Osman Nuri Topbaş Hocaefendi 03 Şubat 2025 Sohbeti - "Hizmet Nedir? Hizmetin Ehemmiyeti ve Hizmet İnsanı"
Osman Nuri Topbaş Hocaefendi'nin 03 Şubat 2025 tarihli sohbeti...
Osman Nuri Topbaş Hocaefendi'nin 03 Şubat 2025 tarihli sohbetinin tam metnini istifadenize sunuyoruz...
HİZMET NEDİR? HİZMETİN EHEMMİYETİ VE HİZMET İNSANI
Îmânın ilk meyvesi, merhamettir. Merhametin tezâhürü de hizmet ve gayrettir, bütün imkânları cömertçe paylaşabilmektir.
Allah yolundaki hizmet ve gayretler, Cenâb-ı Hakk’ın biz kullarını mes’ûl kıldığı içtimâî bir kulluk vazifesidir.
Şu âyet-i kerîmeler, bizim insanlığa karşı vazifelerimizi bildirmektedir:
“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten men edersiniz...” (Âl-i İmrân, 110)
“İşte böylece sizi vasat (istîdatlı ve örnek) bir ümmet yaptık ki, bütün insanlar üzerine şâhitler olasınız, Rasûl (Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-) de sizin üzerinize şâhit olsun...” (el-Bakara, 143)
Mü’minin hayatı, insana hizmetle mânâ derinliği, bereket ve ulviyet kazanır.
Zira hizmet, vicdanlardaki olgunluk seviyesini aksettiren en güzel aynadır. Diğer bir ifadeyle, kişinin vicdânının kartvizitidir.
Hizmet, nefsin hodgâmlığından kurtularak diğergâm bir ruhla mahlûkâta yönelmek sûretiyle Allâh’ın rızâsını aramaktır.
Samimiyetle yapılan hizmetler, hakîkatte, Hakk’a vuslat iştiyâkının davranışlara aksetmiş bir ifadesidir.
Hizmet ve eğitim, gönülleri ilâhî zirvelere ulaştıracak müstesnâ ve ulvî bir basamaktır.
Öyle bir basamak ki;
İlâhî vuslat ve ebedî mükâfâta mazhar olanların cümlesi; yani peygamberler, Hak dostları, sâlih ve sâdık mü’minler, hep hizmet basamakları üzerinde yücelmişlerdir.
Meselâ;
Bahâeddin Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, üstadının irşâdıyla yedi sene hastaların bakımıyla ilgilendi, yolları temizledi. Cerahatli mahlûkâta hizmet etti.
Şâh-ı Nakşibend -rahmetullâhi aleyh-; “En büyük feyze bu hizmet sayesinde nâil oldum.” buyuruyorlar. Hadîs-i şerîfte de:
“İnsanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olandır.” buyruluyor. (Beyhakî, Şuab, VI, 117)
Hizmet, insanlık cevherinin mâşerî vicdanda mâkes bulmasıdır.
Hizmet, muhabbet ister. Muhabbetsiz ve merhametsiz bir hizmet, ancak gönül kırmaktır.
Mevlânâ Hazretleri, Hakk’a olan muhabbetin yüce tezâhürlerini şöyle dile getirir:
“–Muhabbetten acılar tatlılaşır, muhabbet sayesinde bakırlar altın olur.
–Muhabbet ile tortular durulur, arınır.
–Muhabbet vesilesiyle dermansız dertler şifâ bulur.
–Muhabbet ile ölü kalpler dirilir.
–Muhabbet sayesinde padişahlar kul olur.
(Diğer bir beytinde şöyle buyurur:
“Ben kul oldum, kul oldum, kul oldum...
Ben âciz kul, kulluğumu îfâ edemediğimden utandım. Ve ben başımı önüme eğdim...
Her köle âzad edilince sevinir. İlâhî! Ben ise, Sana kul-köle olduğum için sevindim...”)
–Muhabbetten dolayı zindanlar gül bahçelerine döner.
(Ebû Hanîfe Hazretleri, en yüksek dînî makam olan Bağdat kadılığını, halîfenin sû-i istimal edebileceği endişesiyle reddetti. “Zindan bana ağır gelmez.” buyurdu.)
–Muhabbetten ötürü karanlık evler aydınlanır, nurlanır. Rûhâniyetle dolar, huzur bulur, Efendimiz’in hâne-i saâdetlerinden hisseler nasîb olur.
–Muhabbet vesilesiyle nâr, nûr olur.
–Hâsılı muhabbet ile, kahır rahmet olur.”
Bezm-i Âlem Vâlide Sultan’ın dediği gibi;
Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl,
Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl?
Muhabbetin kantarı da, fedakârlıktır.
Sahâbî yorulmadı, üşenmedi, tatil yapmadı. Hizmet ile dinlendi, hizmetle huzur buldu. Kelle uçurmaya hazır cellâtların önünde krallara Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin tebliğ mektuplarını okudular. Çinʼe, Semerkandʼa, Dağıstanʼa, Afrikaʼya gittiler, insan olan her yere îman nîmetini ulaştırmaya çalıştılar.
Kendi ebedî kurtuluşlarının, başkalarının da kurtuluşuna hizmet etmekten geçtiği şuuruyla yaşadılar.
Bizim de bu hususta mesʼûliyetimiz var…
Cenâb-ı Hak kulunu, gücü-kuvveti, kâbiliyet ve istîdâdı ölçüsünde toplumun akışından mesʼul kılıyor.
Bu yoldaki gayretler o kadar mühim ki;
Meselâ hakkı ve hayrı tebliğ etme hususunda bir başarı elde edilmedikçe, birçok meşrû iş bile meşrûiyetini kaybeder.
Meselâ bir annenin, yavrusunu emzirmesi merhamet dolu bir faaliyettir.
Lâkin; evinin yanmakta olduğunu gören bir anne, çocuğunu emzirmeye devam ederse bu yaptığı büyük bir hata olur. Hem kendini hem de evlâdını yakar.
