Osman Nûri Topbaş Hocaefendi 05 Ekim 2020 Sohbeti
Osman Nûri Topbaş Hocaefendi'nin Dâvud Aleyhisselam, Tâlut, Câlut ve Tâbut'tan bahsettiği Erkam Radyo ve Erkam TV de yayınlanan 05 Ekim 2020 tarihli sohbeti...
5 Ekim 2020 Sohbeti
Sohbetimize teberrüken üç İhlâs, bir Fâtiha;
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in aziz, latîf, mübârek, pâk rûh-i tayyibelerine, ehl-i beytin, ashâb-ı kirâmın, enbiyâ-i izâmın, sâdât-ı kirâm hazarâtının, cümle geçmiş akrabalarımızın, şehidlerimizin rûh-i şerîflerine,
Dînimizin, vatanımızın, milletimizin selâmetine, bütün İslâm dünyasının selâmetine, şerirlerin şerlerinden muhafazasına, mevcut hastalıktan muhafazasına -inşâallah-;
Bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs…
Muhterem kardeşlerimiz!
Bugünkü mevzumuz, sohbetimiz, Dâvud -aleyhisselâm-.
Bütün peygamberlerin müşterek beş vasfı var. Bir de bunun yanında her peygamberin ayrı ayrı fârik vasıfları var.
Burada -inşâallah- kısaca bir Dâvud -aleyhisselâm-’ın peygamberlik hayatı, daha evvelki hayatı, fârikaları, bugün biz neleri Dâvud -aleyhisselâm-’dan ibret alacağız, ders alacağız?.. Gerçi bütün peygamberlerin en fârik vasıflarının daha ötesinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in vasıfları var.
Cenâb-ı Hak istifâde etmeyi, amel etmeyi nasip buyursun -inşâallah-.
Dâvud -aleyhisselâm- Kudüs’te doğdu. Tahmînen 100 yaşına kadar yaşadı. Şahsında hükümdarlığı ve peygamberliği birleştiren ilk peygamber. Tahmînen mîlattan önce 1015 veya 975 yılları arasındadır. Yani zamanımızdan 3000 sene evvel takrîben.
Kur’ânı Kerîm’de Dâvud -aleyhisselâm- 16 yerde geçer. İbrânîce lisânıyla Zebûr kendisine verilmiştir.
Tevrat, İncil ve Kur’ân-ı Kerîm’in muhtevasında şer’î hükümler bulunur. Zebûr’da ise Dâvûd -aleyhisselâm-’a öğretilmiş duâ, tahmid ve temcid yer almaktadır.
Üç hususiyet var Dâvud -aleyhisselâm-’ın zamanında:
Bir Tâlût, bir Câlût, bir de Tâbût.
Benî İsrâil peygamberleri, Mûsâ -aleyhisselâm-’dan sonra Tevrat ile amel ediyorlardı. Fakat yahudîlerin başlarında Dâvud -aleyhisselâm- gibi bir peygamber olmadığı için kendi hevâ ve heveslerine göre dîni değiştiriyorlardı hükümleri, tahrif ediyorlardı. Îtikâdî ve ahlâkî prensipler de bozuluyordu.
Daima öyle gelmiştir. Yeni bir peygamber geliyor. Zaten o 28 peygambere baktığımız zaman Kur’ân-ı Kerîm’deki, çoğu Benî İsrâil peygamberi. Yani peygamberin arkasından hemen tahrif ediliyor, arkadan Cenâb-ı Hak bir peygamber gönderiyor; yeni baştan vahiy, yeni baştan o tahrifler düzeliyordu.
O zamanlar, Dâvud -aleyhisselâm-’ın gençliğinde, Mısır ile Şam arasında Amâlika kavmi bulunuyordu. Kavmin, Câlût isminde çok güçlü bir reisi vardı. Hem güçlü hem de zâlim çok. İsrâiloğulları istikâmetten şaştığı için, Cenâb-ı Hak Câlût’u İsrâiloğulları’nın başına musallat etti. Câlût da, İsrâiloğulları’nı mağlub ederek erkeklerinin bir kısmını öldürdü, çocuklarını ve kadınlarını da esir olarak aldı.
Benî İsrâil kavminde Mûsâ -aleyhisselâm-’dan gelen “Tâbût” adlı bir sandık vardı. Bu sandığın içinde mukaddes emanetler bulunuyordu. Bir rivâyete göre Tevrat’tan levhalar bulunuyordu. Bir sefere giderken Tâbût’u önde götürüyorlardı. Bu Tâbut halka ve askere bir şevk veriyordu. Sanki -lâ teşbih- Efendimiz’in sakal-ı şerîfi gibi, öyle bir heyecan veriyordu.
Ev, mal, mülklerinden, çocuklarından ayrı olan Benî İsrâil huzursuzdu. Tâbût’un, ellerinden çıkmasına çok çok üzüldüler. Câlût da perişan ettikten sonra, Tâbût’u da aldı, Tâbût’u da bir -af edersiniz- pisliğin içine attı.
Tabi buna halk da çok üzüldü. Halk, o zaman İşmoil -aleyhisselâm- vardı. Halk, İşmoil -aleyhisselâm-’a geldi:
“–Bize bir hükümdar gelsin ki, bir kumandan gelsin ki, bizi kurtarsın. Tâbut gelsin.”
Fakat orada bir -maalesef- halkın düşkün olması maddî imkânlara… Cenâb-ı Hak, İşmoil -aleyhisselâm-’a Tâlut isimli bir kumandanı tavsiye etti. Benî İsrâilliler dediler ki:
“–Yok dediler, gelen dediler zengin olacak.” dediler. Çünkü maddeye karşı çok büyük temâyülleri vardı.
“–Bir de dediler, Yâkub soyundan olacak. İkisinden biri zarûrî.” dediler.
Yani Cenâb-ı Hakk’ın tayin ettiği Tâlut’a karşı da, İşmoil -aleyhisselâm-’a vahyettiği, kabul edememe durumunda kaldılar.
İşmoil -aleyhisselâm- ısrar edince;
“–O zaman dediler, Tâbût’u önümüze getirsin.” dediler.
Cenâb-ı Hak da Tâbût’u melekler vâsıtasıyla Benî İsrâil’in içine getirdi tekrar. Kabul etme durumunda kaldılar Tâlût’u.
Tabi âyette, bu, Benî İsrâil’in birtakım, kendilerine göre görüşlerinden bahsediyor, bâtıl görüşlerinden. İşte, illâ hükümdar, zengin olacak, soydan gelecek vs. olacak diye. Tabi bu, cemiyetin menfaatine aykırı olup olmadığını da hesap etmiyorlardı. Hâlbuki başa geçecek kimse, emâneti götürecek muktedir kimse olması zarûrî idi.
Bir misal:
Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- anlatıyor:
-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir yerde sahâbesiyle konuşurken bir bedevî çıkageldi:
“–Kıyâmet ne zaman kopacak?” diye sordu.
Efendimiz sözlerini kesmeden konuşmalarına devam etti. Bunun üzerine sahâbîlerden biri:
“–Bedevînin sorusunu (Rasûlullah Efendimiz) duydu, fakat soruyu (Efendimiz) beğenmedi.” (dedi.)
Bir başkası da:
“–Hayır, soruyu duymadı.” dedi Efendimiz için.
-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz konuşması bitince:
“–Kıyâmet hakkında soruyu soran nerede?” buyurdu.
Bedevî:
“–Buradayım, yâ Rasûlâllah!” dedi. Efendimiz buyurdu ki:
“–Emanet zâyî edildiği zaman kıyâmeti bekle!”
Bedevî:
“–Emanet nasıl zâyî olacak?” diye sordu.
-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“–Emanet ehli olmayan kimseye verildiği zaman kıyâmeti bekle!” buyurdu. (Buhârî, İlim 2, Rikāk 35)
Yine âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak:
“–Allah sizin üzerinize (Tâlût’u) seçti, ilmen ve bedenen ona bir üstünlük verdi. Allah mülkünü dilediğine verir. Allah her şeyi ihâta eden ve her şeyi bilendir, buyurdu.” (elBakara, 247)
Tâlût’un hükümdarlığına îtiraz eden İsrâiloğulları bu sefer de:
“–Eğer o, sâhiden hükümdarsa, bize bir delil getirsin!” dediler.
