Osman Nûri Topbaş Hocaefendi 05 Nisan 2021 Sohbeti
Osman Nûri Topbaş Hocaefendi'nin Peygamber Efendimize muhabbetten bahsettiği , Erkam Radyo ve Erkam TV de yayınlanan 05 Nisan 2021 tarihli sohbeti...
5 Nisan 2021 Sohbeti
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in azîz, latîf, mübârek, mücellâ, musaffâ, pâk rûh-i tayyibelerine;
Ehl-i Beyt’in, Ashâb-ı Kirâm’ın, Enbiyâ-i İzâm’ın, Sâdât-ı Kirâm Hazarâtı’nın, şehidlerimizin, cümle geçmişlerimizin rûh-i şerîflerine;
Dînimizin, vatanımızın, milletimizin selâmetine, şerirlerin şerlerinden muhafazasına;
İnşâallah hulûlü ile müşerref olacağımız Ramazân-ı Şerîf’in ümmet-i Muhammed için rahmet, bereket, huzur olması, mağfiret olması niyâz/duâsı ile;
Bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs!..
Muhterem Kardeşlerimiz!
Cenâb-ı Hakk’ın mü’minlere tâlimâtı, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in izinden gitmek, Rasûlullah Efendimiz’e yaklaşabilmek, Rasûlullah Efendimiz’in hakîkatini gücümüz kadar idrâk edebilmek.
Bir hadîs-i şerîf ile başlayalım. Kâ‘b bin Ucre -radıyallâhu anh- rivâyet ediyor:
Rasûlullah Efendimiz bize dedi ki:
“–Minbere yaklaşın.” dedi.
Biz yaklaştık. Birinci basamağa çıktı, “âmîn” buyurdu. İkinci basamağa çıktı, “âmîn” buyurdu. Üçüncü basamağa çıktı, yine “âmîn” buyurdu. Minberden indi.
“–Yâ Rasûlâllah! Bugün Siz’den daha önce işitmediğimiz şeyler duyduk. Bunun hikmeti nedir?” diye sordular.
Efendimiz buyurdu ki:
“–Cibril bana geldi, (üç hususu ümmete nakletmemi arzu etti). Birincisi; «Ramazân-ı Şerîf’e girip de günahları affedilmeyen kimse rahmetten uzak olsun.» buyurdu.
İkincisi; «Sen’in ismin yanında zikredilir de yâ Rasûlâllah, Sana salevât getirmeyen kimse rahmetten uzak olsun.» dedi.
Üçüncüsü; «Anne-babası veya ikisinden birisi yanında yaşlanıp da onları râzı ederek Cennet’i kazanamayan kimse, o da rahmetten uzak olsun.» buyurdu.” (Bkz. Müslim, Birr 9, 10; Tirmizî, Deavât, 101)
Hucurat Sûresi’nde Cenâb-ı Hak ilk âyette:
“Ey îmân edenler! Allâh’ın ve Rasûl’ünün önüne geçmeyin. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.” (el-Hucurât, 1)
Câbir -radıyallâhu anh- diyor ki:
“Kurban bayramı günü, Allah Rasûlü bize Medîne’de namaz kıldırdı (bayram namazını kıldırdı). Birtakım insanlar, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in kurban kestiğini zannederek kendileri kurbanlarını kestiler. (Bayram namazından evvel.)
Bunun üzerine Rasûlullah Efendimiz kendisinden önce kesenlere başka bir kurban (yeniden bir kurban) kesmeleri (için tâlimat verdi)…” (Bkz. Müslim, Edâhî, 14)
Yine rivâyette de Mesruk var, bu, tâbiîndendir. Âişe Vâlidemiz zamanında ufaktı. Âişe Vâlidemiz’in yanına gitti. Hazret-i Âişe Vâlidemiz hizmetkârına;
“–Mesrûk’a içecek bir şey ikram et.” dedi. Mesrûk ise:
“–Ben oruçluyum.” dedi. O gün, herhâlde bir bayram günüydü.
Hazret-i Âişe:
“–Bugün oruç tutmak yasaktır.” dedi ve şu âyeti okudu:
“Ey îman edenler! Allah ve Rasûl’ünün önüne geçmeyin!..” (el-Hucurât, 1)
Yani oruçta ve diğer işlerde, hiçbir zaman önüne geçilmeyecek.
Oruca üç saat evvelden başlasan, üç dakika evvel bozsan, orucun gider.
Hattâ Efendimiz buyuruyor:
“Sahurda kalkıp bir bardak su için, hiçbir şey yiyemezseniz.” (Bkz. Abdurrazzak, Musannef, IV, 227/7599)
Niye? Yahudîlerde, onlarda şey yoktu, onun için -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz muhalefet olarak, sahurda kalkmayı, eğer hiçbir şey yemeye iştahımız yoksa bile, biraz su içmeyi. Onlara muhalefet bakımından.
Çünkü daima bir müslüman, İslâm’ın karakter ve şahsiyetini yaşayarak koruyacak.
Yine İbn-i Abbâs şöyle diyor:
“Âyetin mânâsı «Kitap ve Sünnet’e muhâlif bir şey sakın söylemeyin!»”
Yani halk arasında örfe ait sözler vardır, örfî sözler. Eğer bunlar Sünnet’e aykırı ise söylememek lâzım. Misal olarak vermemek lâzım.
Rasûlullah Efendimiz, kâinata müstesnâ bir muallim olarak gönderildi.
“Ben başka bir maksatla değil, ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” (Muvatta, Hüsnü’l-Hulk, 8)
Hayatın saâdet üzerine tanzîmi, Efendimiz’e benzemekle mümkün… O, hayatın her safhasında yegâne örnek. Kimse diyemez ki:
“–Benim başımdan şu hâdise… Bunun benzeri asr-ı saâdette geçmedi.” diyemez.
Bütün dertlerin hepsinin, ne kadar problem varsa, bunların reçetesi, 23 senelik peygamberlik hayatında tebliğ edilmiştir.
Mürebbîsi, Cenâb-ı Hak’tı Efendimiz’in.
“...Allah, Sana Kitâb’ı ve hikmeti indirmiş (Hikmet nedir? Her şeyin sırrî tarafı.) ve Sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allâh’ın Sana olan lûtfu, ihsânı pek büyüktür.” (en-Nisâ, 113)
Mîraç ve Kadir geceleri Efendimiz’e mahsus. Hiçbir peygamberde yok, hiçbir ümmette yok.
Yine:
“Allâh’a yemin ederim ki (buyuruyor Efendimiz), eğer benim bildiğimi bilseydiniz az güler, çok ağlardınız; yollara, sahrâlara dökülür, Allâh’a yalvar yakar hâlde olurdunuz.” (İbn-i Mâce, Zühd, 19; bkz. Müslim, Fezâil, 134)
Rasûlullah Efendimiz, hidâyet rehberi. Kulu Allâh’a vâsıl eden bir nûr.
Cenâb-ı Hak buyuruyor, Ahzâb Sûresi 46. âyette:
“Allâh’ın izniyle, bir davetçi ve nur saçan bir kandil olarak (gönderdik).”
Yani gönlünü Efendimiz’in muhabbeti ile dolduran kullara ne mutlu!..
İlimle değil; ilim zihne ait, bu, kalbe ait. Yani muhabbet, iki kalp arasında bir cereyan hattıdır. Yani Cenâb-ı Hak; lûtfuyla, keremiyle Efendimiz’e olan muhabbet, gönüllerimiz için müstesnâ bir lûtuf olur -inşâallah-.
Yine bir âyet-i kerîme Enfâl 33. âyet:
“Sen onların içinde iken Allah, onlara azap edecek değildir…”
Yani Mekke’de o zulüm zamanında, Efendimiz Mekke’de olduğu için bir azap inmedi. Fakat hicret oldu. Hicretten sonra azap indi. Açlık, kıtlık başladı. Semâya baksalar gözleri görmüyordu. İkinci olarak, esas bugün için, bilhassa bugün hem kendimizin affı hem ümmet-i Muhammed’in selâmeti hem bu hastalıkların, musibetin def’i için, ikinci maddesi;
“…Onlar mağfiret dilerlerken de Allah onlara azap edici değildir.” (el-Enfâl, 33)
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-:
“Yeryüzünde iki teminat vardı. Biri gitti, diğeri kaldı. Giden Rasûlullah, kalan istiğfardır.”
Yani seher vakitlerinde kalp, bir acziyet içinde Cenâb-ı Hakk’a istiğfarda bulunmak.
Cenâb-ı Hak davet ediyor:
“وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ” buyuruyor.
“…Seherlerde istiğfar ederler.” (Âl-i İmrân, 17) buyuruyor. Her zaman istiğfar mühim. Fakat seherlerde de zarûrî.
Her peygamber bir kavme geldi. Efendimiz;
وَمَاۤ اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ
(“(Rasûlüm!) Biz Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” [el-Enbiyâ, 107])
Bütün âlemlere rahmet olarak gönderildi. Biz ise Efendimiz’e ümmet olduk. Cenâb-ı Hakk’ın lûtfu, ihsânı, ikrâmı olarak. Bunun bedelini ödemek lâzım.
