdi.

Yine âyet-i kerîme, Sâd Sûresi, 43. âyet:

“Biz’den bir rahmet ve akl-ı selîm sahipleri için bir ibret olmak üzere, ona hem âilesini, hem de onlarla beraber bir mislini bağışladık.”

Demek ki daima sabırdan sonra rahmet geliyor. Zaten dünya da öyle, birtakım sabırlardan sonra, -inşâallah- ebedî bir saâdet gelecek.

Sadece şurada çok ibretli bir hâdise var:

Eyyûb -aleyhisselâm- her gecenin sabahında derinden bir “âhh!” çekerdi. Sebebini sordu. Dedi ki:

“–Bu gece seher vaktinde; «Ey bizim hastamız, nasılsın?» diye ses duymadım.” dedi.

Yani daha evvelden daima hâtiften bir ses gelirdi:

“‒Hastamız, nasılsın?” derdi. “Fakat şimdi o ses gelmiyor.” dedi. Onun için bir “âh” çekti.

Demek ki burada sabredenler için, şükredenler için, Cenâb-ı Hak daima büyük mükâfatlar ihsan ediyor.

Velhâsıl “Hâle rızâ”, bunun neticesi “sabır ve tevekkül”, kemâl sahibi mü’minlerin fârik vasfıdır.

Efendimiz zamanında çok zor zamanlar oldu. Hendek Harbiʼnde olduğu gibi. “Allâhʼın yardımı acaba gelmeyecek mi?” diye kimi müʼminlerde bir vesvese gelmeye başladı. O zaman Rasûlullah:

اَللّٰهُمَّ لَا عَيْشَ اِلَّا عَيْشُ الْاٰخِرَةِ

“Ey Allâhʼım! Esas hayat, âhiret hayatıdır.” diye telkin ediyordu. (Buhârî, Cihad, 110)

Yine bu Mekke Fethiʼnde, Mekkeʼye girerken Efendimiz, devenin üzerinde şükür hâlindeydi. Sakalı, devenin sırtına değecek kadar bir secde hâlindeydi. O zaman da müʼminlere herhangi bir şımarma gelmesin diye:

اَللّٰهُمَّ لَا عَيْشَ اِلَّا عَيْشُ الْاٰخِرَةِ

(“Allâh’ım! Esas hayat, âhiret hayatıdır.” [Buhârî, Rikāk, 1]) buyurdu.

Ömer bin Abdülazîz’e sordular:

“–Neyi seversin?” dediler. O da şöyle cevap verdi:

“–Benim sevincim, yalnız benim mukadderâtımdır, kaderimdir. Ben Allah Teâlâ’nın hükmünü severim...”

Demek ki kulun mukadderâtına îtiraz etmemesi, “bu Allahʼtandır” deyip rızâ göstermesi…

Yine âyet-i kerîmede buyrulur:

(Kıyâmet günü) Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Bu, sâdıklara sadâkatlerinin fayda verdiği gündür…” (el­Mâide, 119) kıyâmet günü. Onların Cenâb-ı Hak mükâfâtını bildiriyor.

Yine rivâyete göre:

“Cenâb-ı Hak Cennet ehline:

«–Râzı oldunuz mu? Hoşnut musunuz?» diye sorar. Onlar da:

«–Ey Rabbimiz, nasıl hoşnut olmayalım ki! Bize başka kullarından hiçbirine vermediğin nîmetleri verdin.»

Bunun üzerine Allah Teâlâ buyurur:

«–Size bundan sonra daha da büyüğünü vereceğim.»” (Bkz. Buhârî, Rikāk, 51; Müslim, Cennet, 9)

Velhâsıl dünyanın bir imtihan hâli olduğunu unutmamak lâzım. Daima zorun zoru vardır, meşakkatin meşakkati vardır. Bir aşağımıza bakarak maddî durumdan, şükretmek. (Bkz. Müslim, Zühd, 9) Fazilette de bir yukarısına bakarak, erişmeye gayret etmek. (Bkz. Tirmizî, Kıyâmet, 58/2512)

Daima uyanık bir gönle sahip olmamız… Meselâ bir cenaze arabası gördüğümüzde, o tabutun içinde şimdi ben olabilirdim… Bir kazâ gördüğümüz zaman, bu kazanın içinde ben bulunabilirdim… Kabristanın önünden geçerken, bir gün ben de bu kabrin içine gireceğim. Yani hayat nedir sualinin en güzel cevabı, işte kabirlerin mezar taşları…

Saâdetin şaşmaz kâidesi, saâdet nerede? Parada mı, malda mülkte mi? Saâdet nerede? Saâdet;

–Aklı vahye tâbî kılmak,

–Kalbi güzel ahlâk ile tezyîn etmek, sabır ve şükür, “عَمَلًا صَالِحًا” bu sayede hayatın beklenmedik sürprizlerine karşı rızâ göstermek.