Tâbût’u Benî İsrâil Kavmi’nin önüne getirdi melekler vâsıtasıyla.
Tâbut hakkında muhtelif rivâyetler vardır. Âdem -aleyhisselâm-’a indiği, peygamberlerin mukaddes emanetlerinin içine konduğu bahsediliyor.
Tâlût, hükümdar olunca düzeltti, yanlışlıkları bertaraf etti, harbe hazırlandı. O harbe giderken, Cenâb-ı Hak da bir imtihan olarak Benî İsrâil’e, o nehirden geçecekler, çöl sıcak, orada bir nehir var, o nehirden su içmeyecekler imtihan olarak. Veyahut da bir avuç, çok az bir şey içecekler.
Ordu 80.000 kişi idi. 80.000 kişiden bu 4.000’e düştü. Diğerleri hepsi kana kana içtiler. Bu 4.000 kişiden, onlar da bir dağıldı sonra, dayanamadı, 313 kişi kaldı. Ve bu 313 kişiyle sefer devam etti. Yani az bir grupla büyük bir gruba bir harp etme durumu oldu.
Rasûlullah Efendimiz, Bedr’e girerken; “Şimdi Tâlût’un ordusu kadarız, yani 313 kişiyiz.” buyurmuştu. (Bkz. Buhârî, Megâzî, 6)
Âyet-i kerîmede:
“Tâlût ve mü’minler, beraberce ırmağı geçince (ilâhî emre uymayanlar):
«–Bugün bizim Câlût’a ve askerlerine karşı koyacak gücümüz yoktur!» dediler.
Allâh’ın huzûruna varacaklarına inananlar (ise):
«–Nice az sayıda bir birlik, Allâh’ın izniyle çok sayıdaki birliği yenmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir.» dediler.” (elBakara, 249)
Yani iki gruba ayrıldılar. O 313 kişi bir grup, iştirak etmeyenler bir grup oldular. Tâlut’un ordusundakiler, Cenâb-ı Hakk’a duâ ettiler. Duâları:
رَبَّنَا اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَثَبِّتْ اَقْدَامَنَا وَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ
Bu duâ ile devam ettiler. Zaten zor zamanlarda bu duâyı tavsiye ederler. Bugün bile belki bu virüs vesâirede, yahut gelen herhangi bir sıkıntılarda bu duâyı okumak, -inşâallah- faydalıdır.
رَبَّنَا اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَثَبِّتْ اَقْدَامَنَا وَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ
Tabi burada Allâh’ın yardımı gelecek. Fakat müslümanlardan da Cenâb-ı Hak bir gayret, bir istikâmet istiyor. Âyet-i kerîmenin tercümesi:
“…Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır! (Üzerimize sabır dök.) Ayaklarımıza sebat ver ve kâfir kavme karşı bize yardım eyle.” (elBakara, 250)
Burada, düşman üzerine giden askerin üç vasfa sahip olması gerektiği bildiriliyor:
Bir; zorluklarda sabır:
Yani sabırların zorlandığı zamanlar olacak, burada Cenâb-ı Hakk’a ilticâ edilecek. Her zorluktan sonra Cenâb-ı Hak yardım eder ve o zorlukları sabır ve Cenâb-ı Hakk’a ilticâ ederek bertaraf etmeye çalışmak.
Âyette de Cenâb-ı Hak:
“…Sabır ve namazla Allah’tan yardım isteyin…” (el-Bakara, 153) buyuruyor.
İkincisi: Cesaret ve sabır.
Üçüncüsü; te’yîdi ilâhînin, yani ilâhî yardımın geleceğine inanıp Cenâbı Hak’tan tazarrûda bulunabilmek.
İki ordu karşılaştığı zaman, Câlût’un ordusuyla Tâlût’un ordusu, bir mübârezeye çıkacak bir er istedi Câlût. Yani ona gücünü gösterecekti. Karşısına Dâvud -aleyhisselâm- çıktı.
Herkes şaşırdı. Câlût iri yapılı, müheykel yapılı, güçlü-kuvvetli birisiydi. Onun gücüne dayanabilmek de zordu. Dâvud -aleyhisselâm- 18 yaşlarındaydı. Onu görünce öyle zayıf, nahif:
“–Ey hakir dedi, karşıma sen mi geldin? Söyle, sen niçin geldin?” dedi.
Dâvud -aleyhisselâm- da:
“–Seninle cenk etmeye geldim!” deyince, Câlût alay etti.
Dâvud -aleyhisselâm- da gelirken üç tane taş almıştı. O sapanla taşı attı. Alnına geldi. Cenâb-ı Hakk’ın lûtfu, orada öldü.
Velhâsıl mü’min, hiçbir zaman kendine güvenip kibirlenmeyecek. Dâimâ Cenâb-ı Hakk’a sığınacak, O’na ilticâ edecek. Hasmını da hiçbir zaman küçümsemeyecek. Zâhirî şartlara aldanmayacak. Zira her şey Allâh’ın takdîri ile vukû bulur. Cenâb-ı Hakk’a sığınacak.
O güçlüyüm diyenler, daima Cenâb-ı Hak onları en güçsüz hâle getirir.
O dilerse Nemrud’u bir sivrisinekle yok eder.
O dilerse Firavun’u Kızıldeniz’de boğar.
O dilerse, Ebrehe ordusunu Ebâbil kuşlarıyla mahveder.
O dilerse, Dâvud’un sapanından çıkan bir taşla Câlût’u öldürür.
Bugün de işte bir virüs, dünyaya meydan okuyor.
Burada üç şey var:
Bir, zâlimlere bir cezâ.
İkincisi, bir îkaz.
Üçüncüsü de, hasta olanlar, vefât edenler için de -inşâallah- mü’minler için şehid sevabı.
Onun için gelen her musibeti bir tefekkür etmek îcâb eder. Bu da ibretlidir. Temizlik şarttır, mesafe şarttır, fakat baktığımız zaman Suriye’deki o iki milyon -çadırdaki- insanda hemen hemen bu virüs yok gibi bir şey.
Demek ki küresel güçlerin getirdiği bir davet bu virüs…
Elhamdülillâh, memleketimizde de bu da -inşâallah- azala azala gidecek. İnşâallah bizlere bir îkâz-ı ilâhî. Burada zarar görenlere de, vefât edenlere -inşâallah- onlara büyük ecirler olur -inşâallah-.
Âyet-i kerîmede yine:
“Nihayet Allâh’ın izniyle onları hezîmete uğrattılar (bu Câlût’un ordusunu). Dâvud, Câlût’u öldürdü (âyet-i kerîmede). Allah ona (Dâvud’a) hükümdarlık ve hikmet (peygamberlik) verdi; dilediği ilimlerden ona öğretti. Allah eğer, insanların bir kısmını diğer kısmıyla defetmeseydi (yani zâlimler kalsaydı), yeryüzü elbette fesâda uğrardı. Fakat Allah, bütün âlemlere karşı lûtuf ve kerem sahibidir.” (elBakara, 251) buyruluyor.
Yine nitekim Rabbimiz insanlar arasında adâletle hükmeden sultanları var etmeseydi, insanların güçlüleri, zayıfları ezip mahvederdi. Bu bakımdan bir rivâyette, Heysemî naklediyor:
“Sultan, Allâh’ın yeryüzündeki gölgesidir.” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, V, 196; Deylemî, Müsned, II, 343; Beyhakî, Şuab, VI, 15, 16, no: 73697377)
Tabi bu sultan, adâletle hükmeden bir sultan.
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- zamanında bir Rum elçisi geldi Medîne’ye.
“–Halifenin sarayı nerede?” dedi. “Ben halifenin sarayını arıyorum.” dedi.