Bunun bedeli nedir? Rasûlullah Efendimiz’in ahlâkıyla ahlâklanmak, O’nu temsil edebilmek.
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ
(“Kim Rasûl’e itaat ederse Allâh’a itaat etmiş olur…” [en-Nisâ, 80])
Allah Rasûlü’ne itaat, Allâh’a itaattir. Düşünün, düşünelim yani; Cenâb-ı Hak öyle bir Peygamber gönderiyor ki kendinden en mühim vasfı O’na veriyor: “Rasûl’e itaat, Allâh’a itaattir.”
Ashâb-ı kirâm bir gün Efendimiz’e şöyle sordular:
“Bir mü’mini huşû içinde diğer bir mü’mini de huşû hâli dışında görüyoruz. Bu farklılığın sebebi nedir?”
Efendimiz:
“–Îmânın tadını alan mü’min, huşû sahibi olur. (Yani namazda, ibadette, muâmelâtta, ahlâkta. Huşû nedir? Kalp, Cenâb-ı Hak’la beraber olur.) Îmânın tadını alamayan mü’min ise huşû sahibi olamaz!..” (Senderûsî, Keşfü’l-İlâhî, II, 651; Halebî, Mevsûatü’l-Ehâdis, VI, 492/16010)
Yani Cenâb-ı Hak bize kul olmayı idrâk ettirsin. Şu dünyada en büyük sanat, şeref, haysiyet, kul olabilmek. Zira Rasûlullah Efendimiz’e Cenâb-ı Hak:
“–Ey Habîbim dedi, Sen’i ne ile taltif edeyim?”
Yani Süleyman -aleyhisselâm- gibi büyük saltanat vs. kıyamete kadar ömür… Efendimiz:
“–Yok, yâ Rabbi, Sen beni Sana kul olmakla beni taltif et.” buyurdu.
Mevlânâ da:
“Ben diyor, en büyük saadete erdim, kul olmakla. Herkes diyor, köle olmakla üzülür diyor, ben diyor;
مَنْ بَنْدَهءِ قُرْآنَمْ
“Kur’ân’ın kölesiyim.” diyor.
Cenâb-ı Hakk’a yine dua edelim. İbadetin cümlesini Cenâb-ı Hak bize sevdirsin. Her ibadet ayrı bir vitamin. Namaz ayrı, oruç ayrı, zekât, infak ayrı, hac ayrı. Bunların hepsi rûha birer vitamin.
Yine şuna çok dua edelim; biz kendi duygularımızı doğru zannederiz. Çünkü araya hislerimiz girer. Onun için Cenâb-ı Hak, hislerimizi kendi rızâsıyla te’lif eylesin -inşâallah-.
Yine Efendimiz’e sordular, huşûyu.
“–Allah sevgisinde sâdık olabilmek (sadâkat gösterebilmektir)…” (Senderûsî, Keşfü’l-İlâhî, II, 651; Halebî, Mevsûatü’l-Ehâdis, VI, 492/16010)
Tabi hayatın bütün muhtevâsı: Akâid olacak, ibadet olacak, muâmelât olacak, muâşeret olacak.
Yine Efendimiz bir hadîs-i şerîfte buyuruyor:
“Üç özellik vardır; bunlar kimde bulunursa o, îmânın tadını almıştır:
(Birinci özellik:)
–Allah ve Rasûl’ünü, her şeyden daha çok fazla sevebilmek. (İşte sahâbe o şekildeydi. Emret diyordu. Emret yâ Rasûlâllah diyordu. Canım, her şeyim feda olsun diyordu. Malım da canım da her şeyim feda olsun diyordu.
Ömer -radıyallâhu anh-’ı Efendimiz îkaz etti.
“–Yâ Rasûlâllah, canımdan sonra en çok sevdiğim…”
“–Yok, olmaz Ömer!” dedi. “Beni dedi, canından da fazla seveceksin.” dedi. (Bkz. Buhârî, Eymân, 3)
İkincisi:)
–Sevdiğini Allah için sevebilmek. (Yani lâyıkına muhabbet, müstahakkına nefret, îman. Allah sevgisi, Rasûlullah sevgisiyle gönlün dolacak. Müstahakkına nefret; Allah’tan, Rasûl’ünden uzak olanlardan da uzak olacaksın.
Üçüncüsü:)
–Allah kendisini küfür bataklığından kurtardıktan sonra (bizim için de gafletten sonra) küfre dönmeyi (yahut yanlışlığa girmeyi), ateşe atılmak gibi çirkin ve tehlikeli görmek.” (Buhârî, Îmân 9, 14, İkrah 1, Edeb 42)
Efendimiz, hakka istikâmetin yegâne ölçüsü.
–O’nun gönül feyzini tatmış olan davetçiler “hidâyete vesîle olmayı” Rasûlullah Efendimiz’den öğrendi.
–Fakihler “Kur’ân ve hadislerden hüküm çıkarmayı” istinbât etmeyi, O’ndan öğrendi.
–Müfessirler “Kur’ân-ı Kerîm’i anlamayı, idrâk etmeyi”, Efendimiz’den öğrendi.
–Mutasavvıflar “Allâh’ın ahlâkıyla ahlâklanmayı”, O’ndan öğrendi.
–Mütefekkirler “eşyânın hakîkatini” O’ndan öğrendi.
Velhâsıl, hikmet sahibi mü’minler “varlığın sesli ve sessiz beyanlarını, yine onlara gönül vermeyi”, yine O’ndan öğrendi.
“Andolsun kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız O’na çok ağır gelir. (Yani Cenâb-ı Hakk’ın lûtfu. İnsan nasıl anne-babasını sever, anne-babası korur, Efendimiz ondan çok daha öteye. Rauf ve rahîm.) Çok merhametli, çok şefkatli...” (Bkz. et-Tevbe, 128)
Bizim muhabbetimiz ne kadar?
Yine buyruluyor, Ahzâb 21. âyette:
“Andolsun ki Allah Rasûlü, sizin için, Allâh’a ve âhirete kavuşmayı umanlar ve Allâh’ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.”
Üsve-i hasene, örnek. Demek ki üç tane şart var burada. Birincisi, “Allâh’a kavuşmayı umanlar.” Yani Allâh’a kavuşmayı umanlar, kimler umar? Allah rızâsında olanlar. Demek ki kendimizi bir tâdâd etmemiz lâzım:
“Ben, Allah rızâsında mıyım? İçtimâî, ev hayatımda, evlâtlarımı yetiştirmekte, ticârî hayatta, meslek hayatımda hep Allah rızâsında mıyım?..”
İkincisi: “Âhiret gününe kavuşmayı umanlar.”
يَحْذَرُ الْاٰخِرَةَ
(“…Âhiretten korkan…” [ez-Zümer, 9])
Daima bir mü’minde bir âhiret endişesi olacak. Ki peygamberlerde bile, hepsi Cennetlik oldukları hâlde bir âhiret endişesi var.
Bir de; “Cenâb-ı Hakk’ı çok çok zikredenler için.”
Kalp, zikirle dolacak. Orada bir üsve-i hasene, örnek karakter, örnek şahsiyet olmuş oluyor.
Yine, Ahzâb 45. âyette Cenâb-ı Hak:
“Ey Peygamber! Biz Sen’i hakîkaten bir şahit olarak…”
Bir mü’min de öyle olacak. Cenâb-ı Hakk’ın yeryüzündeki şahidi olacak. Nedir şâhid? İslâm’ı temsil edebilme. Kāliyle, hâliyle, tefekkürüyle, her şeyiyle Cenâb-ı Hakk’ı temsil edebilme.
İkincisi:
“Müjdeci” Yani İslâm’ın o güler yüzünü aksettirebilmek, vazifemiz.
“Bir uyarıcı” 11 yerde emr-i bi’l-mârûf, nehy-i ani’l-münker geçiyor. En başta kendimiz emr-i bi’l-mârûf, nehy-i ani’l-münker, şerîatin içinde yaşayacağız. Ondan sonra civar civar, evlâtlarımızdan başlayarak tebliğe devam edeceğiz.
Yine diğer bir âyet:
“Allah ve melekleri, Peygamber’e çok salât ederler…” (el-Ahzâb, 56)
Şimdi, Cenâb-ı Hak salât ediyor. O’nu en üstün, en zirvede Cenâb-ı Hak -elhamdülillâh- “Habîbim” buyuruyor. Daima Efendimiz’e taltif. Melekler dua ediyorlar.
“…Peygamber’e çok salât ederler. Ey mü’minler! Siz de O’na salevât getirin, tam bir teslîmiyetle selâm verin.” (el-Ahzâb, 56)
Yine diğer bir âyet, Muhammed Sûresi 33. âyet:
“Ey îmân edenler! Allâh’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin. İşlerinizi (amellerinizi) boşa çıkartmayın.” (Muhammed, 33)
Bir amelleri zâyî etmek var -Allah korusun-.