Hâlbuki o anda yangına karşı bir çare aramak, ondan kurtulmak ve onu söndürmeye çalışmak, çocuğu emzirmekten çok daha ehemmiyetli ve acildir.
Diyebiliriz ki;
Günümüzde de gönüller bir yangın yeri gibi, üstelik îman pınarlarından da mahrum...
Kalpler bir yangın yeri gibi; merhametten, şefkatten ve zikirden mahrum...
Yuvalar bir yangın yeri gibi, hâle rıza ve kanaatten mahrum...
İşte böyle bir zamanda hakkı ve hayrı tebliğ, çok mühim ve kazançlı bir vazife...
Süfyân-ı Sevrî -rahmetullâhi aleyh- şöyle buyuruyor:
“Horasan’a gidip teblîğde bulunman; senin için Mekke’de mücâvir olmandan (orada ikâmet etmenden) daha kazançlıdır.”
Dolayısıyla;
Kullar için mânevî zirvelerin yolu, samimî bir gönülle îfâ edilen hizmetlerden geçmektedir.
Öyle ki;
Yerine göre ilâhî rızâya muvâfık düşen küçücük bir hizmet bile, nice nâfile ibadetlerden üstün olabilir.
Sıcağın pek şiddetli olduğu bir seferde Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- uygun bir yerde konakladılar.
Sahâbenin bir kısmı oruçlu, bir kısmı değildi. Oruçlu olanlar yorgunluktan uykuya daldılar.
Oruçlu olmayanlar ise, gölgelenecek çadırlar kurdular, abdest almak ve hayvanları sulamak için su taşıdılar, oruçluların hizmetlerini gördüler. İftar vakti geldiğinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“–Bugün, oruç tutmayanlar (daha fazla) ecre nâil oldu.” buyurdular. (Buhârî, Cihâd, 71; Müslim, Sıyâm, 100-101)
Mevlânâ Hazretleri hizmetin insana kazandırdığı mânevî olgunluğu şöyle ifade eder:
“İbadet ederek, ihsan ve ikramlarda bulunarak ve halka hizmet ederek elde edeceğin gönül gözüyle, bu gördüğün çeşitli renklerden başka renkler görürsün.
Âdî taşlar yerine inciler, mücevherler seyredersin.
İnci de nedir ki? Sen kendin deniz olursun; göklerde seyreden, gezip dolaşan güneş kesilirsin.”
Mesnevî şerhinde buyrulur:
“Gökteki bulutların, deryalardaki suların kendilerine ait bir rengi yoktur. Onları renkten renge koyan, semâdaki Güneş’tir.
(Cenâb-ı Hakk’ı kalpte tanımak demek olan) mârifet de; nefsânî arzu ve ihtirasları bertaraf ederek renksizliğe nâil olmak ve «Sıbğatullâh»a / Allâh’ın boyasına boyanabilmektir.”
Rabbimiz’in verdiği her imkânla hizmete koşmak zaruri. Mü’min mazeret aramayacak, aksine hizmet fırsatı kollayacak ve her türlü hizmeti nimet bilecek.
Sahâbe-i kirâm, on dört asır evvelinin zor şartları ve binbir imkânsızlıkları içinde çölleri aşarak tebliğ için Atlas Okyanusu’ndan Çin’e uzanan bir fütûhâtın en büyük hamlesini gerçekleştirdiler.
Bir düşünelim:
Ashâb-ı kirâm, bugünkü ulaşım ve haberleşme imkânlarımıza sahip olsalardı, günümüzün maddî kuvvetlerine kavuşsalardı, hizmet heyecanlarını nasıl da kanatlandırırlardı…
Velhâsıl sahâbî hizmeti nîmet bildi.
Mü’min de, her hâlükârda;
«Allah bana hangi imkânları verdi ve ben bu imkânlarla Allah yolunda nasıl hizmet edebilirim?» arayışı içerisinde olacak.
Hadîs-i şerîfte şöyle buyruluyor:
“Beş şey gelmeden evvel beş şeyi ganimet bil:
- İhtiyarlığından evvel gençliğini,
- Hastalığından evvel sıhhatini,
- Fakirliğe düşmeden evvel zenginliğini,
- Meşgûliyetinden evvel boş vaktini ve
- Ölümünden evvel hayatını!” (Hâkim, el-Müstedrek, IV, 341/7846. Krş. Buhârî, Rikak, 3; Tirmizî, Zühd, 25)
Rabbimiz Kur’ân-ı Kerîm’de en çok “Rahman” ve “Rahîm” sıfatlarını bildiriyor.
Dolayısıyla “Allah” diyen bir kalbin; merhamet, infak ve hizmetten nasipsiz olması düşünülemez. Yine kâmil bir mü’min, başta insan olmak üzere mahlûkattan hiçbirinin sesli veya sessiz feryâdına bîgâne kalamaz, elinden gelen hiçbir şeyi esirgeyemez.
Ahmed Kâsânî -rahmetullâhi aleyh-’in şu ifadeleri ne büyük bir hakîkattir:
“Dünya hizmet yeridir, âhiret ise kurbet, yani Allâh’a yakınlık yeridir.
Kişinin Allâh’a yakınlığı ise, hizmeti nisbetinde olacaktır.”
Bugün biz İslâm nîmetine mazhar isek bu; tebliğ mes’ûliyeti ve hidâyete vesîle olma heyecanıyla ve binbir fedakârlıkla yollara düşen sahâbe efendilerimiz ve onları ihsân üzere tâkip eden şanlı ecdâdımız vesîlesiyle oldu.
Şayet onlar bu gayret ve fedakârlıklara girmemiş, bağ ve bahçelerine çekilip zamanın rehâvetine kapılmış olsalardı; bu nîmetten mahrum kalırdık.
O hâlde bizler de; bizim gayretlerimizle ıslah ve hidâyete nâil olabilecek insanları düşünmeliyiz.