Yine gerçek saâdet;

–Hayatın med-cezirlerini olduğu gibi kabullenmek,

–Meşakkatlerine tahammül etmek sabırla,

–Islâhına gayret etme,

–Her şeyin güzel tarafını görme,

–Âlemlerin Rabbi’ne teslîm olmakla mümkündür.

Lokmân -aleyhisselâm-ʼın şöyle güzel bir öğüdü vardır:

“Yavrucuğum! Gönlünü dünyevî kederlerle, üzüntülerle meşgul etme! Aç gözlülükten sakın. Takdîre rızâ göster.”

Yani hayatı, bütün vukuâtı, hâdisâtı, olduğu gibi kabullenmek saâdet. Cenâb-ı Hakkʼın takdiri böyle. Olan hâdiselere rızâ, eskāline rızâ, yani sıkletlerine katlanabilmek; ıslahına da gayret etmek.

Gönle sürur veren tecellî ve hâdiseler karşısında râzı olup, buna mukâbil; gam ve keder veren hâdiseler karşısında hoşnutsuzluk göstermemek. Kalbin sanatına bağlı, kalbin derecesine bağlı.

Velhâsıl insan, mânevî olgunluğun zirvesine varamadan, bu şekil zaaftan kolay kolay da kurtulamaz.

Yine Mesnevîʼde ibretli bir kıssa bildiriliyor:

Rivâyete göre Îsâ -aleyhisselâm-, teninde alaca olmuş, göz çukurları iyice çökmüş ve üzerinde alaca hastalığı bulunan bir kişiyi görüyor. Bu kişi kendi kendine:

“–Yâ Rabbi diyor, Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun. Mahlûkâtın pek çoğunu mübtela kıldığın dertten beni halâs eyledin!..”

Onun bir muhabbetini ölçmek, bir de idrâk ve kemâlini yoklamak maksadıyla Îsâ -aleyhisselâm- iyice yanına yaklaşıyor hastanın:

“–Ey kişi diyor, Allâh’ın senden giderdiği hangi dert var ki diyor, bütün dertler senin üzerinde?!.” diyor.

Hasta, Îsâ -aleyhisselâm-ʼa şöyle cevap veriyor:

“–Ey Rûhullah diyor. En fecî hastalık ve belâ, kalbin Hak’tan gafil ve Hakʼtan mahrum olmasıdır. Şükürler olsun ki Allah Teâlâ, beni bundan muhafaza buyurdu, bu gafletten. Zira ben, Cenâb-ı Hakk’ın kalbime verdiği mârifetullah lezzeti ile bir neş’e içindeyim. Onun dışındaki, sizin gördüğünüzü ben görmüyorum bile.”

Demek ki ilâhî muhabbet kalbe girince, dünyevî ârızalar, gücünü kaybediyor. Bu, şuna benzer, bir misal olarak:

Milyarları bulunan bir kimse, yolda giderken bir elli lira düşürse, bir yüz lira düşürse, bir kıymet ifade eder mi trilyonların yanında? Cenâb-ı Hak bize en büyük nîmeti ihsan etti, -elhamdü lillâh- müslüman olarak geldik. Müslüman olarak geldik, -inşâallah- müslüman olarak da son nefesimizi veririz -inşâallah-.

En büyük servet, Müslümanlığımız. En büyük servet, 124.000 peygamberin en yücesine ümmet olduk. Öyle Peygamber ki raûf ve rahîm. Bir annenin-babanın merhametinden daha merhametli.