Yine, Fetih Sûresi’nde:
“Muhakkak ki Sana biat edenler, ancak Allâh’a biat etmektedir. Allâh’ın eli onların ellerinin üzerindedir…” (el-Fetih, 10)
Akabe’de ashâb-ı kirâm biat etti. Âyet indi: Mallarıyla, canlarıyla Cennet’i satın aldılar.
“–Yâ Rasûlâllah! Biz bu akitten vazgeçmeyiz.” dediler. “Ne güzel bir akitte bulunduk.” dediler.
Yani canlarıyla-mallarıyla Cennet’i satın aldılar.
Bedir’de müslümanlar maddî olarak çok zayıftı. Müşrikler üç misli kuvvetindeydi. Zırhlar-mırhlar daha fazlaydı. Orada sahâbî:
“–Yâ Rasûlâllah! Mahzun olma dediler. Sen denize girsen, biz de Sen’in arkandan denize gireriz.” dediler.
Uhud’da:
“–Yâ Rasûlâllah! Sen mahzun olma.” dediler.
Hamza şehid oldu, yetmiş şehid verildi orada.
“–Sen yâ Rasûlâllah mahzun olma. Biz şehid olmaya Sen’inle biat ediyoruz.” dediler.
Hudeybiye’de Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- elçi olarak gitti müşriklere, gelmedi. Gelmeyince ashâb-ı kirâm toplandı.
“–Yâ Rasûlâllah dedi, Sen’in gönlünde ne varsa Sen’in gönlüne biz biat hâlindeyiz.” dedi.
İşte burada nedir? Tam sadâkat. Allah böyle bir sadâkatten, böyle biatten, bize de hisseler nasîb eylesin.
Yine, Fetih Sûresi’nin 29 âyeti. Cenâb-ı Hak:
“Muhammed Allâh’ın Elçisi’dir. (Allâh’ın dünyaya gönderdiği en büyük peygamberi. Sıfatlarını bildiriyor:) O’nun yanında bulunanlar (kimler? Ashâb-ı kirâm. Yahut kıyamete kadar gelen mü’minler. Ben var mıyım, yok muyum? Birincisi:) Beraberinde bulunanlar, kâfirlere karşı çetin (yani İslâm karakter, İslâm şahsiyetini muhafaza etmek, bâtıldakilere meyletmemek. Kim bir kavme benzerse o ondandır. Âdet, örf, anane, ibadette bile benzemeyecek. Bak, 10 Muharrem’de bir gün evvel, bir gün sonra tutuluyor. İkincisi, mü’minler) kendi aralarında merhametli.
(Bir Efendimiz’in merhametini düşünelim, ashâb-ı kirâmın merhametini düşünelim. Benim merhametim ne kadar? Ondan sonra:)
Onları rükû ederken, secde ederken görürsün. (buyruluyor. Demek ki bir mü’minin rükûu, secdesi ayrı bir feyiz ve rûhâniyet taşıracak. Onların niyetleri nedir, o Efendimiz’in yanında bulunanların?) Onlar, Allah’tan lûtuf ve rızâ isterler. (Başka bir şey istemezler, lûtuf ve rızâ. Allah râzı olsun, tamam, kâfî. En büyük nîmet) Onların nişanları, « مِنْ اَثَرِ السُّجُودِ » (sîret, sûrete akseder) secde izidir. Tevrat’ta vasıfları böyle. İncil’de ise:
Onlar filiz çıkarmış, gittikçe kuvvetlenmiş, kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzer ki bu, ziraatçilerin hoşuna gider. (Mecâzî, İslâm’ın terakkîsi, İslâm’ın inkişâfı.)
Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirler öfkelenir. (Bak bugün kâfirler öfke hâlinde. Ki müslümanlar zayıf olduğu hâlde. Ne diyor? İslâmofobi diyor. İslâm korku değil, İslâm merhamettir. Onlarda merhamet, şefkat yok. Görüyoruz, birçok ülkeyi mâtem ülkesi yaptılar.) Allah mü’minlerden inanıp hayırlı, amel-i sâlih işleyenlere mağfiret, büyük bir mükâfat vaad etmiştir.” (Bkz. el-Fetih, 29)
Demek ki Fetih Sûresi’nde 29. âyetin şümûlüne girmeye gayret etmek. “Ben ne kadar şümûlündeyim?..”
Bir misal var, çok câzib-i dikkat bir misal:
Bir derviş geliyor, bir ârif kimseye soruyor:
“–Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri mi, Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri mi daha büyüktür?” diyor.
Ârif zât da şu cevabı veriyor:
“–O iki velî arasındaki fazilet büyüklüğünü tayin edebilmek için, sen onlardan daha büyük bir velî olman lâzımdır.” diyor.
Yani beşer idrâki, Allâh’ın velî kulları hakkında fazîlet takdîrinde bile âciz. Allâh’ın Habîbi’nin kıymetini ne kadar takdîr edebiliriz?..
Kelimelerin mahdut imkânları ile yazılan bütün sîret kitapları, Hakîkat-i Muhammediyye’nin kaçta kaçını ifade ediyor acaba?!.
Üstelik O’nu anlatmaya kalkan her kalem, sahibinin gönlündeki muhabbet nisbetinde bir ifade hâlindedir...
Şu misal de güzel:
Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh- bir seriyye esnâsında müslüman bir aşîretin yanında konaklarlar yolda. Aşîret reisi ona der ki:
“–Bize sen Rasûlullah Efendimiz’i bir anlatır mısın?” der.
Hâlid bin Velid der ki:
“–Allah Rasûlü’nün, Efendimiz’in o ebedî güzelliklerini anlatmaya benim gücüm yetmez.” der.
“–Hele tafsîlâtıyla anlatma der, idrâk ettiğin kadar anlat der. Görebildiğin kadar anlat.” der.
O da der ki:
“اَلرَّسُولُ عَلٰى قَدْرِ الْمُرْسِلِ : Gönderilen, gönderenin kadrince olur! (O’nu gönderen, Cenâb-ı Hak olduğuna göre, var sen O’nun kadrini düşün.)” der. (Münâvî, V, 92/6478; Kastalânî, Mevâhib-i Ledünniyye Tercümesi, İstanbul 1984, s. 417)
Bize birisi ufak bir hediye verse, aman diyoruz, beni hatırladı diyoruz, bana bu hediyeyi verdi diyoruz. Hâlbuki Cenâb-ı Hakk’ın bize en büyük lûtfu, en büyük hediyesi.
لَقَدْ مَنَّ اللّٰهُ
(“Andolsun Allah büyük bir lûtufta bulunmuştur…” [Âl-i İmrân, 164]) buyuruyor.
Yani Efendimiz;
–Bir hilkat bedîası, bir sanat hârikası, yaratılış şâheseri ve eşsiz bir sanat hârikası.
O’nu anlamak nasıl?
O’nu anlamak, Hakk’a kullukta en mühim bir basamak. Kulluğun kadar, anlayabiliriz.
O’nu anlamadan, O’nu tanımadan, O’nun izinden gitmeden, O’nun gönül hassâsiyetinden nasip olmadan;
–Ne îmânımız tam bir îmân olur,
–Ne Kur’ân’ı tam olarak idrâk edebiliriz,
–Ne de kulluğumuz tam olarak bir kulluk olur...
Rasûlullah Efendimiz, beşer idrâkinin hem içindedir hem dışındadır.
Dışındadır; zira insanlığın O’nu lâyıkıyla idrâk edebilmesi mümkün değil. Kelimelerin mahdut imkânları, O Aziz Varlığı îzahtan âciz.
Zira Cenâb-ı Hak, Rasûlullah Efendimiz’in üzerine yemin ediyor. Hiçbir peygambere yemin yok Kur’ân-ı Kerîm’de. Fakat “لَعَمْرُكَ” buyuruyor, O’nun hayatı üzerine yemin olsun buyuruyor. (Bkz. el-Hicr, 72)
Beşer idrâkinin içindedir; zira insan, muhabbeti ölçüsünde O’nu kalben tanıyabilir. Yani gerçek siyer-i Nebî de O’nu bir kronoloji olarak okumak değil, O’nu yaşayarak idrâk edebilmek, yaşayarak yaklaşabilmek.
Burada en güzel Ebû Bekir Efendimiz’i görüyoruz. Veysel Karanî’de görüyoruz. Efendimiz’i görmedi. Geldi gitti, geldi gitti, olmadı, göremedi. Fakat demek ki bu nefes, Efendimiz’e intikâl ediyor.
“Ben diyor, Yemen’den diyor, nefes-i Rahmânî’yi duyuyorum.” diyor. (Bkz. Taberânî, Kebîr, VII, 52/6358)
Cenâb-ı Hak bize de o nefes-i Rahmânî’den bir kırıntı ihsan eyler -inşâallah-.