Fedakârlıklardan kaçındığımız takdirde nice mahrum kalacak fertleri ve toplumları düşünmeliyiz.
Yine düşünmeliyiz ki, mahşerde hesabımız görülürken; omuzlarımızda hidâyet ve terbiyesine vesîle olduklarımızın sevâbı, mahrum bıraktıklarımızın da vebâli olacak…
RASÛLULLAH (S.A.V) EFENDİMİZ’İN TEK DERDİ; HİZMET İNSANI YETİŞTİRMEKTİ
Allah Rasûlü; Mekkeli muhâcirleri çok severdi, Medineli ensârı da çok severdi. Fakat en çok suffe ashâbıyla meşgul olurdu. Onları hâl ve gönül ile terbiye ederdi. Çünkü onlar; İslâm’ı ufuklara tebliğ edecek, yetişmiş kâmil mü’minler olacaklardı.
Suffe ashâbı; çoğu kimsesiz, evsiz-yurtsuz fakirlerden oluşan îman talebeleriydi.
Onlar; kitap-defterle zâhirî bir eğitim değil, kalpten kalbe hâl ve gönül terbiyesi aldılar. Bu ihlâs ve takvâ onları öyle rakik ve hassas bir kıvâma getirdi ki, her âyeti tatbik etmek heyecan ve iştiyâkı içinde olurlardı.
Meselâ; infâk âyetleri inmeye başladığı zaman, dağa çıkıp odun kestiler, çarşıda satıp bedelini Allah Rasûlü’nün önüne koydular.
Hâlbuki kendileri yarı çıplak vaziyetteydiler. Lâkin; “Ben muâfım.” demediler. Her âyetin muhtevâsı, şümûlü ve istikametine girmenin heyecanı ve telâşesi içinde yaşadılar.
Mesela İbn-i Mektûm, “Ben âmâyım, bu sebeple mâzurum demedi, Kadisiye Harbi’ne iştirak etti. Sancağı taşıdı.”
Onlara bu şuuru kazandıran Fahr-i Kâinât Efendimiz’di. Onlar, gönüllerindeki hizmet aşkı ile îmanlarını dâimâ genç tuttular.
Ebû Talha -radıyallâhu anh- bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ayakta durmuş Ashâb-ı Suffe’ye Kur’ân öğrettiğini gördü. O Rasuller Sultânı, açlıktan iki büklüm olan belini doğrultmak için karnına taş bağlamıştı. (Ebû Nuaym, Hilye, I, 342)
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in terbiye metodunu çok iyi öğrenmemiz gerekiyor.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbını muhabbetle, kalb-i selîm ile terbiye etti.
Mesela Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; bilhassa tebliğ için kâbiliyetli, terakkîye istîdatlı talebelerine yakın bir alâka gösterdi. Onları bazen bineğinin terkisine bindirdi. Bazen muhatabının elini tuttu. Bazen muhatabının göğsüne tatlı bir şekilde vurdu. Fakat hiçbir zaman lâubâlî olmadı. Müstesnâ takvâsından dolayı son derece vakur ve heybetli idi.
Bu sebeple bir eğitimci de;
- Kibirli olmayacak, vakarlı olacak.
- Zillet sahibi olmayacak, mütevâzı olacak.
- Lâubâlî olmayacak, samimî olacak.
Birbirine yakın gibi gözüken bu dengeleri iyi muhafaza edecek.
Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; hiçbir zaman bezginlik, yorgunluk, bıkkınlık ve âcizlik göstermedi. Hiç tatil yapmadı. Hiç mola vermedi. «Şu ağacın altında bir müddet dinleneyim, bana gelmeyin!» dediği bir ânı bile olmadı.
Fakat O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; ibadetlerle, tebliğ ve irşad faaliyetleriyle dinlendi. Zikrullâh ile huzur buldu. Gönülleri tedricî olarak ihyâ etti.
Kâinat da bizlere tedrîcîliği anlatıyor. Hemen hemen hiçbir şey, bir anda meydana gelmiyor, zamana yayılıyor. Baharlar birden gelmiyor. Toprağın, önce kışın çilesini çekmesi gerekiyor. İnsandaki zihnî melekeler de bedenle beraber ağır ağır inkişâf ediyor.
Her şeye hâkim olan bu ilâhî kanun sebebiyle, eğitimde de; kolaydan zora, küçükten büyüğe doğru yavaş yavaş mesafe almak gerekiyor.
Basit akāidi hazmetmeyen bir kimseye Kelâm ilminin tafsilâtı verilmez. Çocuğa; idrâkini aşacak, ağır, metafizik mevzulardan bahsedilmez. Zamanı gelmeden hiçbir şey anlatılmaz.
Aynı şekilde, tebliğde, eğitimde, muhatabın zihnî ve kalbî seviyesine uygun davranmak gerekiyor.
Âyette şöyle buyruluyor:
“(Rasûlüm!) Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et!..” (en-Nahl, 125)
Tebliğ ederken;
- Yüksek bir idrâke sahip kimselere hikmetle tebliğ etmek lazım. Mesnevî’de olduğu gibi…
- Umum insanlara nasihat ve güzel öğütle tebliğ etmek gerekiyor.
- Sert mizaçlı kimselere dâimâ iyilik ve güzellik ile yaklaşarak, küfründe Firavun derecesinde şedit olanlara bile (Kavl-i Leyyin) ile tebliğ etmek lâzımdır. Azgın Firavun’a gönderilen Mûsâ -aleyhisselâm-’a emredildiği gibi…
Son söylenmesi gereken bir husûsu ilk söylemek, muhatabı kaçırır. Bu muhatabı kandırmak değildir, hazırlamaktır.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Muaz bin Cebel’i Yemen’e gönderirken şu tavsiyelerde bulunmuştur:
“Doğrusu sen ehl-i kitap olan bir topluma gidiyorsun. Onları, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve benim Allâh’ın Râsûlü olduğuma şahâdet etmeye davet et.