“Ben (buyuruyor) kabrimde de «ümmetî, ümmetî» diyeceğim.” buyuruyor. (Bkz. Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XIV, 414)

“Güzel amelleriniz bana gelir, ben sevinirim, menfî amelleriniz de gelir, sizin için istiğfar ederim.” buyuruyor. (Bkz. Heysemî, IX, 24)

Cenâb-ı Hak bizi böyle bir Peygamberʼe ümmet kıldı. Demek ki lâyık olmaya gayret etmek… Vedâ Haccıʼnda da:

“Aman ümmetim dedi, günah işleyerek beni mahcup etmeyin kıyamet günü buyurdu, Cenâb-ı Hakkʼa karşı.” (Bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56)

Velhâsıl netice olarak:

“Mükâfâtın büyüklüğü, belânın şiddetine göredir. Allah, sevdiği topluluğu belâya uğratır. (En başta peygamberler geliyor.) Kim başına gelene rızâ gösterirse, Allah ondan hoşnud olur. Kim de rızâ göstermezse, Allâh’ın gazabına uğrar.” (Tirmizî, Zühd, 57/2396; İbn-i Mâce, Fiten, 23)

Ebû Hüreyre anlatıyor, -radıyallâhu anh-:

Bir gün Rasûlullah Efendimiz ashâbına:

“–Şu kelimeleri kim benden alıp onlarla amel edecek ve (buna ilâveten) tebliğ edecek?” buyurdu. Ben hemen atılıp:

“–Ben, ey Allâh’ın Rasûlü!” dedim.

Efendimiz benim elimden tuttu böyle, şu beş şeyi saydı:

“–Haramdan sakınırsan, Allâh’ın en âbid kulu olursun!

–Allâh’ın sana olan taksîmine râzı olursan, (yani kanaat sahibi olursan) insanların en zengini olursun!

–Komşuna ihsanda bulun ki (kâmil bir) mü’min olasın.

–Kendin için istediğini, başkaları için de (diğer kardeşlerin için de) iste ki (kâmil bir) mü’min olasın!

–Fazla gülme! Çünkü fazla gülmek kalbi öldürür.” (Tirmizî, Zühd, 2/2305; İbn-i Mâce, Zühd, 24)

İnsan fazla gülerken âhireti unutur, âhiret hatırına gelmez.

Yine, Hazret-i Yunus -aleyhisselâm- Cebrâilʼe:

“–Bana yeryüzünde bir âbid kimse gösterir misin?” dedi.

O da, bir adam gösterdi, elleri-ayakları cüzzamdan dolayı çürümüş bir vaziyetteydi ve gözünü de kaybetmişti. Fakat şöyle demekteydi:

“–Ey Allâh’ım! Bana bu eller ve ayaklar vâsıtasıyla ne vermiş isen, ancak Sen verdin. Neden uzaklaştırmış isen, Sen uzaklaştırdın. Ey Allâh’ım! Benim içimde sadece bir arzu bıraktın ki, o yalnızca Sana vuslat arzusudur.”

Yani demek ki bu arzu çok mühim. Bu arzuya kavuşabilmek. Tabi bu da kalbin bir sanatıdır.

İbrahim bin Edhem Hazretleri:

“Bizim duyduğumuz vecd, istiğrak, muhabbeti, eğer krallar, güç sahipleri bilseler, müşahhas bir şey olsa, tahtlarından vazgeçerlerdi bizim elimizden almak için.”

Adamın biri bir köle satın almıştı. Efendisi onu alıp evine götürünce aralarında şöyle bir konuşma geçti:

Efendi dedi ki:

“–Benim bu evimde neler yemek istersin?” dedi. Yani hâlet-i rûhiyesini anlayacak getirdiği o kölenin.

Köle dedi ki:

“–Ne verirsen onu.” dedi.

“–Nasıl elbiseler giymek istersin?” dedi efendisi.

“–Sen ne giydirirsen onu.” dedi. Yine Efendi:

“–Hangi odada kalmak istersin?” Yine cevaben:

“–Hangi odada kalmamı istersen orada kalırım.” dedi.

“–Evimin hangi işlerini yapmak istersin?” dedi efendi.

“–Hangi işleri yapmamı istersen onları yaparım.” dedi.

Bu son cevâbın ardından, efendi bir müddet tefekküre daldı. Bir müddet sonra gözlerinden süzülen yaşları silerken şöyle dedi:

“–Keşke ben de Rabbime böyle teslîm olsam ne kadar mutlu olurdum!..”