Mevlânâ Hazretleri şu teşbihi yapar:
“Güneş, kuru dala da, yaş dala da yakındır. (Yaş, taze dalın Güneş’e yakınlığı, güzel meyvelerini verir. Fakat kuru dal ise diyor Mevlânâ, o diyor, ancak diyor, odun olur diyor. Ateşte yanmaktan başka işe yaramaz…” diyor.
Yine bu salevât-ı şerîfe çok mühim. Efendimiz buyuruyor:
“Her salevât-ı şerîfede, ben cevap veririm.” buyuruyor. (Bkz. Ebû Dâvûd, Menâsik, 96)
“Cuma günleri doğrudan doğruya gelir.” buyuruyor. (Bkz. İbn-i Mâce, Cenâiz, 65. Bkz. Ebû Dâvûd, Salât 201/1047, Vitir 26)
Yine, Tirmizî hadîs-i şerîfi:
“Kıyâmet gününde insanların bana en yakın olanları, bana çok salât ü selâm getirenleridir.” (Tirmizî, Vitir, 21)
Demek ki bir mü’min gidip gelirken yolda, boş zamanda, hanımlar evde, yemek pişirirken, çalışırken hep kalp, gönül âlemi salevât-ı şerîfe ile beraber olacak. Hep Efendimiz’i hatırlayacak. Sahâbî o şekildeydi.
Bir sahâbî bir yerde dönüyor bir meydanda.
“–Niye döndün?” diyorlar. “Ne var o meydanda döndün?” diyorlar.
“–Ben de bilmiyorum, Allah Rasûlü bir sefer döndü diyor, ben de gördüm, ondan dönüyorum diyor. Fakat Rasûlullah’ın niye döndüğünü bilmiyorum.” diyor. Yani gayr-i ihtiyârî bir tâbîlik.
Yine arardı sahâbî, hangi ağaç altında oturdu, oraya gidip otururdu.
Sevban vardı. Bu Sevban bir köleydi. Herhâlde onu tahmin ederim Ebû Bekir Efendimiz âzâd etti. Dikili bir ağacı bile yoktu. Rasûlullah Efendimiz’in sohbetine geliyordu. Bir aşk, vecd, istiğrak hâlinde dinliyordu, evine gidiyordu. Yine hemen koşuyordu, sohbet olduğu zaman, yine Efendimiz’in sohbetine koşuyordu.
Bir gün geldi. Çok mağmumdu, mahzundu. Efendimiz şöyle baktı:
“–Sevban dedi, derdin nedir dedi, niçin böyle dedi, gamlısın dedi, seni derde götüren, bu derde sokan nedir?” dedi.
“–Yâ Rasûlâllah dedi, sohbette oluyorum, hâlden hâle geçiyorum, eve gidiyorum, hasret kalıyorum. Tekrar koşarak geliyorum. Ya Siz benden evvel vefat edeceksiniz, ya ben Siz’den evvel vefat edeceğim. Ben bu ayrılığa nasıl dayanacağım?
Bunu düşündükçe böyle mahzun oluyorum, kederleniyorum.
Siz orada peygamberlerle beraber olacaksınız, ben ise orada nerede savrulacağımı bilmiyorum. İşte bunu düşündükçe işte yâ Rasûlâllah, böyle gamlara bürünüyorum.”
O sırada Efendimiz:
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ buyurdu.
“Kişi sevdiğiyle beraberdir Sevban.” buyurdu. (Bkz. Müslim, Birr, 163)
Allah cümlemize -inşâallah- beraber, yakınında olmayı nasip eylesin.
Tabi bugün de günümüz çok mühim. Efendimiz buyurdu ki:
“Benim bir sünnetim kaybolduğu zaman, onu ihyâ edene bir şehid sevabı verilir.” buyuruyor. (Bkz. Heysemî, I, 172; Ebû Nuaym, Hilye, VIII, 200; Suyûtî, el-Câmî, no: 9171)
Bugün sünnet değil, farzlar kayboldu, maalesef. Onun için hem kendimiz hem evlâtlarımız üzerinde titizlikle durmamız lâzım.
Abdullah bin Deylemî -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor:
“…Dînin kaybolmasının başlangıcı, Sünnet’in terk edilmesiyle olacaktır. (Sünnetin terkiyle olacaktır.) Halatın lif lif çözülüp nihâyetinde kopması gibi, din de sünnetlerin bir bir terk edilmesiyle ortadan kalkar.” (Dârimî, Mukaddime, 16)
Efendimiz’le beraber olmak istiyorsak, kendi şahsıma söylüyorum, ibadette, muâmelâtta, ahlâkta, muâşerette, içtimâiyatta bütün sünnetlere dikkat etmemiz lâzım.
Güneş doğduktan sonra namaz kılmaya kalkan bir kişi îkâz edilmişti. O da:
“–Allah beni namaz kıldığım için cezalandırır mı?!” dedi. “Niye mânî oluyorsun?” dedi.
Süfyân bin Uyeyne de dedi ki:
“–Allah, seni namaz kıldığın için değil, sünnete uymadığın için cezâlandırır!”
Velhâsıl demek ki bir teyakkuz hâlinde, ömrümüzün o şekilde devam ettirilmesi lâzım.
Yani, mâlum, Efendimiz iki emanet bırakıyor; “Kitap ve Sünnet’imdir.” buyuruyor. (Bkz. Muvattâ, Kader, 3)
Yani bir eşimiz-dostumuz emanet verse ne kadar dikkat ederiz, Efendimiz’e muhabbetimiz nisbetinde, O’nun Sünnet’ine ne kadar çok dikkat ederiz? Yani İslâm, hayatımızın hiçbir ânında unutulmayacak. Çünkü İslâm, boşluk kabul etmez. O boşluk, menfilerle dolmaya başlar. O da kalbin kararmasına doğru gider.
Yine Efendimiz’i, daima O’nun Cenâb-ı Hak indindeki yerini düşüneceğiz.
Bir kişi namaz kılarken birisine selâm verse namazı bozulur. Fakat biz Tahiyyâtü’de:
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِىُّ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ وَبَرَكَاتُهُ
(“Ey Nebî! Dünya ve âhirette selâm ve Allâh’ın rahmet ve bereketi Sen’in üzerine olsun!”)
Efendimiz’e selâm veriyoruz.
Gelelim ikinci âyete. Birinci âyet “önüne geçmeyin”. İkinci âyet:
“Ey îman edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin. (Yani) aranızda konuştuğunuz gibi Allah Rasûlü’nün huzûrunda konuşmayın (çok edeple konuşun). Farkında olmadan amelleriniz boşa çıkıverir.” (el-Hucurât, 2)
Hattâ buna o kadar çok dikkat edilirdi ki
İmam Mâlik Hazretleri bir ziyaretçi geldiği zaman sorardı:
“–Hadisten mi soracak, fıkıhtan mı? Fıkıhtansa gelsin sorsun.”
Yok, hadisten soracaksa yüksek bir yere otururdu, sarığını sarardı, güzel koku sürerdi. Ağzından Rasûlullah Efendimiz’in buyurduğu bir hadîs-i şerîf çıkacak.
“…Aranızda konuştuğunuz gibi konuşmayın Allah Rasûlü’nün huzûrunda…” (el-Hucurât, 2)
İmam Mâlik Hazretleri Mescid-i Nebevî’de imam. Medîne imamıdır zâten İmam Mâlik Hazretleri. Câfer Mansur geliyor. Câfer Mansur halife. Birtakım sorular soruyor. Ve bu Câfer Mansur sesini yükseltiyor. Orada İmam Mâlik diyor ki:
“–Ey halife! Sesini kıs diyor. Zira diyor, senden çok faziletli insanlar üzerine Allâh’ın ihtarı indi.” diyor. Bu âyeti okuyor:
“Ey îman edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin…” (el-Hucurât, 2)
Bu, ashâb-ı kirâma indi.
“–Peki diyor, yâ İmam diyor, burada diyor, duâ ederken diyor, Ravza’ya mı döneyim, Kâbe’ye mi döneyim?” diyor.
“–Yalnız burada Ravza’ya dön diyor, diğer her zaman Kâbe’ye dön diyor. Çünkü diyor Âdem -aleyhisselâm-’dan kıyamete kadar bütün mü’minler diyor Hakk’a diyor davette Allah Rasûlü’nün vesilesiyledir.” diyor.
Üçüncü âyet Hucurât’ın:
“Rasûlullâh’ın yanında seslerini kısanlar var ya, işte onlar, Allâh’ın kalplerini takvâ ile imtihan ettiği kimselerdir. Onlara mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır.” (el-Hucurât, 3)
Bizler için, demek ki Rasûlullah Efendimiz’e, O’nu anlatırken, O’na biz ümmet olmanın daima şeref ve haysiyetini koruyacağız.
Sonra bir zümre geldi. Onlar yetmiş kişiydi. Dışarıdan, işte evin, odanın dışından bağırdılar;
“–Muhammed çık!” dediler.