Şayet buna itâat ederlerse, Allâh’ın kendilerine bir gündüz ve gecede beş vakit namazı farz kıldığını bildir.
Bunu kabul edip itâat ederlerse, zenginlerinden alınıp fakirlerine verilmek üzere kendilerine zekâtın farz kılındığını haber ver.
Buna da itâat ettikleri takdirde, mallarının en kıymetlilerini almaktan sakın!
Mazlumun bedduâsını almaktan çekin, çünkü onun bedduâsı ile Allah arasında perde yoktur.” (Buhârî, Zekât, 41, 63; Müslim, Îmân, 29-31)
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gençlere çok ihtimam gösterdiğini, onlarla yakinen ilgilendiğini görüyoruz.
Efendimiz’in âzâd ettiği kölesi Zeyd bin Hârise -radıyallâhu anh-, hidâyete erdiğinde 15 yaşındaydı. Tâif’te Peygamberimiz’e atılan taşlara karşı vücudunu hiç çekinmeden, korkusuzca siper eden genç ve yiğit bir delikanlıydı.
Oğlu Üsâme bin Zeyd -radıyallâhu anhumâ-, 19 yaşında İslâm ordusuna kumandanlık yapmıştı.
Câfer bin Ebî Tâlib -radıyallâhu anh-; Habeşistan’da Necâşî’nin huzûrunda müslümanları temsîlen, ilim, hikmet ve cesaretle konuştuğunda 17 yaşlarında bir gençti.
Mekke’nin en zengin ve en yakışıklı gençlerinden Mus‘ab bin Umeyr -radıyallâhu anh-, müslüman olup ailesi tarafından hapsedildiğinde 18 yaşlarındaydı.
O Mus‘ab ki; daha sonra Yesrib’i Medîne’ye çevirmiş, gönülleri Kur’ân’la, firâseti ve tatlı diliyle fethederek, Medine Site Devleti’nin temelini atmıştı.
Fahr-i Kâinât Efendimiz, herkesi mizâcına ve istîdâdına göre yetiştirirdi.
Eğitim bir yatırımdır. Eğitimci; sermayesini, en çok verim alacağı sahada kullanmaya da gayret etmelidir.
Nasıl bir koyun sürüsü içerisinde koçlar hemen belli olursa, eğitimcinin gözüyle de kalabalıklar içinden kabiliyetlileri seçmek öyle kolay olmalıdır. Kabiliyetlilere husûsî alâka gösterilerek, daha fazla inkişâf etmelerine zemin hazırlanmalıdır.
Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ne tâlim ettiyse bizzat tatbik ederek öğretti. Örnek oldu.
İbadetleri, ahlâkî hasletleri, muâmelâtı hep tatbikatıyla öğretti.
Öğretmek, söyleyip geçmek değildir.
- Öğretmek, güzel bir davranışı kazandırmaktır.
- Fazîletli, faydalı bir haslete sahip hâle getirmektir.
- Güzel bir kabiliyeti inkişâf ettirmektir.
- Kötü bir alışkanlığı terk ettirmektir.
O’nun tâlim, terbiye ve tezkiyesinin neticesi;
- Muhteşem asr-ı saâdet oldu
- Mükemmel İslâm medeniyeti oldu.
Cenâb-ı Hak, hizmete büyük bir sır koymuştur. Allâh’a kulluk etmek için yaratılan insana hizmet, bir nevî Allâh’a kulluk makamındadır.
Allah Teâlâ, dînine hizmet eden ve kullarının sıkıntılarıyla meşgul olan kimselerin şahsî sıkıntılarına kefil olur. Bütün meşgûliyeti şahsî menfaatinden ve kendi derdinden ibâret olanları ise dertleriyle baş başa bırakır.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
“...Müslüman kardeşinin ihtiyacını gideren kimsenin Allah da ihtiyacını giderir.
Kim bir müslümandan bir sıkıntıyı giderirse, Allah Teâlâ o kimsenin kıyâmet günündeki sıkıntılarından birini giderir...” (Buhârî, Mezâlim, 3; Müslim, Birr, 58)
Efendimiz’in bütün ömrü de, sıkıntıda olan bütün mahlûkâtın derdine dermân olabilmekle geçmiştir.
Hizmet, yaşadıkça aşk hâline gelir…
Bir kişi Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e gelip:
“‒Yâ Rasûlâllah! İnsanların Allâh’a en sevgili olanı kimdir ve amellerin Allâh’a en sevgili olanı hangisidir?” diye sormuştu.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle cevap verdi:
“−İnsanların Allah Teâlâ’ya en sevgili olanı, insanlara en faydalı olanıdır.
Amellerin Allâh’a en sevgili olanı ise, bir müslümanın kalbine sürûr vermen, onu sevindirmen veya bir sıkıntısını defetmen veya borcunu ödeyivermen veya açlığını gidermendir.
Şu muhakkak ki, bir kardeşimle onun ihtiyacını gidermek üzere yürümek, benim için, Medîne’deki şu Mescid’imde bir ay îtikâf yapmamdan daha sevimlidir.
–İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhumâ-’ın bir mü’minin ihtiyâcını görmek için itikaftan çıkması…
Kim kendini tutar, gazaplanmazsa Allah Teâlâ onun ayıplarını örter, kim gereğini yapmaya gücü yettiği hâlde öfkesini yutarsa, Allah Teâlâ kıyâmet günü onun kalbini ümit, huzur ve emniyetle doldurur.
Kim kardeşiyle birlikte onun ihtiyacını görmek için yürür ve o ihtiyacı karşılarsa, Allah Teâlâ, insanların ayaklarının kaydığı gün onun ayağını sâbit kılar.” (Heysemî, VIII, 191)
Yine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
“Allah bir kuluna hayır murâd ettiğinde, onu insanların ihtiyaçlarını karşılama yolunda istihdâm eder.” (Süyûtî, II, 4/3924)
Şeyh Sâdî Allah yolunda hizmet edebilmeyi nîmet bilmek gerektiğini şöyle ifade buyuruyor:
“Seni hayır işlemeye muvaffak kıldığı için Allâh’a şükret. Zira Hak Teâlâ seni lûtuf ve ihsânıyla boş bırakmadı.