Bu arada köle demişti ki:

“–Ey benim efendim! Efendisinin yanında, kölenin irâdesi ve ihtiyârı olur mu?..”

Bunun üzerine efendi:

“–Seni ben âzâd ediyorum. Allah için hürsün. Fakat benim yanımda kalmanı arzu ediyorum. (Senden inʼikâs alacağım.) Tâ ki canım ve malımla sana hizmet edeyim...”

O köle en büyük dersi verdi diyor.

Tabi burada, köle olmak… Mevlânâ Hazretleri de:

“مَنْ بَنْدَهءِ  قُرْآنَمْ” diyor. “Ben Kurʼânʼın kölesiyim diyor. Muhammed Mustafaʼnın yolunun da ayağının tozunun toprağıyım.” diyor.

İşte en güzel kölelik de bu. Allâhʼın bütün emirlerine “سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا” (işittik ve itaat ettik) diyebilmek. (Bkz. el-Bakara, 285)

Ve Rasûlullah Efendimiz:

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ

(“Kişi sevdiği ile beraberdir.” [Buhârî, Edeb, 96])

Rasûlullah Efendimizʼin hâlinden bir hâl alabilmek.

Âyet-i kerîmede buyruluyor, Bakara 207. âyetinde:

“İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allâh’ın rızâsını kazanmak için kendini fedâ eder. (Yani Allah rızâsı uğruna gerektiğinde bütün şahsî menfaatleri terk eder.) Allah kullarına karşı Raûf’tur (çok şefkatlidir).”

Uhud Harbiʼnin sonunda geri çekildi müşrikler Mekkeʼye dönmek için. Rasûlullah Efendimiz:

“–Onları dedi, Hamrâüʼl-Esedʼe kadar geçirelim.” dedi. Ki, bir daha gelmesinler, bir korku verelim, dedi.

Burada iki kardeş; biri Abdullah bin Sehl, kardeşi Râfî -radıyallâhu anh-. Bunlar, Uhudʼda Rasûlullah Efendimizʼle beraber, Oʼnun yanında savaşmışlardı ve yaralı olarak Medîneʼye dönmüşlerdi. Allah Rasûlü, düşmanı takip için müslümanları davet ettiğini işittikleri zaman ikisi de birbirlerine dediler ki iki kardeş:

“‒Vallâhi bizim bir binitimiz yok, bir devemiz, bir atımız yok, yaramız da ağır. Fakat Rasûlullâh Efendimiz’in bulunduğu bir seferi kaçırmamız olur mu?!” diyerek hemen yola çıktılar.

Yarası diğerine göre hafif olan, ağır yaralı olanın kâh yürümesine yardım etti koluna girdi, kâh da o artık kolda yürüyemez hâle geldi, sırtına aldı onu, hafif yaralı, ağır yaralıyı. Bu şekilde, Âlemlerin Efendisi’nin yanından ayrılmadılar. (Bkz. İbn-i Hişâm, III, 53)

Bu fedâkârlığı sergileyen mü’minler, ilâhî iltifâta mazhar oldu. Âl-i İmrân, 172. âyetinde:

“Yara aldıktan sonra yine Allâh’ın ve Peygamber’in çağrısına uyanlar, (bilhassa) içlerinden iyilik yapanlar (yani amel-i sâlih sahibi olanlar) ve takvâ sahibi olanlar için pek büyük mükâfât vardır.” Cenâb-ı Hak buyuruyor.

Efendim, tabi en mühim, Cenâb-ı Hak son nefeste pişmanlığımızı bildiriyor:

“Herhangi birinize ölüm gelip de: Rabbim! Beni yakın bir zamana geciktirsen de (ölümümü) sadaka versem, sâlihlerden olsam! demeden önce, verdiğimiz rızıklardan harcayın.” (el-Münâfikûn, 10) buyuruyor Cenâb-ı Hak.

Efendimiz buyuruyor:

“Sâlihler dahî pişman olacak, keşke daha öteye gitseydik.” (Bkz. Tirmizî, Zühd, 59/2403)

Kabirde ve kıyamette, kazanma-kaybetmek yok, bitti. Onun için her ânımız çok kıymetli…

Ondan bir evvelki âyette de Cenâb-ı Hak:

“Ey îmân edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah'ı anmaktan alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar ziyana uğrayanlardır.” (el-Münâfikûn, 9)

Anne-babanın en mühim vazifesi, evlâdını Hak yolunda yetiştirmesidir. Emanettir evlâtlar. İlk defa onlara vereceği, İslâmî şuurdur.