Bir Arap kadın da dedi ki:
“–Git dedi, şu ağacın altında yatan, yeryüzündeki Allâh’ın gölgesini gör.” dedi.
Yine Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- buyuruyor:
“Şüphesiz ki Allah, Kur’ân ile engellemediği şeyi, sultan ile engeller.” buyuruyor. (İbni Kesîr, Kısasu’l-Enbiyâ, s. 516)
Ondan sonra o zaman Tâlût, o ganimetleri yaktırdı. Ganimetler yakılırdı o zaman.
Tâlût, Kudüs’e döndüğünde İşmoil -aleyhisselâm- ona:
“–Cenâbı Hak sana müjdelediği zaferi nasîb etti. Haydi sen de verdiğin sözü yerine getir!” dedi.
Tâlût demişti:
“–Eğer kim Câlût’u yenerse, ona kızımı vereceğim.” demişti.
O şekilde Tâlût, kızını Dâvud -aleyhisselâm-’a verdi.
Ondan sonra Dâvud -aleyhisselâm-’a Zebur indirildi. Cenâb-ı Hak âyette:
“…Dâvud’a da Zebûr’u verdik.” (elİsrâ, 55) buyuruyor.
Dâvud -aleyhisselâm- hayatı boyunca adâletle hükmetti. Tebdîli kıyâfet eder, halkın arasında dolaşırdı. Yaptığı icraatlerden ve gidişattan halkın memnun olup olmadığını soruştururdu. İdaresinden herkes memnundu.
Cenâb-ı Hak Peygamber Efendimiz’i -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i, tabi bu peygamber kıssaları Mekke’de indi. Zor zamanlardı müslümanlar için. Cenâb-ı Hak buyurdu:
“(Rasûlüm!) Onların söylemekte olduklarına sabret (o müşriklerin) ve kuvvet sahibi kulumuz Dâvud’u hatırla! Doğrusu o, dâimâ Allâh’a yönelen bir kimseydi.” (Sâd, 17)
Rivâyete göre Dâvud -aleyhisselâm- ibadete karşı büyük bir şevk ve tahammül sahibiydi. Bir gün oruç tutar, bir gün tutmazdı. Bu şekilde oruç tutanlara “Savmı Dâvud” yani Dâvud orucu denilmiştir.
Dâvud -aleyhisselâm- Allah Teâlâ’ya ibadet etmek için en fazîletli zamanları/vakitleri araştırırdı. Nitekim bir gün Cebrâîl’e:
“–Ey Cebrâîl dedi, hangi vakit efdaldir?” diye sordu. Cebrâîl de:
“–Ey Dâvud dedi, seher vaktinde Arş’ın titreyişinden başkasını bilmiyorum.” dedi. (Ahmed bin Hanbel, Zühd, s. 70; İbni Ebî Şeybe, Musannef, XIII, 240)
Demek ki en faziletli vakit, o seherlerde istiğfar edilen zamandır. Yine bir âyette, Zümer Sûresi, bilenler-bilmeyenler kimler; birinci şartı bu, “seherlerde secde eden ve kıyam hâlinde olanlar”. (Bkz. ez-Zümer, 9)
Yine Allâh’ın rahmetinin tecellî ettiği kullar, secde edenler ve kıyamda duranlar, ibadet hâlinde olanlar, bildiriliyor. (Bkz. el-Furkan, 64)
Burada, seherlerde Cenâb-ı Hakk’ın nîmeti çok büyük. Seherler, mâneviyatla, feyzle, rûhâniyetle gönlün dolması, gündüze o şekilde girmek, nefsin tasallutlarından kurtulabilme.
Mevlânâ, şöyle bir ifadesi var…
Cenâb-ı Hak insana meleklerdeki hasletleri verdi. Diğer yarımına da insanın, hayvânî hasletler verdi. Melekler, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmak, Cenâb-ı Hakk’a ibadet hâlinde olmak, güzel bir Cenâb-ı Hakk’a kul olmak gayreti içindedirler. Hayvanlar ise ancak Cenâb-ı Hak ibret olarak, insanlara bir âmâde olarak yarattı. Hayvanlarda bir nefs vardır, hak-hukuk yoktur. İstediği tarlaya girer, istediği yerden alır. Gıdası olarak devamlı yer gıdâ bulduğu zaman. Bir de nefsânî arzularına karşı düşkündür. O şekilde teselsül gelir.
Mevlânâ diyor ki; “İnsanda diyor bu hayvânî vasıf da vardır, rûhânî vasıf da vardır.”
فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰیهَا
(“(Nefse) iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki.” [eş-Şems, 8])
Bu fücûru bertaraf edecek, hayvânî vasıfları bertaraf edecek, takvâya, meleklerin olduğu vasfa doğru mesafe alacak, hattâ melekleri de geçecek. Çünkü meleklerde nefsânî arzular yok. Fakat insanda Cenâb-ı Hak nefsânî arzular veriyor ki, kul bu nefsânî arzuları bertaraf edecek, bu şekilde Cenâb-ı Hak’la bir dostluğu kazanacak.
Cenâb-ı Hak kuluyla dost olmak istiyor. Dost olması için de bu cemâlî sıfatlar kalpte tecellî edecek. Nasıl Efendimiz âlemlere rahmetti, bir mü’min de rahmet insanı olacak.
“Seher vaktinde Arş’ın titreyişinden başkasını bilmiyorum.” diyerek cevap verdi. (Ahmed bin Hanbel, Zühd, s. 70; İbni Ebî Şeybe, Musannef, XIII, 240)
Yine bu seherlerde, dolu bir yürekle gündüze hazırlanılacak. Gündüz, nefsin şerlerinden mü’min kendini koruyacak. O şekilde bir geceye hazırlanacak. Gece tekrar yürek dolacak rûhâniyetle, o şekilde gündüze hazırlanacak. Yani Güneş’in, Ay’ın birbirini takip ettiği gibi, bu rûhânî duruma mü’min de dikkat edecek.
-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Dâvud -aleyhisselâm-’ın yaptığı şu niyâzı bize bildiriyor. Dâvud -aleyhisselâm- bu duâyı dilinden düşürmezdi buyuruyor:
“Allâh’ım! Sen’den muhabbetini, Sen’i sevenlerin muhabbetini, Sen’in sevgine ulaştıracak sâlih ameller işlemeyi talep ediyorum.
Allâh’ım! Sen’in muhabbetini bana nefsimden, âilemden, malımdan, soğuk sudan daha sevgili kıl!” (Tirmizî, Deavât, 72/3490)
Tabi o zaman soğuk su çok îtibardaydı. Tabi temin etmek de zordu.
Dâvud -aleyhisselâm- gecenin üçte birinde dinlenir, geri kalan saatleri ibadetle geçirirdi.
Rasûlullah Efendimiz buyurur:
“Allâh’ın en çok hoşlandığı oruç, Dâvud’un orucudur. Yılın yarımını oruçlu geçirirdi. (Ama tabi bu bünyesi güçlü olanlar için. Bir gün tutar, bir gün tutmazdı. Yine) Allâh’ın en çok hoşnut olduğu namaz da Dâvud’un namazıdır. O, gecenin yarısını uyku ile geçirir, sonra kalkıp namaz kılar, sonra gecenin kalanında tekrar uyurdu…” (Müslim, Sıyâm, 190)
Yine Dâvud -aleyhisselâm-’ın bir fârik vasfı, âyet-i kerîmede:
“Gerçekten Biz, dağları (ona) boyun eğdirdik, akşam-sabah onunla beraber tesbîh ederlerdi.” (Sâd, 18)
Demek ki ne kadar bir duyuş… Zikrin getirdiği bir vecd, bir istiğrak hâli… Tabi buna da dağlar da, yani cemâdat da iştirak ederdi.
Allah -celle celâlühû- bize göklerde yerde ne varsa Allâh’ı tesbih eder buyuruyor. Fakat siz onları duyamazsınız buyuruyor. (Bkz. el-İsrâ, 44)
Demek ki dağlar da o Dâvud -aleyhisselâm-’ın zikriyle beraber onlar da zikrederlerdi. Tabi biz bunu duyamıyoruz. Duysak zaten her şey şuhûda gelmiş olur, imtihan olmanın fârikası ortadan kalkardı.