Pâdişaha hizmet eden, ona minnet yükleyemez. Bilâkis, seni hizmet yolunda istihdâm ettiği için, sen ona minnettâr ol.”
Hizmet, kâmil mü’minlerin en bâriz vasıflardan biridir. Gönlü, Allah ve Rasûlü’ne gerçek bir muhabbetle dolu olan her mü’min, hizmet ehlidir.
Kâmil ruhlar, ebedî kurtuluşa erebilmek için, etraflarında eğitim, hizmet ve merhamet ile kurtarılacak başka insanlar ararlar.
Şunu da ifade edelim ki;
“Ben Allah için şu şu hizmetleri yaptım kâfî! Bana yeter!” diyebileceğimiz bir hudut yok!..
Zekâtın nisâbını biliyoruz. Serveti olan kişi; kırkta birini verince, zekât borcunu ödemiş olur.
Fakat Cenâb-ı Hakk’ın lûtfettiği -başta îman olmak üzere- bütün nîmetlerin şükür borcunu nasıl ödeyecek? Onun asgarî bir hududu yok.
Bunun için ömür boyu dâimâ artan bir gayretle Allah yolunda hizmet etmekten başka çâre de yok...
Tebük Harbi’ni bir tefekkür edelim:
Bir tarafta kendini Allah ve Rasûlü yolunda fedâ etmeyi göze alanların mazhar olduğu ilâhî iltifat...
Diğer tarafta ihmalkârlara gelen ilâhî tehdit, îkaz ve ceza!..
Hâl böyleyken Allah yolunda gayretlerden uzak kalırsak, ya bizim hâlimiz nice olur?
Her birimiz; bir Tebük Seferi’nde olduğumuzu unutmamalıyız. Allah yolunda yaptıklarımızı bir “hiç” görerek, son nefese kadar elimizden gelen gayreti göstermeliyiz.
RASÛLULLAH (S.A.V) EFENDİMİZ’İN HAYATINDA HİZMET
Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayatı baştan sona, insanlığa ve bütün mahlûkâta şefkat dolu hizmetlerle geçmiştir.
O’nun mübârek hayatından birkaç misâl şöyledir:
Mescid’in inşâsı esnâsında, toprak taşıyan bir kişi, Âlemlerin Efendisi’ne rastlayınca O’na:
“−Ey Allâh’ın Rasûlü! Müsâade buyrunuz, kerpicinizi ben taşıyayım!” demişti. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise cevâben:
“−Sen git, başka bir tane al! Zira sen Allâh’a benden daha çok muhtaç değilsin!” buyurdu. (Semhûdî, Vefâü’l-Vefâ, Beyrut 1997, I, 333)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbıyla birlikte Bedir’e doğru yola çıktığında, deve sayısı yetersiz olduğundan, bir deveye sırayla üç kişi biniyordu. Fahr-i Kâinât Efendimiz de, devesine Hazret-i Ali ve Ebû Lübâbe -radıyallâhu anhumâ- ile nöbetleşe biniyordu. Yürüme sırası Peygamber Efendimiz’e gelince arkadaşları:
“–Yâ Rasûlâllah! Lütfen siz binin! Biz, Siz’in yerinize de yürürüz.” dediler. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise:
“–Siz yürümeye benden daha tahammüllü değilsiniz. Ayrıca ben de sevap kazanma husûsunda sizden daha müstağnî değilim.” buyurdu. (İbn-i Sa’d, II, 21; Ahmed, I, 422)
Bir sefer esnâsında, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ashâbından koyun kesip pişirmelerini istemişti. Sahâbeden biri:
“–Yâ Rasûlâllah, onu ben keseyim.” dedi.
Başka biri:
“–Yâ Rasûlâllah, yüzmesi de benim vazifem olsun.” dedi.
Bir başkası da:
“–Yâ Rasûlâllah, pişirmesi de bana âit olsun.” dedi.
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de:
“–O hâlde odun toplamak da bana âit olsun.” buyurdu.
Sahâbîler:
“–Yâ Rasûlâllah! Biz onu da yaparız, Siz yorulmayınız.” dedilerse de Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Sizin, benim işimi de yapabileceğinizi biliyorum. Fakat ben, size göre imtiyazlı bir durumda bulunmaktan hoşlanmam. Çünkü Allah Teâlâ, kulunun, arkadaşları arasında imtiyazlı durumda olmasını sevmez.” buyurmuştur. (Kastallânî, el-Mevâhibü’l-Ledünniyye, Mısır 1281, I, 385)
Câbir -radıyallâhu anh- şöyle demiştir:
“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yolculuk esnâsında arkadan yürür, güçlük çeken zayıflara yardımcı olur, onları terkisine bindirir ve onlara duâ ederdi.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 94/2639)
Mescitteki kumları temizleyen siyahî bir hanım vardı. Bir gün Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kadıncağızı mescitte göremeyince sordu:
“–Burada mescidi temizleyen siyahî bir kadıncağız vardı. Nerededir?”
Dediler ki:
“–Yâ Rasûlâllah, o vefât etti.”
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mahzunlaştı:
“–Keşke bana haber verseydiniz.” (Buhârî, Cenâiz, 67) dedi. Sonra kadıncağızın mezarını sordu. Ziyaretine gitti ve kabri başında ona duâ etti.
GÜNÜMÜZDE MÂNEVÎ EĞİTİME VE HİZMETLERE KOŞMANIN ÖNEMİ
Günümüzde mânevî eğitime ve hizmetlere koşmak, yokuş çıkmaya çalışan bir arabaya destek vermeye benzer. Araba düze çıktıktan sonra yardım etmenin bir ehemmiyeti kalmaz. Şimdi bir altın kıymetinde olan ufacık bir gayret, o zaman kâğıt hükmünde bile olmaz.