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Onlar câhillerdir diyor. Onlar diyor, akılsızlardır.” diyor. (Bkz. el-Hucurât, 4)
Allâh’ın bu kadar büyük nîmetini idrâk edemeyenler…
İmâm Şâfiî Hazretleri’nin hocası vardır. Muhammed Utbî. O anlatıyor:
“Ben diyor, Rasûlullâh’ın kabr-i şerîfinin yanında oturuyordum diyor. Derken bir bedevî geldi diyor:
«–Selâm, ey Allâh’ın Rasûlü!» dedi.
(Nisâ Sûresi 64. âyet:)
«…Eğer onlar, kendilerine zulmettikleri zaman sana gelip de Allah’tan mağfiret dileseler ve Rasûl de onlar için mağfiret talebinde bulunsaydı, Allâh’ı çok affedici ve çok merhametli bulurlardı.»
«–İşte diyor, günahlarımdan diyor, tevbe edip mağfiret dileyerek, ben diyor, Rabbimin şefaatini, bulunmanı isteyerek yâ Rasûlâllah Sana geldim diyor. Fakat Sen de diyor, vefat etmişsin.» diyor.
Hattâ orada içli bir de şiir yazıyor:
«Ey toprakta yatanların en hayırlısı diyor, Sen’in mübarek vücûdun ile tüm ovalar, dağlar Sen’le şeref kazandı, Sen orada yattığın için…» diyor.
Hattâ bu, Ravza’nın ön tarafında bu şiir var. Ondan sonra bir uykuya dalıyor. Rüyamda diyor Rasûlullah’ı gördüm diyor. Bana:
“–Ey Utbî dedi, bedevîye yetiş, Allâh’ın onu bağışladığını kendisine müjde müjdele!” (İbn-i Kesîr, Tefsîr, I, 532 [Nisâ, 64]; İmam Nevevî, Ezkâr, I, 448, Îzâh, s. 454)
Tabi bu vâkıaya benzer vâkıalar çok oldu. Bu, Çanakkale Harbi’nde filân da oldu.
“İnsanlar, Rasûlullah Efendimiz’e, «Ey Muhammed, Ey Ebû’l-Kâsım» diye hitâb ediyorlardı. Allah Teâlâ, Nebîsi’nin şerefini yükseltmek için onları böyle hitâb etmekten nehyetti. Ondan sonra, «Yâ Nebiyyallah, yâ Rasûlâllah!» diye hitâb etmeye başladılar.” (Ebû Nuaym, Delâil, I, 46)
Yani sıfatlarıyla hitap etmeye başladılar.
Rasûlullah Efendimiz’in hayatının her safhasını kaplayan fârik vasıfları ez-cümle nelerdir?
Yani Rasûlullah Efendimiz’e benzeyebilmek…
“اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ”
(“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” [Buhârî, Edeb, 96]) hadîsinin şümûlüne girebilmek.
Birincisi; İbadette Rûhâniyet:
Yani Rabbimiz, İslâm ile murâd ettiği “kâmil insan” modelini, Efendimiz’in şahsında sergilemiştir. O’nu bütün bir beşeriyet için örnek şahsiyet olarak Cenâb-ı Hak lûtfetmiştir.
İbadette Rûhâniyet:
Namaz. Âişe Vâlidemiz diyor:
“Sanki diyor, namaza durduğu zaman diyor, göğsünde bir su kaynardı diyor. Ezân okunduğunda bazen bizi tanımaz hâle gelirdi.” diyor. (Bkz. Ebû Dâvûd, Salât, 157; Nesâî, Sehv, 18)
Cenâb-ı Hak:
قَدْ اَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ ﴿1﴾ اَلَّذِينَ هُمْ فِى صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَ ﴿2﴾
(“Gerçekten mü’minler kurtuluşa ermiştir; Onlar ki, namazlarında huşû içindedirler.” [el-Mü’minûn, 1-2])
“Onlar ki namazlarını huşû ile kılarlar.”
Demek ki Efendimiz’e benzemek, mümkün mertebe namazlarda, tabi birçok şey hatırımıza gelir de, orada mümkün mertebe toparlayabilmek. Bu da tabi kalbimize bağlı bir keyfiyet.
Cenâb-ı Hak insan anatomisini en güzel şekilde halketti. Bol bol secde etsin.
“…Ve secde et ve yaklaş.” (el-Alâk, 19) buyuruyor.
Yani beden secde ederken kalp de Cenâb-ı Hak’la beraber olacak.
Allah korusun, bir de Efendimiz’in îkâzı var:
“…Kim namazı bile bile terk ederse, o kişi Allah Teâlâ’nın himâyesinden, hıfz u emânından uzak kalır.” (İbn-i Mâce, Fiten, 23)
Allah korusun, bir felâkete dûçâr olur.
Namaz kılan bir toplum madden ve mânen sıhhatli olur. Asr-ı Saâdet’te Medîne’ye bir doktor geldi. Doktor bekledi, bekledi, yapacak iş bulamadı. Neticede Efendimiz ona âilesinin yanına dönmesini tavsiye etti. (Bkz. Halebî, İnsânu’l-Uyûn, III, 299)
Birtakım hediyeler verdi, burada dedi, bu, hasta olmazlar dedi.
Çünkü orada en büyük tesellidir secde.
Zekât veren toplumda sosyal bir rahatsızlık olmaz. Fakiri vardı, zengini vardı, hastası vardı. Fakat hiçbir isyan yoktu. Herkes takdire râzı, hayatından memnundu.
Mühim olan, Allah Rasûlü ile beraber olmaktı hepsinin gâyesi.
Oruç ibadeti kısaca:
Cenâb-ı Hak bizi devamlı doyuruyor. Sabah, öğle, akşam vs. Bir çeşit de değil, hayvanlarda bir-iki çeşit var. Bizde çeşidin sonu da yok.
Demek ki oruç, bize bir hatırlatma. Nîmetlerin kadrini hatırlayacak. Yerken düşünecek. Allâh’a nasıl bir şükran hâlinde olacak, teşekkür hâlinde olacak.
Bu oruç ne yapıyor? Kalbin sabır ve metânetini bileyliyor. Yoksulların, çâresizlerin hâlinden anlama şuûru kazandırıyor.
Yusuf -aleyhisselâm- açken dağıtırdı.
Nefsin arzu ve temâyüllerini bertarâf ediyor.
Maddenin esaretinden kurtarıp “sabır” denilen en yüksek ahlâkî bir meziyete eriştiriyor.
Sabır ne yapıyor? Tahammülü güçlendiriyor, stresleri önlüyor.
Sabır, takvânın fârik husûsiyetlerinden biri.
Oruç yine, mazlumların, muhtaçların “Acıyın bize!” diye yükselen sessiz feryatlarının en güzel bir tercümânı.
Düşüneceğiz, Myanmar’da, Suriye’de vs. memleketimizde… Onun için infaklar artacak.
Yine bunu, Cenâb-ı Hak herkesi sefere davet ediyor.
“(Onlar) o takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar…” (Âl-i İmrân, 134)
Hac ayrı bir güzellik, bir mahşer. Kefene giriyorsun. “Ölmeden evvel ölünüz.” buyruluyor. Nasıl, ölümle zâten nefsânî arzular bitecek. Yok. Beden gidiyor çünkü. Onun için ölmeden evvel bu nefsânî arzulardan vazgeçin, buyruluyor.
Hac ayrı bir güzellik; refes yok, fısk yok, cidal yok. Büyük bir fazilet. Şeytan taşlama var. En mühim, düşüneceğiz; şeytan bizi ne kadar taşlıyor, biz şeytanı ne kadar taşlıyoruz? Ne kadar amel-i sâlih sahibiyiz? Veyahut da ömrümüz gafletle geçiyor, şeytan mı bizi taşlıyor?
Şimdi, birincisi, ibadette. İkincisi, muâmelâtta zarâfet, Efendimiz’in vasfı. Buraya yaklaşmamız lâzım.
Efendimiz buyuruyor:
“…Her mü’mine kendi nefsinden daha yakınım (buyuruyor. Kendinden daha yakınım. Nasıl bir anne-baba, evlâdına kendinden daha yakınsa.) Bir kimse ölürken mal bırakırsa o mal kendi yakınlarına âittir. Fakat borç ve yetimler bırakırsa, o borç bana âittir; yetimlere bakmak da bana aittir.” (Müslim, Cum’a, 43)
Demek ki Efendimiz’e benzemek isteyen bir mü’minin fârik vasfı bu.
Yine Efendimiz buyuruyor:
“Mü’min bal arısına benzer. Arı daima temiz olanı yer, temiz olan şeyler ortaya koyar. Temiz yerlere konar. Nâzik davrandığı için konduğu yere zarar vermez, orayı kırmaz. Düştüğünde ise kırılmaz, bozulmaz.” (Bkz. Ahmed, II, 199; Hâkim, I, 147; Beyhakî, Şuab, V, 58; Süyûtî, el-Câmî, no: 8147)
Demek ki bir mü’min de daima helâl lokma, ibadet hâlinde olacak. İkram hâlinde olacak. Nasıl arı kırk beş günlük bir ömründe bir ikram hâlinde? Çok mühim bu da. Mü’minin bir ikram hâlinde olması.