Yine âyet-i kerîmenin devamında, Sâd Sûresi’nde:
“Kuşları da toplanmış olarak (ona itaat) ettirdik. (Kuşlar da etrafına) hepsi onun (zikrine katılmak) için dönüp gelirlerdi.” (Sâd, 19)
Ondan sonra yine devamında, Enbiyâ Sûresi’nde:
“...Kuşları ve tesbîh eden dağları Dâvud’a boyun eğdirdik. (Bunları) Biz yapmaktayız.” (elEnbiyâ, 79)
Demek ki burada Dâvud -aleyhisselâm-’ın ihlâsı. Dâvud -aleyhisselâm-’ı Cenâb-ı Hak bir “Dâvûdî” diyoruz, hâlâ devam ediyor, sesi güzel olanın “Dâvûdî bir sesi vardır” diyoruz.
Yani Dâvud’un hayatında zikrin çok önemli bir yeri vardır. Öyle ki bütün mahlûkatı kendisine celbediyordu bu güzel sesiyle.
Tabi bu, Mevlânâ’da da bu var, bu haslet var. Cenâb-ı Hak demek ki kimi kullarına böyle Dâvûdî haslet veriyor.
Mevlânâ Hazretleri, Selahaddin Zerkûbî’nin dükkânının önünden geçerken, o da altınları dövüyor böyle şekil veriyor altınlara. Mevlânâ orada zikretmeye başlıyor.
Biz, dağların taşların zikrini bilemiyoruz, duyamıyoruz. O sesleri kulağımız işitemez. O seslere âşinâ değiliz.
Eğer âşinâ olsaydık îmânın bedelini ödeyemezdik. Çünkü her şey âşikâr olurdu. Çünkü o zaman “şuhûd” durumuna gelirdi. Bu ise ancak ölürken yaşanacak bir hâldir.
Ölürken kulun gözünün önünden perdeler açılacak, kul bütün manzaraları seyredecek. İşte Habîb-i Neccâr. Yâsîn’in ikinci sayfasında, bunu yaşadı. O şuhûd âlemine geçti ve dedi, sayfanın sonunda:
“...«Keşke, Rabbimin beni bağışladığını, beni ikrama mazhar olanlardan kıldığını kavmim (keşke) bilseydi!» dedi.” (Yâsîn, 26-27)
Kendisini taşlayan kavmine acıdı.
Tabi bu, hepimizin son ânımızda göreceğimiz bir manzara var. Bu manzarayı Firavun da gördü Kızıldeniz’de boğulurken; “Mûsâ’nın İlâhı’na…” dedi ama artık onun hükmü yok, öyle bir îmânın.
Sâdî-i Şîrâzı buyuruyor ki:
“Sen diyor, âşık isen diyor, aşkın ne olduğunu biliyorsan hayvanlar yürürken hayvanlardan çıkan ses dahî bir musikîdir. (Çünkü sesin menşei Cenâb-ı Hak.)
Bir sinek bile yanında kanat çırpsa, âşık vecde gelerek sinek gibi elini başına vurur. Âşık ne tiz perdeyi bilir, ne pes perdeyi; o bir kuşun ötmesiyle de inler.
Dünya susmayan bir mûsikiyle dolu. Yalnız şu var ki, her kulak açık değil, onu işitmez.
(Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri bir dalı koparmıyordu, zikrediyor diyordu. Yunus Emre bir sarı çiçekle konuşuyordu.
Yine devam ediyor Sâdî-i Şîrâzî:)
Âşıklar, bostanda dolap sesiyle de coşar, döner ve dolap gibi ağlarlar.”
Nitekim Rasûlullah Efendimiz’le, Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- bildiriyor:
“Biz diyor Mekke’de beraber giderken birçok taşların «es-Selâmu aleyke yâ Rasûlâllah» dediğini duyardık.” buyuruyor. (Bkz. Tirmizî, Menâkıb, 6/3626)
Yine Rûhu’l-Beyan’da bir hâdise var. O hâdise de şöyle. Hazret-i Ömer’den rivâyet -radıyallâhu anh-:
-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ashâbıyla birlikte otururken, huzûruna henüz müslüman olmamış bir bedevî geldi. Putperest bir bedevî geldi. Adamın elinde avladığı bir keler vardı. Keler, kertenkelenin biraz daha büyüğü. Onu hattâ yerlerdi kesip.
Bu bedevî, sahâbîlere Peygamber Efendimiz’i göstererek:
“–Bu kim?” diye sordu. Sahâbîler:
“–O, Allâh’ın gönderdiği Peygamber’dir.” dediler.
Bedevî elindeki keleri Rasûlullâh’ın önüne atarak dedi ki:
“–Lât ve Uzzâ’ya yemin ederim ki (taptığı putlara), bu keler Sana îmân etmedikçe, ben de îmân etmem.” dedi.
O zaman Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kelere:
“–Ey keler!” diye seslendi. Keler de, orada bulunan herkesin açıkça duyacağı şekilde:
“–Ey mahşer halkının ziyneti, buyur, emrindeyim.” dedi ve konuşma şöyle devam etti:
“–Ey keler! Sen kime ibadet ediyorsun?”
“–Arşı semâda, hüküm ve saltanatı yeryüzünde, varlığını gösteren nice alâmetler denizlerde, rahmeti Cennet’te, azâbı Cehennem’de olan Allâh’a ibadet ediyorum.”
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Peki keler, ben kimim?” deyince keler:
“–Sen, Âlemlerin Rabbi’nin Rasûl’üsün. Sen, Âlemlerin Rabbi’nin Rasûl’üsün. Son peygambersin; Sen’in peygamberliğini kabul eden kurtuluşa erer, Sen’i kabul etmeyen de kaybeder.” dedi.
Bunun üzerine bedevî müslüman oldu.
Taberânî’de böyle bir rivâyet var. (Bkz. Taberânî, el-Mu‘cemü’l-Evsat (nşr. İvezullah), VI, 126-129, nr. 5996; Taberânî, el-Mu‘cemü’s-sagîr (Muhammed Şekûr), II, 153-156, nr. 948)
Yine âyet-i kerîmede:
“Andolsun Biz, Dâvud’a tarafımızdan bir üstünlük verdik.
«–Ey dağlar ve kuşlar! Onunla beraber tesbîh edin!» dedik. Ona demiri yumuşattık. (Ona):
«–Geniş zırhlar îmâl et, dokumasında da ölçüyü gözet (yani güzel ve yeteri kadar yap) ve (ehlinle birlikte) sâlih ameller işleyin! Çünkü Ben, ne yaparsanız hakkıyla görenim.» (diye vahyettik).” Sebe’ Sûresi. (Âyet 1011)
Yine Enbiyâ Sûresi:
“Ona, savaş sıkıntılarından sizi koruması için zırh yapmayı öğrettik. Artık şükredecek misiniz?” (elEnbiyâ, 80)
Cenâb-ı Hak bu maddî âlemi de peygamberlerle devam ettiriyor. Meselâ İdris -aleyhisselâm-. O, hayvan derilerinden elbise yapmayı öğretti halkına. Nuh -aleyhisselâm- gemiyle denizlere açılmayı öğretti. Dâvud -aleyhisselâm- da “…Demiri yumuşattık.” (Sebe, 10) buyruluyor. O demirle birtakım îmâlât yapmayı…
Yani Cenâb-ı Hak Dâvud’a demiri kullanmayı öğretmeseydi, bugün sanayi ve teknoloji olabilir miydi? O demir sert olarak kalacaktı. Araba, uçak, ev yapılabilir miydi?
Yine düşünelim; bugün nasıl bir petrol kavgası var dünyada, doğalgaz kavgası var? Eğer Cenâb-ı Hak petrolü yaratmasaydı, vâsıtalar yol alabilir miydi?