İslâm ahlâkının zaafa uğradığı hüzünlü devirlerde yapılan amelleri Cenâb-ı Hak, husûsî ecirlerle primlendirir.
Bunları “Karz-ı Hasen: Kendisine verilmiş güzel bir borç” olarak yazar. Karşılığını da, tıpkı zor ve tehlikeli yerlerde memuriyet yapan kişilere verilen “mahrûmiyet zammı” gibi kat kat fazla olarak lûtfeder.
HİZMET ŞUURU
Mü’minler birbirlerini, farklı bedenlerde olsalar da tek yürek hâlinde yaşayan bir vücûdun uzuvları gibi telâkkî etmeye mecburdurlar. Bir uzvun acısını bütün bir vücut hissettiği gibi, din kardeşlerinin ıztırâbını duymak, bütün mü’minler için bir vicdan imtihânıdır.
Zira Cenâb-ı Hak, insanları birbirine muhtaç bir hâlde yaratmıştır. Toplumda güçlüler-kuvvetliler olduğu gibi; zayıflar, sakatlar ve muhtaçlar da dâimâ mevcut olacaktır.
Kendimize sormalıyız:
“Cenâb-ı Hak bu insanları niye muhtaç olarak yarattı?”
Cevâbıysa mâlum:
“Muhtaç olanlar, muhtaç olmayanlar için ilâhî bir emânet ve kıyâmet mes’ûliyetidir.”
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, mü’minlerin birbirlerine karşı büyük mes’ûliyetlerinin bulunduğunu, bir duvarın tuğlaları gibi birbirine kenetli olmaları gerektiğini, en basitinden, hissiyat derinliği ve diğergâmlık itibârıyla, komşusu açken tok uyumanın İslâm ahlâkıyla bağdaşmadığını, velhâsıl mü’minlerin birbirini yıkayan iki el gibi birbirlerine emânet olduğunu bildirmiştir.
Muhtâcın duasını alabilmek, bir âhiret hazinesine sahip olmaktır.
Nitekim Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- bir gün:
“−Yâ Rab! Seni nerede arayayım?” diye niyazda bulunmuştu. Allah Teâlâ ona:
“−Beni kalbi kırıkların yanında ara!” buyurdu. (Ebû Nuaym, Hilye, II, 364)
t Hadîs-i şerîfte buyrulur:
“Siz yerdekilere merhamet edin ki, göktekiler de size merhamet etsin!” (Tirmizî, Birr, 16/1924)
Sâdî-i Şîrâzî şöyle buyurmuştur:
“Hak dostları, kimsenin uğramadığı dükkânlardan alışveriş yaparlar.”
Yani, mâtemlerin civârında dolaşırlar. Sâil ve mahrûmu bulurlar.
“Fakat o, sarp yokuşu aşamadı. O sarp yokuş nedir bilir misin?
Köle azat etmek veya açlık gününde yakını olan bir yetimi, yahut aç-açık bir yoksulu doyurmaktır.
Sonra îmân edenlerden, birbirlerine sabrı tavsiye edenlerden ve birbirlerine acımayı öğütleyenlerden olmaktır. İşte bunlar sağdakilerdir.” (el-Beled, 11-18)
Ebû Mûsâ -radıyallâhu anh- şöyle buyurur:
“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- merkebe biner, kaba yünden elbise giyer, koyunun altına oturup sütünü sağar, misafirleriyle ilgilenir, onlara hizmet ve ikram ederdi.” (Hâkim, I, 129/205)
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- buyurur:
“Şiddet göstermeksizin kuvvetli, zayıflık belirtmeksizin yumuşak ol!”
Sertliğin aşırısı kin doğurur. Hoşgörünün fazlası da otoriteyi zayıflatır. Başarı, bu ikisi arasında dengeyi sağlayabilmekle mümkündür.
Bir defasında Habeşistan hükümdarının elçileri, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in huzûruna gelmişlerdi. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onlarla yakından ilgilendi, hattâ bizzat hizmet etti.
Ashâbın, bu hizmeti kendilerinin yapabileceğini söylemeleri üzerine Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ümmetine duyduğu engin muhabbet ve merhameti gösteren şu muhteşem cevabı verdi:
“–Bunlar Habeşistan’a hicret etmiş olan ashâbıma yer göstermiş, ikram etmişlerdir.
Buna mukâbil şimdi ben de onlara hizmet etmek isterim.” (Beyhakî, Şuab, VI, 518, VII, 436)
Vefâ ehli olabilmek…
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, halife olmadan önce çevresindeki yetim kızların koyunlarını sağıverir, ihtiyaçlarını karşılardı. Halife olduktan sonra da değişen bir şey olmadı. O, aynı mütevazı hâliyle yetimlerin koyunlarını sağmaya ve ihtiyaçlarını bizzat karşılamaya devam etti. (Süyûti, Tarihu’l-Hulefa, s. 80; Sarıcam, Hazret-i Ebubekir, s. 82)
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- halîfeliği döneminde bir kısım elbiseleri Medîneli sahâbî hanımlar arasında taksim etmişti. Geriye güzel bir elbise kaldı. Yanındakiler:
“–Ey Mü’minlerin Emîri, bunu da zevcenize verin!” dediler.
O ise:
“–Allah Rasûlü’ne bey’at eden Ensâr kadınlarından Ümmü Selît, buna daha çok hak sahibidir. Zira o, Uhud Savaşı’nda bize kırbalarla su taşıyordu.” dedi. (Bkz. Buhârî, Megâzî 22, Cihâd 66)
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bu tavrıyla, Allah yolunda hizmet eden kişilere daha çok alâka gösterilmesi gerektiğini de vurgulamıştır.