Fakat maalesef o, küçük görülüyor; “Efendim diyor, şu mektebi bitirsin vs. kolay deniyor. Fakat maalesef anne-baba kendi eliyle çocuğu hüsrana sevk ediyor.

Öldüğü zaman, çocuğu erken ölürse üzülüyor. Fakat esas üzülecek, kıyamette olacak.

سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَحِيمٍ

(“Onlara merhametli Rabbin söylediği selâm vardır.” [Yâsîn, 58])

“Orada Cennetlikler bir tarafa, Cehennemlikler, siz de bu tarafa!” denilecek. (Bkz. Yâsîn, 58-59)

Zenginsek vazifemiz; Allâh’ın emâneti olduğunun idrâki içinde olmak. Riyâzat hâlinde yaşayıp fazlasını Allah yolunda infâk etmek.

Sana bunu, varlığı, bir imtihan olarak Cenâb-ı Hak verdi. Fakat gafil insan ne diyor? Velfecri Sûresiʼnde; “Beni sevdi ki, bana diyor, imkânlar verdi, zenginlikler verdi…” diyor. (Bkz. el-Fecr, 15) Değil! O, gafil insanın düşüncesi. Mal, mülk vs. evlât, bunlar, bunlar imtihanlar.

Evlâdını Allah yolunda yetiştireceksin, Kurʼân yolunda yetiştireceksin. Malını da, kendin riyâzat hâlinde, istersen Dolmabahçe Sarayıʼnda otur, kader olarak, riyâzat hâlinde yaşayacaksın, infak edeceksin. Zenginin şükrü. Kendini israftan, pintilikten koruyacaksın. Asr-ı saâdeti misal alacaksın. Abdurrahman bin Avf da zengindi, Ebû Bekir Efendimiz de zengindi, Ebû Talha da zengindi.

Süleyman -aleyhisselâm-ʼa “نِعْمَ الْعَبْدُ” diyor, “o ne güzel bir kuldu” buyuruyor Cenâb-ı Hak. (Bkz. Sâd, 30) Kalbini kasa yapmadı.

Fakirsen… Cenâb-ı Hak seni fakir olarak getirdi. Sabır ve hâle rızâ için, kendi imkânlarınla kulluk ve gayretlere devam etmek. İsyan ve hataya düşmemek… Âyette:

“Allah beni önemsemedi der, bana vermedi.” der. (Bkz. el-Fecr, 16) Sana belki bir mükâfat fakirlik. Cenâb-ı Hak Kasas Sûresiʼnde Kârunʼa verdi, Kârun da kahroldu gitti. Şımardı, “mal benimdir” dedi.

Onun için Efendimizʼi düşünecek. Eğer zenginse yine Efendimizʼi düşünecek, nasıl ganimetler gelirdi, onu dağıtmadan bir lezzet duyamazdı. Tabi O, yüksek, zirve ölçü.

Fakirsen, yine -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼi düşüneceksin. O da herkes bir taş bağlarken, Efendimiz iki taş bağlıyordu. Yani sabır ve rızâ hâlini kullanabilmek.

Belki; hasta olarak geldi… Belki, kıyamet günü âmâ “Yâ Rabbi diyecek, iyi ki ben âmâ olarak geldim, gözümü birtakım haramlardan korudum, birçok dedikodulara girmememe sebep oldu bu benim âmâlığım.” diyecek.

Cenâb-ı Hak peygamberlerden bile âmâ peygamber gönderiyor.

Güçlü-kuvvetli isek bizim vazifemiz nedir?

En zoru da bu. Cenâb-ı Hak, âhirette;

“Gücünü nerede kullandın?” buyuracak.

Bu sebeple, güçlü olan mü’min; sahâbeyi örnek alacak. Sahâbe Çinʼe gitti, Semerkandʼa gitti, Afrikaʼya girdi, Kayrevanʼa gitti. Nerede insan topluluğu var, orada hidâyete davet için gitti.