Mudar Kabilesi diye bir kabile geldi. Böyle garip bir kabileydi. Başını örtse aşağısı açık, aşağısı örtse başı açıktı. Efendimiz onları görünce rengi bembeyaz oldu, kireç gibi oldu.
“–Bilâl, ezan oku!” dedi.
Bilâl ezan okudu. Cemaat toplandı. Efendimiz iki rekât namaz kıldırdı.
“–Herkes neyi varsa getirsin.” dedi.
Kiminin bir avuç hurma vardı, o bir avuç hurmayı getirdi. Daha fazla imkânı olan torbaya doldurarak getirdi. Efendimiz’in sîmâsı da pembeleşmeye başladı, huzur buldu. (Bkz. Müslim, Zekât, 69)
Demek ki, Efendimiz buyuruyor ki:
“Ben diyor kabrimde, amelleriniz bana gelir, güzel amel, ameliniz sevinirim. Menfîler gelir, üzülürüm buyuruyor. Sizin için istiğfar ederim.” buyuruyor. (Bkz. Heysemî, IX, 24)
Demek ki Rasûlullah Efendimiz’i daima sevindirelim. Ki biz O’nu bu dünyadayken O’nunla daima beraber olalım ki öbür tarafta da Cenâb-ı Hak O’nunla beraber olmayı nasîb eylesin.
Bu hadîs-i şerîf çok mühim, hepimiz için bir düşünmemiz lâzım:
“Sizden her biriniz kendi nefsi için istediğini, mü’min kardeşi için de istemedikçe kâmil mü’min olamaz.” (Buhârî, Îmân, 7; Müslim, Îmân, 71-72)
Bugün de müslümanlar büyük bir zulmün altında. İşte Suriye’ye bak, Myanmar’a bak vs.
Küresel güçler, dünyadan merhameti kazıdı. Birçok ülkeyi matem ülkesi hâline getirdi. Biz de onlar için elden bir şey yapamıyorsak hiç yoksa onlara seherlerde dua edelim -inşâallah-.
Tabi onlara da büyük bir… O ilk müslümanlar gibi, 13 sene Mekkeli müslümanlar gibi -inşâallah- Cenâb-ı Hak bol ecirler ihsan eder -inşâallah-.
Tabi burada bir mü’min kardeşliğinin getirdiği bir fazilet bildiriliyor. Tebük Seferi’ne çıkılacaktı, zor bir seferdi. Rasûlullah Efendimiz müslümanları orduya yardım etmeye çağırdı. Fakir müslümanlardan Ulbe bin Zeyd gecenin bir kısmı geçince kalktı, namaz kıldı, Cenâb-ı Hakk’a şöyle ilticâ etti:
“Ey Allâhım dedi. Sen bizi cihâda emir ve teşvik ettin. Hâlbuki ben, üzerinde binip Rasûlullah ile birlikte cihâda çıkacağım bir hayvana sahip değilim! Elimde bir yiyeceğim de yok, hiçbir şeyim de yok.
Ben de malım, bedenim ve haysiyetim konusunda bana herhangi bir haksızlık yapan bütün mü’minlere hakkımı tasadduk ediyorum, hakkımı helâl ediyorum.” dedi.
Rasûlullah ile iştirak edemiyorum sefere, fakat tek benim yapabileceğim, benim üzerimde, beni hafife alan, istihkar eden, istihfâf eden kim varsa şimdiye dek, dedikodu, hepsine hakkımı helâl ettim, diyor.
Sabah olunca Rasûlullâh’ın yanına geldi. Sonra Efendimiz:
“–Dün gece tasaddukta bulunan kişi nerede?” dedi, seslendi. Kimse çıkmadı. Peygamber Efendimiz yine:
“–Şu gece tasaddukta bulunmuş olan kişi nerededir?” diye sordu. Hiç kimse ayağa kalkmadı. Rasûlullah Efendimiz tekrar:
“–O sadaka veren kimse nerede ise ayağa kalksın?” dedi.
Ulbe ayağa kalktı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Ben senin sadakanı kabul ettim. Seni müjdelerim dedi! Muhammed’in varlığı kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki sen sadakası kabul olunanların divânına yazıldın.” (Bkz. İbn-i Hacer, el-İsâbe, II, 500; İbn-i Kesîr, es-Sîre, IV, 9; Vâkıdî, III, 994)
Bu, hakîkaten çok mühim. Maalesef dillerden dedikodu, şu bu, düşmüyor.
Cenâb-ı Hak:
وَيْلٌ لِكُلِّ هُمَزَةٍ لُمَزَةٍ
(“İnsanları arkadan çekiştirip kaş-göz işaretiyle eğlenmeyi âdet hâline getirenlerin vay hâline!” [el-Hümeze, 1])
“Yazıklar olsun onlara!” diyor.
Onun için -inşâallah- biz de dua edelim:
“Yâ Rabbi, ne kadar aleyhimde bulunduğu vs. kimse var, dedikodu hepsi, hakkım helâl olsun.” diye. Biz de -inşâallah- Cenâb-ı Hak sadaka ihsân eder -inşâallah-.
Efendimiz, bir mü’minin zarif olmasını isterdi. Bir gün mescitte iken içeriye saçı-sakalı dağınık bir adam geldi. Rasûlullah Efendimiz eliyle ona çıkmasını işaret etti. Sanki saçını ve sakalını düzeltmesini kastetti. Adam saçını-sakalını düzelttikten sonra gelince Rasûlullah Efendimiz buyurdu ki;
“–Herhangi birinizin şeytan gibi saçı-başı dağınık bir hâlde gelmesinden, böyle (derli toplu) gelmesi daha iyi değil mi?” (Muvatta, Şaar, 7)
Yine Efendimiz’e birisi geldi:
“–Yâ Rasûlâllah! Bir kadın var. Geceleri ibadet ediyor, gündüzleri oruç tutuyor, daha iyilik ve hayırlar da yapıyor, fakat komşuları onun dilinden eziyet görüyor.”
Efendimiz;
“–Onun hayrı yoktur buyuruyor, o Cehennemliktir.”
Allah korusun!
Bu sefer:
“–Bir kadın daha var dediler. Farz ibadetlerini yapıyor. Fakat diğer kadın kadar namaz kılıp oruç tutmuyor. Bir miktar yağsız peynir veriyor, hayrından infak ediyor. Bir de komşularına eziyet etmiyor (komşularını memnun ediyor).” diyor.
Rasûlullah:
“–O Cennetliktir.” (Ahmed, II, 440; Hâkim, IV, 183-184/7304; Heysemî, VIII, 169)
Demek ki bir mü’minin ictimâî durumu da çok mühim. Elinden, dilinden, yüreğinden ümmet-i Muhammed’in faydalı olduğu bir mü’min olabilmesi…
Bu da çok mühim, insanlık bakımından:
Yâlâ bin Mürre şöyle diyor:
“Rasûlullah Efendimiz’le pek çok seferlere iştirâk ettim. Allah Rasûlü, herhangi bir insan ölüsüne rastladığında, derhal defnedilmesini emrederdi, onun müslüman veya kâfir mi olduğunu sormazdı.” (Hâkim, I, 526/1374)
Niye? Hem o mikrop saçmayacak orada, hem de kimsenin son nefesini bilmiyorsun.
Bu da çok mühim:
Abdurrahman bin Ebû Bekir -radıyallâhu anh- anlatıyor:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sabah namazını kıldırdı. Ashâba dönüp sordu. (Daha hava karanlıktı):
“–İçinizde bugün bir oruçlu var mı?” dedi. (Nâfile oruç.)
Ebû Bekir Efendimiz:
“–Evet yâ Rasûlâllah, devam ediyorum, oruçluyum.” dedi. Ömer -radıyallâhu anh- “değilim” dedi.
“–İçinizde bugün bir hasta ziyaretinde bulunan var mı?” dedi.
Ömer -radıyallâhu anh-:
“–Yâ Rasûlâllah, daha gün ağarmadı dedi. Daha karanlık kalkmadı dedi. Bir hastayı ziyaret edecek vakit olmadı.” dedi.
Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:
“–Evet yâ Rasûlâllah dedi. Mescid-i Nebevî’ye gelirken dedi, Abdurrahman ibni Avf’ın hasta olduğunu duydum. Onu ziyaret ettim, geçmiş olsun, dua ettim, şifa diledim, oradan sabah namazına geldim.” dedi.
Üçüncü soruyu soruyor Efendimiz:
“–İçinizde bugün bir yoksulu doyuran var mı?”
Yine Ömer -radıyallâhu anh-:
“–Yâ Rasûlâllah, daha gün doğmadı.” diyor.
Yine Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:
“–Evet diyor, oğlum diyor Abdurrahman’la beraber gelirken diyor, baktım bir yoksul vardı diyor köşede diyor, Abdurrahman’ın, oğlumun elinde de diyor arpa ekmeği vardı diyor. Oğlumun elinden ekmeği aldım, o garibe verdim.” diyor.