Her şeyi bir bütün hâlinde düşünmek lâzım. Her şey, Cenâb-ı Hakk’ın lûtf u keremiyle vardır. Cenâb-ı Hak, bunları peygamberleriyle terakkî ettirmiştir. Yine Nuh’tan sonra da Nuh -aleyhisselâm-’dan, yine marangozluk ve gemicilik mesleğini koydu.
Yine peygamberlere baktığımız zaman kendi emekleriyle geçiniyorlar.
Efendimiz buyuruyor:
“Hiçbir kimse, aslâ kendi kazancından daha hayırlı bir rızık yememiştir. Allâh’ın Peygamberi Dâvud da kendi elinin emeğini yerdi.” buyuruyor. (Buhârî, Büyû’ 15, Enbiyâ 37)
Dâvud -aleyhisselâm- isâbetli görüş, kitap, ilim, amel, güzel konuşma ve hikmete sahip olmuştu. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Onun hükümranlığını kuvvetlendirmiş, ona hikmet ve fasl-ı hitâb (yani hakkı bâtıldan ayırt etme kâbiliyeti) vermiştik.” (Sâd, 20)
Yine Sâd Sûresi’nde:
“Ey Dâvud! Biz Sen’i yeryüzünde halîfe yaptık. O hâlde insanlar arasında adâletle hükmet! Hevâ-hevesine uyma, sonra bu Sen’i Allâh’ın yolundan saptırır. Doğrusu Allâh’ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin bir azap vardır.” (Sâd, 26)
Dâvud -aleyhisselâm-’ın şahsında ondan sonra gelen bütün peygamberlere bir öğüt mâhiyetinde.
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- buyuruyor:
اَلْعَدْلُ اَسَاسُ الْمُلْكِ
“Mülkün, adâlet temelidir.”
Adâlet varsa, hak varsa mülk devam eder. Tabi bu adâlet çok mühim. En yakını bile olsa ona adâletle hükmedecek, hakkı tevzî edecek.
İşte bunu târihte Fâtih’te görüyoruz. Bir hristiyan mimarla mahkemeye çıkıyor. Mahkemenin verdiği karara göre hristiyan müslüman oluyor. “Böyle bir adâlet dünyada yoktur!” diyor.
Peygamber ve aynı zamanda hükümdar olan Dâvud -aleyhisselâm- vaktini dörde ayırırdı:
Birinci vakitte; ibadetle meşgûl olurdu.
İkinci vakitte; hukûkî ihtilâfları karara bağlardı halk arasında. Yani hâkimlik vazifesi görürdü.
Üçüncü vakitte; halka vaaz verir ve öğütlerde bulunurdu.
Dördüncü vakitte de; şahsî işlerini yapardı.
Dâvud -aleyhisselâm- imtihan edildi. Bize şöyle buyruluyor âyet-i kerîmede, Sâd Sûresi 21-22. âyet:
“(Ey Muhammed!) Sana dâvâcıların haberi ulaştı mı? Mâbedin duvarına tırmanıp, Dâvud’un yanına girmişlerdi de, Dâvud onlardan korkmuştu.
(İki kişi duvardan atlayarak Dâvud -aleyhisselâm-’ın önüne geliyor. Dâvud -aleyhisselâm- da ibadetle meşgul. Dâvud -aleyhisselâm- korkuyor. Onlar da diyor:)
«–Korkma! Biz birbirine hasım iki dâvâcıyız, aramızda adâletle hükmet, haksızlık etme; bize doğru yolu göster!» dediler.” (Sâd, 2122)
“(Onlardan biri dedi ki:)
«–Bu kardeşimdir. Onun doksan dokuz koyunu var. Benim de bir tek koyunum var. Böyle iken: “–Onu da bana ver!” dedi ve tartışmada beni yendi.»” (Sâd, 23)
Dâvud, bunun bir haksızlık olduğunu düşünerek galeyâna geldi, diğer tarafa hiçbir şey sormadan, tek taraflı ifadeyle, dedi:
“«–Andolsun ki, senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemekte olan haksızlıkta bulunmuştur. Doğrusu ortakların çoğu, birbirlerinin haklarına tecâvüz ederler. Yalnız îman edip sâlih ameller işleyen kimseler müstesnâ! Fakat bunlar ne kadar da azdır!» dedi…” (Sâd, 24)
Yani burada bir ibrettir, Dâvud -aleyhisselâm- bir ibadet hâlindeyken, ibadetin bir sekteye uğramasından korktu, o 99 koyunu olanı bir haksız olarak gördü. Belki bu 99 koyunu olan, o 1 koyun da hakkıydı. Onun için bilhassa halk arasında bu çoktur; bir tarafı dinler, bir tarafın ifadesine göre karar verir. O zaman da büyük bir yanlışlığa düşülmüş olur.
Onun için hak-hukuk çok mühimdir. Hak-hukuk kaybolduğu zaman -Allah korusun- fertte, âilede, millette yıkıntılar başlar.
Bilhassa günümüzde de bu hakka dikkat etmek, ortaklar arasında hakka-hukuka dikkat etmek, mirasta hakka-hukuka dikkat etmek; çok yerde maalesef mirasta buna dikkat edilmiyor. Güçlü olan, gücünü kullanıyor. İki ortak, veyahut da biraz işi zaafa uğrayan hemen konkordatoya gidiyor, öbürüne zulmediyor. Birçok kul hakkıyla kalıyor.
Efendimiz buyuruyor… Kul hakkı, onun affı yok, o, kıyamete kalacak. Efendimiz buyuruyor:
“Dünyada rezil olmaktan, âhirette rezil olmak, daha beterdir, helâlleşin.” buyuruyor. (Bkz. İbn-i Esir, el-Kâmil, II, 319)
Bazen Efendimiz kendisine izâfe ederek misaller verirdi. Bir gün Ravza’da topladı ashâb-ı kirâmı:
“–Ashâbım dedi, kimin malını aldımsa işte malım, gelsin alsın buyurdu. Kimin sırtına vurdumsa işte sırtım, gelsin vursun.” buyurdu kendine izâfe ederek. (Bkz. Ahmed, III, 400)
Demek ki bu hak-hukukun en güzel tevzii, Rasûlullah Efendimiz ve yaşayan müslümanlar...
Hattâ Fransız ihtilâlcilerinden Lafayet, hristiyan, son nefesini bilmiyoruz, fakat:
“Ey dedi, büyük insan!” dedi Peygamber Efendimiz’e. “Sen’in şimdiye kadar tevzî ettiğin hak-hukuk, adâleti, şimdiye kadar hiç kimse tevzî edemedi.” dedi.
Burada tabi Dâvud -aleyhisselâm- zelle işledi. Ânî karar verdi. İkinci kişiyi dinlemeden karar verdi. Bu bir zelle olmuş oluyor. Zellede ne oluyor? Hemen arkadan te’yîd-i ilâhî geliyor, o zelle düzeltiliyor, ümmete de bu bir ders olarak geliyor.
Demek ki bu hâdiseler;
–Peygamberlerde bile Cenâb-ı Hakk’ın karşısındaki bir aczini gösteriyor. Hatâsız, yalnız Cenâb-ı Hak. Peygamber de hatâ ediyor, zelle işliyor, hemen te’yîd-i ilâhî geliyor.
–Tabi bir de o peygambere tâbî olanların tâkip etmesi gereken hususları öğretmek hikmetine binâen gerçekleşiyor.
–Tabi bu durum, bu zelle, Cenâb-ı Hak tarafından yaptırılıyor ki, halk kendisine bir ulûhiyet izâfe etmesin. Peygamberlerin ismet sıfatına bir zarar getirmez. Yani peygamberlerin yaptıkları hatâ şeklinde görünen hâdiseler, bizler de aynı hatâya düştüğümüzde nasıl hareket etmemiz gerektiğini göstermek için vukû bulmuştur.