Gençsen, dünyanın akışından kendini mesʼûl göreceksin. İnsan yetiştirmeye çalışacaksın. Arkandan, insan mirası bırakmanın gayreti içinde olacaksın. İlkbaharda tabiatın nasıl coştuğuna ibretle bakıp, kendi hayatımızda bir misal alacağız…

Gençlik, bir sefer olan bir fırsat. Geriye almak da mümkün değil.

Yaşlıysak vazifemiz nedir?

Bir ibadet şuuruyla, gücümüz kadar ibadete dikkat etmek, bir de etrafımıza, en yakınımızdan başlayarak, onlara tebliğ etmek.

Eğer vazife sahibiysek, yani bir idareciysek, durumumuz nedir?

Emrimizin altındakileri adâlet ve hakkâniyetle idare edecek, mes’ûliyetini hiç unutmayacak.

Efendimiz vefat ederken, Enes diyor, iyice Efendimiz’in sesi kısıldı, duyamaz hâle geldik. Efendimiz iki şey üzerinde çok duruyordu. “Namaz, namaz, namaz” ikincisi “emrinizin altındakilerin hukukuna dikkat edin.” Yetimler, dullar vs. “Emrinizin altındakilerin hukukuna dikkat edin.” (Bkz. Beyhakî, Şuab, VII, 477)

Makam ve mevkinin getireceği enâniyet, gurur, kibir gibi duyguları kalpten söküp atmak. Ümmetin derdiyle dertlenmek.

Başkasının emri altındayken bizim vazifemiz nedir o zaman?

Kazancını helâl ettirme gayreti içinde, dürüstçe çalışacaksın. Eğer imamsan, cemaatin noksanlığını telafi etmeye çalışacaksın. Öğretmensen, ayrı… Talebenin ruhuna girecek bir damar bulacaksın. Ona îmânı aşılayacaksın.

Anne-baba isen evlâdının sana bir emânet olduğunu unutmayacaksın. Onun dünyevî bir dereceye girmesi için gayret ediyorsun, onun ebedî hayatı için dert edeceksin. Aksi hâlde evlât, kıyamet günü davacı olacak “annem-babam beni ihmal etti” diyecek. “Dünyayı öne aldı, âhireti geriye bıraktı.” Bu da çok acı bir şey yani. Bir anneyi-babayı evlâdının şikâyet etmesi.

Ana-babanın hakkı ödenmez. Fakat kıyamette de anne-baba eğer ihmâl etmişse, onun bir âhiret mektebi içinde olduğunu unutturmuşsa, o zaman Allah korusun.

Çocuğu olmayan kişi, Allah verir, burada da Hazret-i Âişe Vâlidemiz’i düşünecek. Onun evlâdı yoktu. Fakat onun 300 tane talebesi vardı. Onun evlâtları 300 tane talebesiydi.

İbn-i Abbas diyor ki:

“Âişe’nin diyor, -radıyallâhu anhâ-, onun içtihadlarından faydalanmayan hiçbir müçtehid yoktur.” diyor.

Ümmet-i Muhammed’in annesiydi.

Yine burada Kehf Sûresi’ndeki Hızır kıssasındaki durumu düşünmek lâzım.

Yine Cenâb-ı Hak bizim “şekûr” olmamızı istiyor, “şükredici” olmamızı istiyor.

Malıyla şükretmek, nefsiyle şükretmek ve kalbiyle şükretmek.

Malıyla şükretmek:

Biriktirmeyecek, bunu Allah bana niye verdi diyecek, Allah yolunda seve seve harcayacak.

Nefsiyle şükretmek:

Nefsini dâimâ gücünü-kuvvetini Allah yolunda kullanacak. Hizmeti bir nîmet bilecek.

Kalbiyle şükür:

Allâh’ı zikretmediği bir an olmayacak.

Bu sabır da şükür de ikisi de çok mühim. Ömer -radıyallâhu anh-:

“Bana diyor, sabır mı, şükür mü, hangisi daha faziletlidir deseler, ben bir şey diyemem diyor, ikisi de birbirinden faziletli.”

Yani velhâsıl şükür; Allâh’ın nîmetlerini Cenâb-ı Hakk’ın arzu ettiği istikâmette kullanmaktır.