Efendimiz buyuruyor:
“–Ebû Bekir diyor, sen Cennetliksin.” diyor.
Ömer -radıyallâhu anh-:
“–Eyvah, vah vah, keşke…”
“–Yok diyor, Ömer diyor, Allah sana da rahmet eylesin.” diyor. (Heysemî, III, 163-164)
Demek ki insanın fikri, zikri neyse, Cenâb-ı Hak ona göre tecellî ettiriyor.
Âişe Vâlidemiz şöyle naklediyor:
“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e, yalandan daha kötü, çirkin gelen bir huy yoktu. Ashâbından birinin herhangi bir hususta azıcık yalan söylediğini duysa, onun tevbe ettiğini öğreninceye kadar kendisini o sahâbîden uzak tutardı...” (İbn-i Sa’d, I, 378)
Demek bu, zaten âyette de; “Yalan, hastalığı artırıyor.” (Bkz. el-Bakara, 10)
Yine Efendimiz, bu hayvanlar da... Çünkü hayvanlar da, hayvan hakkı o da… Allah o hayvanları bizim için yarattı. Biz, her gördüğümüz hayvanda; “biz onun gibi olurduk, o da bizim gibi olabilirdi”.
Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, koyunu kulağından çekerek kesmeye götüren bir kişiye rastladı. Hemen müdâhâle etti:
“–Hayvanın kulağını bırak da boynunun kenarından tutsan olmaz mı?!” buyurdu. (İbn-i Mâce, Zebâih, 3)
Yine bıçakların iyi… Bıçak bilenmezse hayvana gösterilmesini istemedi. Birisi öyle önünde bıçak biliyordu.
“–Sen diyor, bu hayvanı kaç sefer kesiyorsun diyor, kaç sefer öldürüyorsun?” dedi. (Bkz. Hâkim, IV, 257)
Yine Efendimiz’de, ahlâkta nezâket.
Yine bir kişi çölde yeni müslüman olmuş birisi, bir bedevî geldi. Ravza’nın kenarında gitti, -af edersin- küçük suyunu yaptı. Sahâbî çok kızdı. Neredeyse böyle elini hançerine götürüyordu.
“–Bırakın dedi, bitirsin.” dedi. Bitirdi.
“–Bir kova su getirin.” dedi. Bir kova suyu oraya döktürdü.
“–Bak dedi, burada dedi, Allâh’a secde edilen, Kur’ân okunan bir mekândır dedi. Böyle ihtiyacın geldiğinde dışarı çıkarsın, abdest alıp tekrar girersin.” dedi.
Adam, o ashâb-ı kirâmın o şiddetine, hiddetine baktı, bir de Efendimiz’in o sükûnetine baktı.
“–Yâ Rasûlâllah dedi, Allah Sen’i, beni, ikimizi affetsin.” dedi.
“–Yok dedi Efendimiz, bak bu kardeşlerini de affetsin.” dedi. (Bkz. Buhârî, Vudû’ 58, Edeb 80)
Ne güzel bir terbiye şekli…
Yani Cenâb-ı Hak “İnsanı mükerrem kıldık…” (Bkz. el-İsrâ, 70) buyuruyor. İnsan mükerrem olacak, muhteşem olan Cennet’e girmeye hak kazanacak. Çünkü Cenâb-ı Hak davet ediyor.
Bu da güzel bir şey, Enes on sene beraber oldu. Annesi getirdi, on yaşındaydı, Efendimiz 53 yaşındaydı. Nasıl Efendimiz’e hizmet edebilir? Fakat nasıl bir evlât yetiştirilir?
Enes diyor ki:
“–Rasûlullâh’ın kokusundan daha güzel ne bir amber, ne bir misk ne de herhangi bir koku kokladım diyor. Rasûlullah’ın mübârek teninden daha yumuşak ne bir atlasa ne de bir ipeğe dokundum.” diyor.
Kendisini dinlemekte olan talebesi Sâbit sordu:
“–Üstad dedi, sen sanki her dâim Rasûlullah’a bakıyorsun dedi. Mübârek nağmesini işitiyorsun sanki dedi, beraberlik hâlindesin.” dedi.
Enes dedi ki -radıyallâhu anh-:
“–Evet, vallâhi dedi, kıyâmet günü O’na kavuşmayı o kadar bir hasretle umuyorum ki dedi. Yanına varacağım dedi:
«–Yâ Rasûlâllah! Küçük hizmetçin geldi! Ne olursun yanına kabul et.» diyeceğim dedi.
Efendimiz’e Medîne’de on sene hizmet ettim. Ben o zaman küçük bir çocuktum. Her yaptığım iş Efendimiz’in arzu ettiği gibi değildi muhakkak. Buna rağmen Allah Rasûlü bana, yaptığım hiçbir iş için «üf» demedi, «Bunu niçin yaptın, niçin yapmadın?!» demedi. (Beni muhabbetiyle daima terbiye ediyordu.)” (Bkz. Ahmed, III, 222)
Tabi bir de Efendimiz’deki bir nezâket.
Yine bir deve eti yenildi. Bir yellenme oldu. Efendimiz, o bir kişi mahcup olmasın diye, -abdesti bozuldu- “Şimdi deve eti yiyenler abdest tazelesin.” buyurdu. Yani bir kişiyi mahcup etmemek için Efendimiz, o kadar kişiye yeni baştan abdest aldırdı.
Gönül letâfeti:
Rasûlullah Efendimiz, yanlış hâl ve işi, kimsenin yüzüne vurmazdı. Onların rencide edilmesini istemezdi. “Bana ne oluyor ki ben böyle böyle görüyorum.” Galat-ı ru’yet, yanlış görmeyi kendine izafe ederdi.
Yahut: “Filanca, filancaya niye böyle yapıyor?” derdi. Tabi onu da o kişi anlardı.
Yine Enes rivâyet ediyor:
“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- din kardeşlerinden birini üç gün göremezse, onu sorardı. Uzaktaysa onun için duâ ederdi, evindeyse ziyaret eder, hasta ise şifâ dilerdi.” (Heysemî, II, 295)
Yani bir mü’min, birbirini yıkayan iki el gibi olacak. Tek elle yıkayamazsın. Zira Cenâb-ı Hak Kasas 77. âyette:
“…Allâh’ın sana ihsân ettiği gibi, sen de ihsân et…” buyuruyor.
Kişi kardeşinden müstağnî olmayacak. Daima onun yardımına koşacak.
Câbir şöyle der:
“Rasûlullah yolculuk esnâsında arkadan yürür, güçlük çeken zayıfların yardımcısı olur, onları terkisine bindirir, onlara duâ ederdi.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 94/2639)
Bir hikmet ehli şöyle buyurur:
“Bir kul öldüğünde, malı husûsunda iki musîbetle karşılaşır, daha önce bunların hiçbirini görmemiştir:
Birincisi; bütün malının elden alınmasıdır. Diğeri de; bütün malı elinden gitmesine rağmen bunların hesabıyla gitmesidir.”
Bir insan için, üstelik kendisine fayda vermeyen bir maldan dolayı hesâba çekilecek, ne kadar müşkül bir durum. Allah Rasûlü bu durumdakiler için şöyle buyurdu:
“Yazıklar olsun, yazıklar olsun, o kimseye ki, ehl ü ıyâlini servet üzere bırakır da, kendisi Rabbinin huzûruna şerle gider.” (Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, no: 9693)
Sîmâsında Efendimiz’in nûr-i melâhat:
Sîretler sûretlerin aynasıdır.
Abdullah bin Selâm, hahambaşıydı.
“–Gösterin bana” dedi Kuba’da. Şöyle bir baktı, seyretti şöyle.
“–Bu yüz yalan söylemez. Bu insan yalan söylemez.” dedi. (Bkz. Tirmizî, Kıyâme, 42; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 451)
Yani yine köle Addas da aynı:
“–Siz kimsiniz dedi, siz buranın insanlarına benzemiyorsunuz. Siz başkasınız.” dedi.
Lisanda Selâset:
Efendimiz’in lisânı, bir mü’minin lisânı da o şekilde olacak.
Ebû Kursâfe diyor:
“Ben, annem, teyzem Rasûlullah’a bey’at için gittik. Ayrıldığımızda, annem ve teyzem dediler ki bana (ben küçük çocuktum):
«–Yavrucuğum, biz bu zât gibisini hiç görmedik! Yüzü ondan daha güzel, elbisesi ondan daha temiz, sözü daha yumuşak başka birini bilmiyoruz. Sanki mübârek ağzından nur saçılıyordu konuşurken.»” (Heysemî, VIII, 279-280)
Yani bir müslümanın dili, rahmet dili olacak. Allah korusun, bir yılan dili olmayacak.
Cenâb-ı Hak “قَوْلًا سَدِيدًا” buyuruyor. Doğru söyle buyuruyor. (el-Bakara, 59; el-Ahzâb, 70)
Mü’mine yanlış söylemek yakışmıyor. Cenâb-ı Hak “قَوْلًا سَدِيدًا” doğru söyle buyuruyor.