Tabi hemen istiğfar ediyor, tevbe ediyor. (Bkz. Sâd, 24)
Âyet-i kerîme:
“Sonra bu tavrından dolayı onu bağışladık. Şüphesiz katımızda onun için bir yakınlık ve güzel bir âkıbet vardır.” (Sâd, 25)
Bir rivâyete göre bu gelen iki kişi, melek. Bir imtihan olarak geliyorlar.
Hadîs-i şerîfte buyruluyor:
“Adâletle hükmedenler, kıyâmet gününde Rahmân’ın sağında nurdan minberler üzerinde olacaklardır…
Bunlar hükümlerinde, âileleri ve sorumlu oldukları kimseler hakkında adâletle davranmışlardır.” (İbni Hanbel, II, 160)
Efendimiz’in evlenmeleri, siyâsî sebeplerdendi, nefsânî sebepten değildi. Zaten Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- Annemiz dışında hepsi yaşlı kadınlardı. Fakat Efendimiz buyuruyor ki:
“Yâ Rabbi diyordu, birine öbüründen daha fazla alâka gösteririm, bu benim üzerime bir kul hakkı gelir.” diye “muhafaza eyle yâ Rabbi” diye duâ ederdi Efendimiz. (Bkz. Tirmizî, Nikâh, 42; İbn-i Mâce, Nikâh, 47, Müsned, VI, 144; İbn-i Mâce, Tahâret, 4; Muvatta, Tahâret, 36, Müsned, V, 280, 282)
Yine:
“–Kıyâmet gününde (buyruluyor) insanların Allah Teâlâ’ya en sevgili olanı ve O’na en yakın yerde bulunanı adâletli idârecidir.
(Yine, bunun tersine:)
Kıyâmet gününde insanların Allah Teâlâ’ya en sevimsiz olanı ve O’na en uzak mesâfede bulunanı da zâlim idârecidir.” (Tirmizî, Ahkâm, 4; Nesâî, Zekât, 77)
Yine, bize nakledilen, “Ashâb-ı Sebt” var, “Cumartesi Ashâbı” var. Cumartesi günü Cenâb-ı Hak bol balık verirdi. Denizden çok balık çıkardı. Fakat bir, cumartesi balık tutulmayacak, dünyevî işle meşgul olunmayacak, Cenâb-ı Hakk’a ibadet hâlinde olunacak. Tabi kalbinde nifak alâmeti olanlar, ağları atardı, balıkları tutardı, bunu pazar günü servis ederlerdi. Yani bir, şeriatte bir, Allâh’ın emrinde bir hile yaparlardı.
Bugün de aynı var işte; şerîati kendine göre yorumlayanlar, tarihselciler vs.
Cenâb-ı Hak bunlar için “ثَمَنًا قَلِيلًا” buyuruyor, “az bir menfaat karşılığında” Allâh’ın âyetlerini yamultanlar. (Bkz. Âl-i İmrân 77, 187, 199…)
Bunlar derdi:
“–Yemek değil… Biz bunu tutarız, pazar günü yeriz.” derlerdi.
Burada iki grup vardı mü’minlerden. Hattâ bir duvar yaptılar, o zâlim kavim, Allâh’ın emirlerini dinlemeyen kavim üzerine. Bunlara bir belâ gelecek, fakat o belâ bize isabet etmesin, diye.
Müslümanlar da ikiye ayrıldı. Bir kısmı dediler ki:
“–Bunlara dediler, nasihat etmek bir fayda vermez. Zaten bunlar belâsını bulacaklardı. Allâh’ın emrinin dışına çıktıkları için. Bunlara emr-i bi’l-mârûf’ta bulunmanın bir faydası yoktur.” dediler.
İkinci grup dedi ki:
“–Yok dedi, biz dedi, emr-i bi’l-mârûf’ta bulunacağız, Cenâb-ı Hakk’ın emrini yerine getireceğiz, biz mes’ûliyetten kendimizi kurtaracağız.”
Birinci grup maymun oldu. Bu üç gün sürdü ve sonunda helâk oldular. İkinci gruba da bir cezâ geldi, emr-i bi’l-mâruf’ta bulunmayanlar… Üçüncü grup ise kurtuldu.
Cenâb-ı Hak:
“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz…” (Âl-i İmrân, 110)
Cenâb-ı Hak öyle bir vasıf veriyor ümmet-i Muhammed’e.
“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz, iyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allâh’a inanırsınız.” (Âl-i İmrân, 110)
Demek ki burada kıymetli kardeşler! İki şey var:
Birincisi; kendimizi ihyâ edeceğiz, tezkiye edeceğiz kendimizi, temizleyeceğiz.
فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰیهَا
(“(Nefse) iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki.” [eş-Şems, 8])
Fücur bertaraf edilecek, takvâ üzere mesafe almak, yani hayvânî vasıflardan kurtulup melekî vasıflar üzerine gayretimiz artacak. Bu şekilde iç âlem temizlenecek. Kalp, Cenâb-ı Hakk’ın mazharı olacak, cemâlî sıfatların mazharı olacak kalp. Kalp bir rûhâniyetle dolacak. Bu rûhâniyetle dolan bir kalp ile de emr-i bi’l-mârûf, nehy-i ani’l-münker’de bulunulacak.
Bugün bu çok mühim. Şu, aşağıya Üsküdar’a insek, sorsak; Fâtiha’yı okuyun diye, acaba kaç kişi doğru okuyacak?..
Velhâsıl emr-i bi’l-mârûf, nehy-i ani’l-münker bugün bir zaruret hâlinde.
Yine onun yanında, tebliğ edecek insanları yetiştirecek müesseselere de omuz vermek, güç vermek... Bir araba düz yolda arıza yaparsa, onu kenara çekmek kolay olur. Bir iki omuz vurarak kenara çekersin. Fakat araba yokuşta, rampada arıza yapmışsa, o zaman çok güç ister kenara çekmek. Hattâ geriye kaymasın diye de takoz olmak lâzım ona. Bugün de aşağı yukarı emr-i bi’l-mârûf bu şekilde.
Cenâb-ı Hak “قَرْضًا حَسَنًا” buyuruyor “güzel borç” buyuruyor. (Bkz. el-Bakara, 245; el-Hadîd, 11, 18; el-Mâide, 12; el-Müzzemmil, 20; et-Teğâbün, 17)
Nasıl, zor yerlerde çalışanlara devlet bir prim verir, mahrumiyet primi verir; bugün de Cenâb-ı Hak böyle zor zamanlarda, kıyâmet alâmetlerinin yavaş yavaş zuhur ettiği zamanlarda, âhiretin unutulduğu bir devirdeyiz, bu zamanda emr-i bi’l-mârûf da bu kadar mühim.
Bilhassa bugün hizmet edecek, emr-i bi’l-mârûf’da bulunacak, nehy-i ani’l-münker’de bulunacak bir toplum yetiştirmek…
Cenâb-ı Hak bizim mârifetullah’tan bir nasip almamızı istemektedir. Kalpte tanıyabilmek… Kendimizi ihyâ edebilmek… Bu zihnî bilgilerle bu mümkün değildir. Bilgiler, sadece kuru bir zihin arşivi olmamalıdır. Öğren, oku, vs. doktora yap, mastır yap, bilmem ne yap, bunu zihne at… Zihnin bir arşiv olmasının bir faydası yok.
Yani, çünkü zihnî bilgiler tek başına faydalı değildir, hattâ zarar bile getirir. Meselâ, Allâh’ın âyetlerini “ثَمَنًا قَلِيلًا”, “az bir bedel” karşılığında satan Benî İsrâil âlimlerinin böyle kuru bilgi sahibi olduğunu bildiriyor. (Bkz. Âl-i İmrân 77, 187, 199…)
Yani takvâ üzere yaşanması gerekir ki tâ ki “Hakk’ın o kişinin gören gözü, tutan eli olması” mesâbesinde bir kıvam kazanabilmesi lâzım. (Bkz. Buhârî, Rikāk, 38)
Yani bir dışarıdan alacağımız bilgiler var; zâhirî bilgiler, şer’î bilgiler. Bunun yanı sıra kendimizin kendimize vereceği bilgiler vardır; bu da kalbin neticesindedir. Kalpte muhabbet olacak.