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, halîfe iken, geceleri Medîne sokaklarında dolaşırdı. Onun şu temennîsi, taşıdığı yüksek mes’ûliyet duygusunun ve hizmet ufkunun bir tezâhürüdür:
“Hayatta olursam -inşâallah- halkın içinde bir sene gezeceğim. Biliyorum ki insanların, bana ulaşmayan ihtiyaçları var. Vâlileri o ihtiyaçları bana bildirmiyor, kendileri de bana ulaşamıyorlar.
Şam’a gideceğim, iki ay orada kalacağım.
Sonra Cezîre’ye gidip iki ay orada kalacağım.
Sonra Mısır’a gidip iki ay orada kalacağım.
Sonra Bahreyn’e gidip iki ay orada kalacağım.
Sonra Kûfe’ye gidip iki ay orada kalacağım.
Sonra Basra’ya gidip iki ay orada kalacağım.
Vallâhi o sene ne güzel bir sene olacak!” (Taberî, Târih, IV, 201-202)
“Hazret-i Abbâs -radıyallâhu anh-’ın oğullarından;
–Abdullah Tâif ’te,
–Ubeydullah Medîne’de,
–Fâdıl Suriye’de,
–Mâbed ve Abdurrahman İfrîkıyye’de (Tunus civarında),
–Kusem Semerkand’da ve
–Kesîr, (Kızıldeniz kenarındaki) Yenbû’da medfundur.” (Kettânî, Terâtib [Hazret-i Peygamber’in Yönetimi], III, 195)
Hizmetle geçen bir ömrün mükâfâtı, ebediyyen hatırlanmaktır. Nitekim Şeyh Sâdî -rahmetullâhi aleyh- buyurur:
“Muhabbetle dolan kalp, affedici olur. Eğer sen, yalnız kuru bir sûretten ibâret olursan, öldüğün zaman cismin gibi isminle de ölürsün. Eğer kerem sahibi ve ehl-i hizmet olursan, ömrün, cesedinden sonra da fedakârlığın ve gönüllere girdiğin kadarıyla devam eder.”
Hizmeti nîmet bilmek gerekir
Ali Râmîtenî Hazretleri ne güzel buyurmuştur:
“Minnetle (başa kakmak sûretiyle) hizmet eden çoktur. Ancak hizmeti nîmet bilenler ise pek azdır. Siz hizmette bulunma fırsatını ele geçirmiş olmayı nîmet bilir ve hizmet ettiklerinize minnettar kalırsanız, herkes sizden memnun olur ve şikâyetçiniz azalır...”
Ebû’l-Leys Semerkandî Hazretleri buyurur:
“(Bir infâk esnâsında) veren, alana teşekkür edâsı içinde olmalıdır. Çünkü alanın nasîbi, dünyevî ihtiyacın giderilmesidir. Verenin nasîbi ise uhrevî ve sonsuz lûtuflar ile Cenâb-ı Hakk’ın rızâsıdır. Böyle olunca; veren, alandan daha kârlı durumdadır. Onun için de muhâtabına teşekkür etmelidir.”
Şeyh Sâdî -rahmetullâhi aleyh- buyurur:
“Hizmetteki fazîlet, kendini güçlü-kuvvetli ve sıhhatte gördüğün zaman, şükrâne olmak üzere zayıfların yükünü çekmektir.”
Hizmet her gönlün nasibi olmaz.
Mûsâ Efendi -rahmetullâhi aleyh- şöyle buyurmuşlardır:
“Şunu idrâk etmelidir ki, hizmet etme fırsatı herkese nasîb olmaz. Çok kimseler vardır ki, her hususta hizmet kâbiliyetleri olduğu hâlde, zaman ve mekân müsâit olmadığından, hizmet etmekten nasipleri yoktur. Hizmet edenler, hizmeti bir nîmet bilip tevâzûlarını artırmalı ve hattâ bu nîmete vesîle oldukları için, hizmet edilenlere teşekkür edâsı içinde bulunmalıdırlar.”
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- buyurur:
“Bir adamın mevkiinin büyüklüğü, onun ufak bir hizmetini büyük görmene; mevkiinin küçüklüğü de onun büyük hizmetini küçük görmene aslâ sebebiyet vermemelidir.”
Allah için hizmet edene, dünya hizmetkâr olur
Câfer-i Sâdık -rahmetullâhi aleyh- buyurur:
“Allah Teâlâ dünyaya şöyle vahyetti:
«Ey dünya! Bana hizmet edene sen de hizmet et! Sana hizmet edeni ise (kendi işlerinde çalıştırıp) yor ve yıprat!»”
Ebûʼl-Hasan Harakānî -rahmetullâhi aleyh- buyurur:
“En büyük kerâmet; yorgunluk ve bezginlik hissetmeden Allâh’ın mahlûkâtına hizmet etmektir.”
Gönülden yapılan hizmetler, kalbe huzur verir
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri buyurur:
“Kişi, insanlarla beraber olup onlara hizmet edince, halvete çekildiği zamanlardan daha fazla gönül huzuru elde eder.” (Yani kesrette vahdeti yakalar, kalabalıklar içindeyken Cenâb-ı Hak ile beraber olabilirse, gönlü daha fazla huzura kavuşur.)
Ömer bin Abdülaziz’in derdi…
Abdullah bin Münâzil -kuddise sirruh-’un şu îkâzını hiçbir zaman unutmamalıdır:
“Hizmette edep, hizmetten daha azizdir. (Yani edep, hizmetin seviyesini yükseltir.)”
İnsana yapılacak hizmetlerde hassas davranmak, son derece mühimdir. Hizmeti kaba ve kırıcı bir üslûb ile îfâ etmek, sahibine ecir kazandırmayacağı gibi, aksine onun günaha girmesine bile sebep olabilir. Çünkü kırılan bir gönlü yapmak, maddî bir şeyi tamir etmek kadar kolay değildir.