“قَوْلًا كَرِيمًا” buyuruyor. İkramkâr konuş buyuruyor, bilhassa anne-babaya, ihtiyar anne-babaya. (Bkz. el-İsrâ, 23)
“قَوْلًا مَعْرُوفًا” buyuruyor, yerinde ve uygun söz söyle buyuruyor. (Bkz. el-Ahzâb, 32)
“قَوْلًا بَلِيغًا” buyuruyor. Belâgatli, tesirli bir lisan kullan diyor. (Bkz. en-Nisâ, 63)
“قَوْلًا مَيْسُورًا” buyuruyor. Daima konuşurken bir karşındakinin gönlüne sevinç ver buyuruyor. (Bkz. el-İsrâ, 28)
“قَوْلًا لَيِّنًا” buyuruyor, yumuşak söz söyle buyuruyor. (Bkz. Tâhâ, 44)
Yine bunun zıddı olarak, benzememek;
“…En bed ses, merkeplerin sesidir.” (Lokmân, 19) buyuruyor.
Tırmalar merkep sesi. Demek ki bir insanın, bir müslümanın sesi tırmalamayacak.
Yine bir Efendimiz’den şey, dedikodu hakkında:
“–Sizden biri, Ebû Damdam gibi olmaktan âciz midir?” diye. Oradaki sahâbîler sordular:
“–Ebû Damdam kimdir yâ Rasûlâllah? Biz böyle bir isim duymadık.” diyorlar.
“–O, sizden önceki kavimlerden birine mensub idi. «Bana hakâret eden, dil uzatarak gıybetimi yapan kimseye hakkımı helâl ediyorum.» derdi.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 36/4887)
Efendimiz, misal vererek istiyordu, bütün müslümanlar helâl etse kardeşine. Çünkü Ramazan’da bile kul hakkı kıyamete kalıyor, affı yok. Efendimiz bu ümmet-i Muhammed bu gıybetten vazgeçsin, gıybeti edilirse helâl etsin diye, Efendimiz hep telkin… Yani bir annenin-babanın merhametinden çok daha öteye Efendimiz’in merhameti.
Duygularda incelik…
O “رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ” (âlemlere rahmet).
Nazarlarda derinlik…
Velhâsıl bu, Efendimiz’in birbirinden güzel fârikaları. İşte en güzel bir ahlâk.
Yine, nasıl Efendimiz’in bir hakkı tevzî etmesi. Kendinden başlıyor. Bedir’e giderken 150 km yol Medîne’den. Bir deveye üç kişi düşüyordu. Sırayla biniyorlardı. Ebû Lübâbe, Hazret-i Ali, Efendimiz’e bir deve düştü. Hazret-i Ali ile Ebû Lübâbe:
“–Yâ Rasûlâllah biz yürürüz dediler, bizim gücümüz yeter, Siz Bedir’e kadar deveyle…”
“–Yok dedi, olmaz dedi, Allah bana da güç verdi dedi. Sırayla bineceğiz.” buyurdu. (Bkz. İbn-i Sa’d, II, 21; Ahmed, I, 422)
Efendimiz’i Uhud tanıdı. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-:
“–Biz diyor Efendimiz’le beraberken bazen «es-Selâmu aleyke yâ Rasûlâllah» dediğini duyardık.” dedi. (Bkz. Tirmizî, Menâkıb, 6/3626)
Hurma kütüğü tanıdı. Bunu Mevlânâ Mesnevî’sinde uzun uzun anlatır. Cemaat çoğaldı, daha evvel bir hurma kütüğü üzerinde Efendimiz sohbet ediyordu. Sonradan minber yapıldı. Minber yapılınca, bütün o, bu mütevâtir hadis, yani çok kalabalık duydu bunu. Bir kişi, üç kişi değil, beş kişi değil. Hattâ kimi mesleğine göre, bu dedi, bir çocuk ağlaması gibiydi, kütüğün ağlaması. Kimi, yok diyor, bu bir deve yavrusunun ağlaması gibiydi diyor.
Efendimiz iniyor, o kütüğü sıvazlıyor, ondan sonra sakinleşiyor. Onu gömüyor.
Mevlânâ diyor ki:
“Sen de diyor bu hurma kütüğünden daha mı aşağısın?” diyor.
Hayvanat tanıdı. Efendimiz’in devesi vardı. Bu deve, Şifâ-i Şerîf’te bu bildiriliyor, bu deve, Efendimiz’in vefatından sonra kayboldu. Çöllere düştü diyor sahâbî, aç kaldı diyor, zayıfladı diyor, o çöllerde diyor, vefat etti diyor.
Yani bir devenin şeyi, hasreti Efendimiz’e…
Hikmetli sözler, ehlûllâh’ın sözleridir, rûha tesir edecek.
Buyruluyor:
“Üç kişiden korkun. Bunlar:
Merhametsizden korkun, Mürâîden/iki yüzlüden korkun, Mürtekipten korkun.” buyruluyor.
“Üç musibetten uzakta kalın buyruluyor:
Zulümden uzakta kalın, zelzeleden/depremden uzakta kalın, bilirim iddiasında bulunan cahilden uzak kalın.”
“Üç kişiye yardım edin:
Hastaya, garibe, muhitinde / bulunduğu mıntıkada kıymeti bilinmeyen kişiye.”
“Üç şey saâdetin sırrıdır:
Tevazu, kanaat ile zenginleşme, ölümü sık sık tefekkür etme.”
“Dünya, üç şeyle cennet hâline gelir:
Elden, dilden ve gönülden vermekle.”
“Üç kişi karanlıkta kalmıştır / üç kişi zindanda kalmıştır:
Konuştuğunu yaşamayan, kendisinin faziletli olduğunu iddia eden, kalbinin meyvesinden lezzet almayan.” Kalbî hayatı yok.
“İnsan, üç yerde kendini hakkıyla tanır:
Tevbede tanır (gözyaşı vardır), zalimin kahrı altında tanır ve de en mühim, son nefesinde tanır.” Fakat orada bitiyor.
وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ
“…Ancak müslümanlar olarak can verin.” [Âl-i İmrân, 102])
“Hayatın manası, üç yerde hakkıyla anlaşılır ve saadet verir:
Bir, aşk ile birleşen îmanda. İki, vecd ile yapılan ibadetlerde ve yeri yurdu unutturan seyahatte.”
“Gözyaşının, üç yerde lezzetine doyulmaz:
Vuslatta, mağfirette ve merhamette.”
“Mü’min, üç yerde Allah ile sohbet halindedir:
Bir, kalabalıktan incinmeyen yalnızlıkta, ümitsizin yüzünü ümitle güldürdüğü yerde, zâlimin zulmü ile karşılaştığında kendisi şükür hâlinde olduğu zaman.”
“İnsanlar içinde, kendini bilenler üç kişidir:
Bir, rüzgârdan bile incinmeyenler. İki, kendi adlarını söylemekten utananlar. Allâh’ın emaneti olan mahlûkâta katı gözle bakmayanlar.” Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakanlar.
“Üç türlü insan Allah’tan uzaktır:
Rahatlarını hesaplayarak hizmetten kaçanlar, hassas olduklarını öne sürerek ıztırap ve sefaletlerin civarına yaklaşmayanlar, zalimler topluluğu ile beraber olanlar.” Bunlar da üç türlü Allah’tan uzak olan insan.
“Üç türlü insanın, Allâh’ı göreceği / ru’yetullâh’a nâil olacağı müjdelenmiştir:
Bunlar; samimî ve saf kalpler (yani Allah’ta, Rasûl’ünde fânî olanlar. Saf ve temiz kalpler. İki), gecenin karanlığında güneşi bulanlar (o seherlerde o rûhâniyet içinde, rûhundan rahmet taşıranlar. Üçüncüsü), ölümü hayatta iken bütün hareketleriyle birleştirmiş olanlar.”
Daima ölümü unutmayanlar. Kul hakkı vs. hepsine, Cenâb-ı Hakk’ın hakkı, Rasûlullah’ın hakkı, dindaşların hakkı, hayvanatın hakkı, onun idrâki içinde olanlar.
“Üç kişiye merhamet edin:
Zenginlikten sonra fakirliğe düşene,
Şerefli iken zelil olana,
Cahiller arasında kalan âlime.”
Mevlânâ’nın son şeyiyle bitirelim:
“Karanlık ne kadar zifiri ve güçlü olursa olsun, bir kibrit çakmayı bilebilmek, o karanlığı aydınlatmaktır.”
Bu hikmetli sözlerden de ibret almayı Cenâb-ı Hak nasip eylesin.
Cenâb-ı Hak -inşâallah- huzurlu bir Ramazân-ı Şerîf geçirmemizi, huzurlu bir Kadir Gecesi -inşâallah- seksen küsur seneden bir faziletli bir gece. En nihayet bir Ramazân-ı Şerîf’in şehâdetnâmesini alabilmeyi Cenâb-ı Hak nasip eylesin.
Lillâhi Teâle’l-Fâtiha!..