Muhabbet nasıl olacak? Muhabbet, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’le beraber olmakla… Yani “عَمَلًا صَالِحًا” yani “sâlih amel”lere dikkat edilecek. Efendimiz’in amelleri nasılsa, o aynı ameli yapmaya gayret etmek… Duyarak, hissederek yapabilmek…
Efendimiz’in üsve-i hasene’si, örnek karakterinden hisse alabilmek. Bu şekilde istikâmete girebilmek. Bu şekilde hem kendimiz böyle olmalı, hem de böyle nesil yetiştirmemiz zarûrî ki, bugün emr-i bi’l-mârûf, nehy-i ani’l-münker’de bulunmanın ecrine nâil olalım.
Zihnî bilgiler kısmına Mevlânâ Hazretleri “hamdım” diyor. Onun kalpte bir duyuş hâline gelmesi, bir muhabbet hâline gelmesi, o zaman “piştim ve yandım” diyor.
Kalpte muhabbet hâline gelecek. Muhabbet hâline geldiği zaman âdâb meydana gelecek kulda. Âdâb nedir? Rasûlullah Efendimiz’in hâliyle hâllenebilmek. Rasûlullah Efendimiz’in yaşadığı gibi yaşamaya gayret etmek. İşte ashâb-ı kirâm; okuma yazma bilenler çok azdı. Fakat Efendimiz’in sohbetlerinden öyle bir feyz, öyle bir rûhâniyet geldi ki, Efendimiz’in, karda yürüyen insanın izini takip etmek gibi Efendimiz’in izini takip ettiler. O muhabbetle:
“–Yâ Rasûlâllah! Emret!” dediler.
Bir kısmı Çin’e gitti, bir kısmı Semerkand’a gitti, bir kısmı… İnsan olan her yere gitti; Afrika’ya girdi…
Demek ki bugün de buna çok muhtacız ki, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyuruyor ki:
“…Benim ümmetimin başı mı sonu mu hayırlıdır, bilinmez.” buyuruyor. (Bkz. Tirmizî, Edeb, 81)
Yani başında; nasıl o Mekke devri, Medîne devrinde, nasıl meşakkatlerle doluydu. Nasıl müşriklerim, yahudîlerin birtakım idlâli ile doluydu. Bugün de dünya âhireti unuttu. Bugün de amel-i sâlihleri… İrşad bekleyenlerin irşâdı, bugün de o kadar çok mühim.
Yine Ebû Hüreyre naklediyor:
Kıyâmette bir kişinin omuzuna, yakasına yapışacak:
“–Ey kişi diyecek, bugün ben senden dâvâcıyım diyecek. Bugün ben çok müşkül durumda kaldım diyecek. Seninle dünya hayatında beraberdik. Sen gelip beni îkaz etmedin, irşad etmedin. Bugün de ben senden davacıyım!” diyecek. (Bkz. Münzirî, et-Terğîb ve’t-Terhîb, III, 164/3506; Rudânî, Cem’u’l-Fevâid, V, 384)
Bugünkü, hem kendimiz, hem evlâtlarımız… Hem kendimizi ihyâ edeceğiz, bunun için müesseseler kuracağız, dînî yayınlara alâkamız artacak -inşâallah-.
Dâvud -aleyhisselâm-’ın fazîletlerinden…
Buyruluyor; “Dâvud, bütün işlerinde Allâh’a yönelirdi.” Yani Allâh’ın rızâsını aramak. Daima kendi kendimize diyeceğiz ki:
“–Acaba Allah Rasûlü benim yanımda olsa, aynı safta namaz kılsak, benim kıldığım namaza tebessüm eder miydi?
Eğer maddî imkânlarımız genişse, Cenâb-ı Hak bana çok imkânlar vermişse, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- benim yanımda olsa, benim hayır-hasenâtımdan memnun olur muydu?
Yahut Cenâb-ı Hak bana imkân vermemişse, Rasûlullah benim sabrımdan memnun olabilir miydi?..”
Bu Dâvud -aleyhisselâm-’ın bu fazileti üzerine Cenâb-ı Hak Sâd Sûresi’nde, Allah Teâlâ onun için “Kulumuz Dâvud” buyurdu. (Bkz. Sâd, 17)
Zaten Cenâb-ı Hak nefs-i mutmainneye gelmeden “kulum” diye de hitap etmiyor.
Dört büyük kitaptan olan Zebur indirildi.
Dağlar ve kuşlar onunla birlikte zikrederdi. Kuşların dilini bilirdi.
Çok güzel sadâya sâhipti. Zebûr’u okuduğu zaman, dağlar ve kuşlar dinlerdi.
Hep bunlar lûtf-i ilâhî…
Demiri elinde bal mumu gibi yoğururdu. Böylece kendi el emeği ile geçinirdi. Nitekim Peygamber Efendimiz de, onun bu hâlini medhetmiştir.
Yine Dâvud -aleyhisselâm- faslı hitâb, yani hakkı bâtıldan ayırt etme kabiliyetine sahipti ve kendisine hikmet verilmişti.
Devleti, o zamanın en heybetli ve güçlü devletiydi.
Dâvud -aleyhisselâm-’ın fârik vasıflarından biri de, Rabbine çok şükrederdi. O, bir keresinde:
“–Yâ Rabbi! Sana ben nasıl şükredeyim? Zira Sen’in şükrüne ancak Sen’in nîmetlerinle erişebiliyorum.”
Ona şöyle vahyedildi:
“–Sana olan nîmetlerimin hepsinin Ben’den olduğunu biliyor musun?”
Dâvud da:
“–Evet.” dedi.
Bunun üzerine Allah Teâlâ:
“–Bu şekilde düşünmen, Ben’im Sen’den râzı olmama kâfîdir.” (İbni Kesîr, Kısasü’l-Enbiyâ, s. 524)
Demek ki her nîmeti… Aradan “ben” çıkacak, “ben” olmayacak, “Sen yâ Rabbi!” olacak. Efendimiz “ben” demekten hoşlanmazdı.
Dâvud -aleyhisselâm- Cenâb-ı Hakk’ın üstünlük verdiği bir peygamberdi. Âyeti kerîmede buyrulur:
“…Dâvud’a tarafımızdan bir üstünlük verdik!..” (Sebe’, 10) buyruluyor.
Dâvud -aleyhisselâm-’ın vefâtı:
“Dâvud -aleyhisselâm- gayret-i dîniyyesi pek şiddetliydi ve namusuna çok düşkündü. Evden çıktığı zaman kapıyı iyice kapatır, dönünceye kadar kimse oraya giremezdi (evine).
Bir gün yine evden çıktı, kapıyı kapattı… Dâvud -aleyhisselâm- geri döndüğünde evin ortasında duran bir adam gördü. Ona (adama):
«–Sen kimsin?» dedi. Adam da:
«–Ben, o kimseyim ki, krallardan korkmam, perdeler (engeller) bana mânî olamaz.» dedi.
Dâvud -aleyhisselâm- onun üzerine:
«–Vallâhi o zaman sen ölüm meleği (Azrâil)sin. Allâh’ın emriyle hoş geldin.» dedi. Bir müddet sonra da rûhu kabzolundu…” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, II, 419)
Burada da Azrâil’e bir “hoş geldin” diyebilmek...
Yine âyette buyruluyor:
“Andolsun Zikir’den (Tevrat’tan) sonra Zebûr’da da: «Yeryüzüne sâlih kullarım vâris olacaktır!» diye yazmıştık.” (elEnbiyâ, 105)
Demek ki Cenâb-ı Hak, bizim de vâris olmamızı arzu ediyor. Yine Cenâb-ı Hak;
“…Biz Kur’ân’a vâris kıldık...” (Fâtır, 32) buyuruyor. Demek ki Kur’ân’a bir vâris olabilmek…
Bunu da üç grupta Cenâb-ı Hak bildiriyor. Birincisi, Kur’ân’a vâris, Kur’ân kendisine verilmiş, fakat “nefsine zulmedenler”, Kur’ân’la yaşamayanlar.