“Ey îmân edenler!.. Başa kakmak ve incitmek sûretiyle yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayın! (Sadakalarınızı imhâ etmeyin!)...” (el-Bakara, 264)
Yûnus Emre Hazretleri şöyle der:
Ak sakallı pîr hoca,
Bilemez hâli nice,
Emek yimesün hacca,
Bir gönül yıkar ise…
Seyyid Emîr Külâl Hazretleri buyurur:
“Gönül almaya bak; güçsüzlere hizmet et! Zayıfları, gönlü kırıkları koru! Onlar öyle kimselerdir ki halktan hiçbir gelirleri yoktur. Bununla beraber onların birçoğu, tam bir kalp huzuru, tevâzû ve kırgınlık içinde yaşayıp giderler. Böyle kimseleri ara bul ve onlara hizmet et!”
Ubeydullâh Ahrâr Hazretleri, eriştiği mertebeyi hizmetin bereketine atfederek -tahdîs-i nîmet kabîlinden- şöyle buyurmuştur:
“Ben bu yolu, kitaplardan öğrenerek değil, bilâkis halka hizmet ederek katettim... İşte hizmet, bu derece fazîletlidir. Herkesi farklı bir yoldan götürdüler, bizi de hizmet yolundan götürdüler. İşte bu yüzden hizmet; benim râzı olduğum, tercih ettiğim ve sevdiğim bir usûldür. İstîdat ve liyâkat gördüğüm kişilere hizmeti tavsiye ederim.”
Mûsâ Efendi -rahmetullâhi aleyh- şöyle buyurmuşlardır:
“Ben işin büyüğünü yapıyorum diye küçüğünü ihmâl etmek olmaz. Zira küçükler birikince büyük olur.”
Mûsâ Efendi -rahmetullâhi aleyh- şöyle buyurmuşlardır:
“Hizmet ehli olan kişiler, hizmet yoluna devam ettikçe, îsar (kendinden fedâkârlıkta bulunarak müʼmin kardeşini tercih etme) yolunu tutmalıdırlar.
Israrla hep bütün hizmetleri yalnız ben yapayım gâyesinde olanlar, çabuk yorulurlar, sadırları sıkışır, görüşleri değişir. Herkesi küçük görmeye başlarlar. Allah muhâfaza etsin, bu şekilde hâllerinde gerileme olur. Hubb-i riyâset sevdâsının esiri olurlar.”
HİZMETİN ALTIN KURALLARI
- Hiçbir hizmeti küçük görmemek gerekir. Çünkü, hizmet edebilmek büyük bir nîmettir ve ehemmiyetsiz gibi görünen bir hizmet, Allah katında çok kıymetli olabilir. Bu sebeple Allâh’ın rızâsına nâil olabilmek için her türlü hizmete koşmak îcâb eder.
(Köpeğe su veren günahkâr affoldu.)
- Hizmet etme fırsatı, Rabbimizin bir lûtfudur, lâkin bu lûtuf, herkese nasîb olmaz. Çok kimseler vardır ki, pek çok hususta hizmet kâbiliyetleri olduğu hâlde, zaman ve mekân müsâit olmadığından hizmetten nasipleri yoktur.
Hizmet edenler, bu nîmete nâil oldukları için Allâhʼa çokça şükretmeli ve yine bu nîmete vesîle oldukları için hizmet edilenlere teşekkür edâsı içinde bulunmalıdırlar. Zira onların sâyesinde Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına nâil olmaktadırlar.
“Bir kavmin efendisi onlara hizmet edendir.” (Beyhakî, Şuab, I, 334; VI, 334)
- Hizmet insanı, karşılaştığı tehlike ve güçlükler sebebiyle yılmamalı, bilâkis daha da kuvvet bulmalıdır. Zira bir hizmetin seviyesi, katlanılan zahmetler ve fedâkârlıklar nisbetindedir.
Hizmet, gelip geçici bir sevdâ değildir. Son nefese kadar aşk ve vecd ile îfâ edilmesi gereken yüce bir vazifedir. Bu itibarla hizmet ehlinin azığı sabır, dayanağı Yüce Mevlâ olmalıdır.
- Hizmet eden bir mü’min iki şeyi kesinlikle unutmamalıdır:
- Allah Teâlâ,
- Ölüm, yani fânîlik.
İki şeyi de unutmalıdır:
- 1- Kibre kapılmamak için yaptığı hayırları unutmalı,
(Mü’min hiçbir zaman “Ben” demeyecek. Dâimâ “Sen Yâ Rabbî! Sen’in lûtfundur, ihsanındır, ikrâmındır…” diyecek.
Bir mü’min bu dünyaya, «arz-ı endam» için değil «arz-ı hâl» için geldiğinin şuurunda olacak. Dâimâ hiçliğinin idrâki içinde yaşayacak.)
- 2- Kimseyle arasında soğukluk olmaması için kendisine yapılan hatâları unutmalıdır. Yani, affede affede ilâhî affa lâyık hâle gelmeye çalışmalıdır.
Bugün kendi kendimize muhasebe edeceğiz:
- Peygamber Efendimiz bugün olsaydı bize ne gibi talimatlar verirdi?
- Bizim İslâm’ı nasıl anlatmamızı emrederdi?
- Bizim hâlimize tebessüm eder miydi?
Velhasıl bugün selde sürüklenen kütükler gibi zamanın anaforuna kendini kaptırmış giden bir insanın elinden tutmayı, bize emanet edilenleri de o anafora kaptırmamayı, onlara nezaket ve saâdeti, gerçek medeniyeti ve o medeniyetin yollarını anlatmayı îman ve vicdan borcu bilmemiz lâzımdır.
Yâ Rabbî! Gönlümüzü, Sen’in rızânı kazanma aşkı, muhabbeti ve vecdiyle doldur.
Ashâb-ı kirâmın, evliyâullâhın, Fâtihlerin, dîn, vatan ve millet müdâfaasındaki kahramanlarımızın gönüllerindeki hizmet aşkından ve gayret-i dîniyyelerinden bize de hisseler nasîb eyle! Âmîn…
YORUMLAR