Her rekâtta olduğu gibi:

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

(“Hamd, Âlemlerin Rabbi Allâh’a mahsustur.” [el-Fâtiha, 2])

Akıl, Cenâb-ı Hakk’ın büyük bir nîmeti. Lâkin akıl, iki uçlu bıçak gibi. İnsan, aklı vahyin içinde kullanmalı. O zaman aklın faydasını görür. Cenâb-ı Hak insana çok fazla bir akıl vermiyor. Vahyin içinde kullanacak kadar bir akıl vermiş oluyor. Akıl, bir malzeme. Fakat tutup da onu Kur’ân dışında kullanırsa, bir felâket olmuş oluyor. İşte feylesofların durumu da budur.

Tefekkür, bir iman anahtarıdır. Kâinat, her sayfasıyla insana sunulmuş bir kitaptır. İnsan, şu kâinattaki kevnî âyetleri, hikmetleri okuyacak, kalp ilâhî vitrinler seyredecek, şükreden bir kul olmaya gayret edecek.

En büyük şükür, Cenâb-ı Hakk’a olan şükürdür. Zira Cenâb-ı Hak bizi insan ve müslüman olarak halketti. Peygamberlerin en üstününe de bizleri ümmet kıldı.

Bütün şey, Fâtiha’yı yaşayabilmek.

Din kardeşliğinin şükrü:

Bir kardeşin eksiğini, diğer kardeşin telâfi etmesi.

Bende var, onda yok, demek ki o bana zimmetli. Ben de ona muhtacım, yarın kıyamet gününde ben onun duâsına muhtacım.

Merhamet nedir? Sendeki olan ve ondaki bulunmayana ikram etmektir. Diğer bir ifadeyle merhamet, başkalarının mahrumiyetini telâfi için, onların yardımına koşmaktır, kendimizi toplumdan mes’ûl görmektir. Cenâb-ı Hak:

ثُمَّ لَتُسْـَٔلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ

“Sonra o gün, (kıyamet günü) bütün nîmetlerden mutlaka hesaba çekileceksiniz.” (Bkz. et-Tekâsür, 8) buyuruyor. Ki peygamberler de dâhil buna.

Bütün mahlûkat insan için yaratıldı. Hayvanların durumundan da mes’ûlüz.

Efendimiz, hayvanlar hakkında da daima ashâb-ı kirâmı îkaz ederdi.

Bedenimizin şükrü:

Cenâb-ı Hak en güzel secde edecek şekilde halketti insan anatomisini, iskelet yapısını. Onun için Cenâb-ı Hakk’a bol bol secde etmek. Cenâb-ı Hak davet ediyor “…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyuruyor.

Dilin şükrü:

Ya susmak yahut hayır söylemek. Sustuğumuzda tefekkürü artırmak. Fahr-i Kâinat Efendimiz’in, Rasûlullah Efendimiz’in sükûtu bu şekildeydi.

Gözün şükrü:

Bilhassa bu zamanda çok zor, haramdan korumak. Nasıl, yolda giderken, geçen arabaların plakalarını okumuyoruz, demek ki plakaları okumamak, şeytânî vitrinlerden gözümüzü koruyabilmek. Gözümüzü rûhânî vitrinlere çevirerek Cenâb-ı Hakk’ın azametini tefekkür etmek.

Kulağın şükrü:

Dedikodu, gıybet, tecessüs, nemime gibi sözlerden koruyabilmek. Sohbet, Kur’ân-ı Kerîm, ezanlardan bir lezzet alabilmek.

Hâlin şükrü:

Cenâb-ı Hak’tan râzı olabilmek. Bu benim için hayırdır demek.

Bedenin şükrü:

Allâh’ın verdiği güç ve kuvveti Allah yolunda harcayabilmek.

Kalbin şükrü:

Verdiği nîmeti daima tefekkür etmek sûretiyle Cenâb-ı Hakk’ı unutmamak.

Velhâsıl Rabbimiz, cümlemizi -inşâallah- hayatımızı sırât-ı müstakîm üzerinde geçirmeyi…

“Nasıl yaşarsanız, öyle vefat edersiniz” buyruluyor, “öyle haşrolunursunuz” buyruluyor. (Bkz. Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, V, 663)

İnşâallah Cenâb-ı Hak son nefesimizin, en güzel ânımız olmasını cümlemize nasip eylesin.

Lillâhi Teâle’l-Fâtiha!..