“ثَمَنًا قَلِيلًا” (Bkz. Âl-i İmrân 77, 187, 199…)
İkincisi; “muktesidler”, orta yolda gidenler.
Üçüncüsü; “hayratta öne geçenler”. (Fâtır, 32)
Demek ki Kur’ân-ı Kerîm’e vâris olabilmemiz için -inşâallah- hem okuyacağız, hem de -inşâallah- yaşayacağız.
Dâvud -aleyhisselâm-’a nasıl Cenâb-ı Hak Zebûr’u verdi? Onunla okurken, zikrederken, bütün ona yönelirdi cemâdat ve hayvanat. Bize de Cenâb-ı Hak -elhamdülillâh- en büyük kitabı, Kur’ân-ı Kerîm’i verdi.
En güzel kelâm, şüphesiz ki Kur’ân-ı Kerîm’dir. Kur’ân-ı Kerîm bir rahmet tecellîsi, mü’minler için feyz kaynağıdır.
وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ
(“Biz, Kurʼânʼdan öyle bir şey indiriyoruz ki o, müʼminlere şifâ ve rahmettir…” [el-İsrâ, 82])
Şifâ ve rahmet isteyenler Kur’ân-ı Kerîm’i okur ve Kur’ân-ı Kerîm ile yaşar, Kur’ân ile istikâmetlenir, Kur’ân-ı Kerîm’i yaşatır, “تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ (“…Aslâ zarara uğramayacak bir kazanç.” [Fâtır, 29])” olur.
Yine Kur’ân-ı Kerîm hakîkî kalpler için derin bir tefekkür deryâsıdır. Beşeriyetin gönül hastalıklarına şifâ eczanesidir. Dengeli ve huzurlu bir hayatın reçetesidir.
Yaşanan bir toplum…
وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّقِينَ اِمَامًا
(“…Ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl!” [el-Furkân, 74])
Takvâda önderler olur. Her mü’minin de takvâda önder olması için gayret göstermesi lâzımdır.
Ruh, hayat, ölüm, diriliş, âhiret ve ebediyet gibi beşer idrâkini âciz bırakan muammâları vuzûha kavuşturan bir hazinedir.
Kulu Allah ve Rasûlü’ne muhabbet iklimine götüren bir ebediyet rehberidir. Bol bol okunması ve okunduğu gibi yaşanması zarûrîdir.
Efendimiz 8 âyet ezberletir, ondan sonra o âyetleri Efendimiz yaşatırdı. (Bkz. Ahmed, V, 410)
Öyle bir yetiştirdi ki Efendimiz onları, dünyanın ne tarafında insan varsa o tarafa gönderirdi. Onlar, o gittikleri her yerde Allah Rasûlü’nü temsil ederlerdi. Sırf okuma değil, tatbik etme…
Bir gün Efendimiz buyurdu:
“–Kalpler, demirin paslandığı gibi paslanır.”
“–Onun cilâsı nedir yâ Rasûlâllah?” denince:
“Allâh’ın kitâbını çokça tilâvet etmek çok çok Rabbi zikretmek.” (Ali elMüttakî, Kenzü’l-Ummâl, II, 241)
Yani Kur’ân-ı Kerîm de bir zikirdir aynı zamanda.
Allah Rasûlü bir defasında:
“–Gözlerinize ibadetten nasip veriniz!” buyurmuştu. Bunun üzerine ashâbı kirâm:
“–Gözlerimizin nasîbi nedir ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sordular. Efendimiz:
“–Mushafa (Kur’ân-ı Kerîm’e) bakmak, onun içindekileri tefekkür etmek ve inceliklerinden ibret almaktır.” (Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, I, 39)
Yine buyuruyor:
“Kalbinde Kur’ân’dan bir miktar bulunmayan kimse, harap bir ev gibidir.” (Tirmizî, Fedâilü’lKur’ân, 18; Dârimî, Fedâilü’lKur’ân, 1)
Bugün topluma da baktığımız zaman, bu hadîs-i şerîfi iyi düşünmek lâzım. Yani mes’ûliyetimizi düşünmek lâzım.
“Kur’ân’ı seslerinizle güzelleştiriniz. Çünkü güzel ses, Kur’ân’ın güzelliğini daha da tezyîd eder.” (Dârimî, Fedâilü’lKur’ân, 34)
Yine A‘râf Sûresi’nde:
“Kur’ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun, size merhamet edilsin!” (elA‘râf, 204)
Çünkü susmak, iyi dinlemeye,
İyi dinlemek, basîrete,
Basîret, îman ve amele,
Ve amel de rahmet ve nîmeti ilâhiyeye vesîle olmaya vâsıtadır.
Yine buyruluyor:
Kur’ân’ın ses ve sadâsına gönül vermeyen gâfiller;
Hayatın ancak dış yüzünü bilirler. Hattâ onlar, bu dünya sofrasından oburca istifâde ederler. Lâkin sofranın gerçek sahibi “Rezzâk”ı tanımazlar. (En büyük rızık, Kur’ân-ı Kerîm’dir.)
Mezarlara yakınlarını gömerler. Lâkin toprağın altındaki büyük mâcerâdan habersiz yaşarlar.
Zelzele, fırtına, türlü musibetlerle, hastalıklarla îkaz tokadı yerler; “tabiî âfetler” yaygarası ile sahte tesellîlere sığınırlar.
Yine gariptir ki; ilâhî mülkte yaşarlar, Cenâb-ı Hakk’ın mülkünde yaşarlar, fakat mülkün gerçek sahibine düşman kesilirler.
Kur’ân’ın ilâhî telkînine gönül verenler ise;
Dâimâ Cenâbı Hakk’a kulluk şuuru içinde bulunurlar.
Kendilerine verilen nîmetlere şükrederler.
Fânî hayatlarını ebedî hayatın sermâyesi yapmanın gayreti içinde yaşarlar.
Velhâsıl gidiyor Kur’ân-ı Kerîm’e ait misaller… Hattâ bir atın bile, bir hayvanların bile Kur’ân-ı Kerîm’in sesinden hislendiğini, meleklerin Kur’ân okuyana yaklaştığını, Rasûlullah Efendimiz muhtelif şekillerde bu Kur’ân-ı Kerîm’in olan nîmetini bildirmektedir. Yani hayvanlara bile, cemâdâta bile bir tesir ettiğini… (Bkz. Buhârî, Fedâilü’lKur’ân, 15; Müslim, Müsâfirîn, 240243)
Fakat tabi gâfil olanlara da Cenâb-ı Hak, Muhammed Sûresi 24. âyette:
“Onlar Kur’ân’ı inceden inceye düşünmezler mi? Yoksa kalpleri üzerinde bir kilit mi var?”
Yahut, onların kalpleri yok mu?
Cenâb-ı Hak -inşâallah- cümlemize Kur’ân-ı Kerîm ile yaşamayı, son nefesimizin -inşâallah- bir, Cenâb-ı Hakk’ı zikirle olması -inşâallah- Cenâb-ı Hak cümlemize nasîb eylesin.
Tabi büyüklerin duyuşu da çok ayrı; Mevlânâ şöyle buyuruyor:
“Kur’ân-ı Kerîm, peygamberlerin hâl ve evsâfıdır. Kur’ân-ı Kerîm’i huşû ile okuyup tatbik edersen, kendini peygamberler ile, velîler ile görüşmüş farzet! Peygamber kıssalarını okudukça ten kafesi, can kuşuna dar gelmeye başlar!”
“Biz bu ten kafesinden ancak bu vesîle ile kurtulduk. O kafesten halâs olmak için, kurtulmak için, bu yoldan, yani tevhîd tarîkından başka çâre de yoktur!”
Rabbimiz, lûtf u keremiyle kalplerimizi Kur’ân-ı Kerîm’in nûrundan, Habîb’inin muhabbetinden ayırmasın -inşâallah-!
Lillâhi Teâle’l-Fâtiha!..