Osman Nûri Topbaş Hocaefendi 07 Aralık 2020 Sohbeti
Osman Nûri Topbaş Hocaefendi'nin Kur'an-ı Kerim ve Hadis-i Şerifler muhtevasında rahmet insanı olabilmekten bahsettiği Erkam Radyo ve Erkam TV de yayınlanan 07 Aralık 2020 tarihli sohbeti...
7 Aralık 2020 Sohbeti
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in aziz, latîf, mübârek, mücellâ, musaffâ, pâk rûh-i tayyibelerine, ehl-i beytin, ashâb-ı kirâmın, enbiyâ-i izâmın, sâdât-ı kirâm hazarâtının, cümle geçmişlerimizin, şehidlerimizin rûh-i şeriflerine, dînimizin, vatanımızın, milletimizin selâmetine, hastalıklardan, musibetlerden berî olması niyaz/duâsıyla, bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs…
Muhterem Kardeşlerimiz!
Bir mekteb-i âlemdeyiz. Bu mekteb-i âlemde Âdem -aleyhisselâm-’dan son insana kadar bu mektep devam edecek. Son insandan sonra kıyamet olacak. İnfilâk olacak. Yeni baştan bir âlem başlayacak. Fakat başka mektep yok. Tek mektep, bu mektep. Herkes kendi yaşı kadar bu mektebin talebesi.
Cenâb-ı Hak ilk âyette:
اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ
(“Yaratan Rabbinin ismiyle oku!” [el-Alak, 1])
“Oku” buyuruyor. Fakat neyi okuyacak insan? Bir mekteb-i âlemde, bir imtihan içindeyiz. Bu sebeple kul, kâinâtın sayfalarını çevirecek;
–İlâhî kudret, ilâhî azamet tecellîlerini okuyacak.
–İlâhî sanat ve ilâhî nakışları okuyacak.
–En mühim; Allah Rasûlü’nü okuyacak. O’nun terbiyesine girecek. Yaşayacak, güzel ahlâkta seviye katedecek.
–Kul olmayı okuyacak. Bu mektebin dersi:
“لِيَعْبُدُونِ” Allâh’a kul olmak.
“لِيَعْرِفُونِ” Cenâb-ı Hakk’ı kalpte tanıyabilmek, yani mârifetullahtan bir nasîb alabilmek.
–Hilkati okuyacak / yaratılışı okuyacak. “Geliş niye, gidiş niye, bu akış nereye?” Onu tefekkür edecek
“ظَلُومًا جَهُولًا” sıfatından uzaklaşacak.
ظَلُومًا : En zâlim insan, kendi kendini, sonsuz bir ebedî hayatını mahvediyor.
جَهُولًا : Ondan da kurtulacak. Kendini yaratan, ihsan eden, ikram eden Cenâb-ı Hakk’ı unutuyor, âhireti unutuyor. Bu “ظَلُومًا جَهُولًا” sıfatından uzaklaşacak.
–İlâhî lûtufları okuyacak, “hiç”liğini okuyacak. Sıfır sermaye ile geldik. Ne kadar meziyetimiz varsa hepsi Cenâb-ı Hakk’a ait. Şükran hissinde olacağız. Cenâb-ı Hak:
“…İster şükret, ister nankör ol.” (el-İnsân, 3) buyuruyor.
Velhâsıl:
–Zerreden küreye her şeyi okuyacak.
Böylece hamlıktan kurtulacak.
Tabi, okuyabilmek, kalbin sanatı. Kalbin varsa okursun… Yahut da kalbinin seviyesine göre ancak okuyabilirsin.
Cenâb-ı Hak Enfâl Sûresi, 2-3. âyetinde:
“Mü’minler ancak, Allah zikredildiği zaman kalpleri titrer (buyuruyor. Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî azameti karşısında. Zerreden küreye her şey Cenâb-ı Hakk’ın bize azametini telkin ediyor.) Kendilerine Allâh’ın âyetleri okunduğu zaman da îmanları artar (buyuruyor. İmtihan içindeyiz. Değişen şartlar altında) tevekkül (hâlinde ve teslim) hâlinde olurlar (buyruluyor).
Onlar namazlarını dosdoğru (huşû ile) kılarlar. Kendilerine rızık olarak verdiğimizden de (Allah yolunda) infâk ederler.” (Bkz. el-Enfâl, 2-3)
Yani burada kendi hâlimizi bir mukâyese etmek. Kâmil mü’minin vasfı, biz bu kemâlâta ne kadar yakınız?
Kevnî âyetlerden bir misal verir; her zaman karşı karşıyayız.
“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün birbiri ardınca gelişinde akl-ı selîm sahipleri için gerçekten açık ibretler var.” (Âl-i İmrân, 190)
Her an, içindeyiz. Bunun şuurunda olabilmek. Nasıl Cenâb-ı Hak’la beraber olacağız?
“Onlar, ayakta dururken, otururlarken, yanları üzerinde olurlarken (her vakit) Cenâb-ı Hakk’ı zikrederler. (Nasıl zikrediyor?) Göklerin ve yerin yaratılışını derinden derine tefekkür ederler. (İnceden inceye tefekkür ederler:)
«Yâ Rabbi! Sen boşuna yaratmadın (derler). Bizi Cehennem azâbından koru, Sen Sübhansın!» derler.” (Âl-i İmrân, 191)
Yine Cenâb-ı Hak Câsiye, 13; insanlara ikramlarından birini bahsediyor:
“Biz, göklerde ve yerde ne varsa âmâde kıldık, düşünen bir toplum için.” (Bkz. el-Câsiye, 13)
Güneş âmâde, Ay âmâde, atmosfer âmâde, toprak âmâde, yaratılan hayvanlar âmâde… Hep îkaz. Mekteb-i âlemdeyiz.
Rabbimiz kullarını 3 mûcize ile hakka dâvet ediyor. Birincisi;
–Peygamberler. Zirvesi, Rasûlullah Efendimiz. İnsanlıktaki bir mûcize. Eşi-benzeri yok.
–Kur’ân-ı Kerîm, kelâmdaki mûcize.
–Kevnî âyetler, sanatta bir mûcize, zerreden küreye.
Peygamber Efendimiz… Meccânen, 124 bin küsur peygamber içinde, en yüce ümmet olmakla şereflendik.
Cenâb-ı Hak, Efendimiz’in yüceliğini şurada gösteriyor:
مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ
“Kim Allâh’ın Rasûl’üne itaat ederse Allâh’a itaat etmiş olur…” (en-Nisâ, 80)
Yani iki itaat birleşmiş oluyor.
Efendimiz, Cenâb-ı Hakk’ın lûtfettiği bir rahmet tecellîsi.
Kalbin en büyük sanatı ve gerçek tahsil, Peygamber Efendimiz’i yakından tanıyabilmek, O’nu okuyabilmek Efendimiz’i. Ancak yaşamakla tanırız. İbadetlerimiz benzerse; muâmelât, zarâfet, nezâket, muâşeret, bunlar ne kadar benzerse, o kadar Efendimiz’i yakından tanıyabiliriz.
İşte sahâbî, Allah Rasûlü’nü yakından tanıdı. Ancak bu tahsil 23 senede tamamlandı. Hayatın her safhasında insan nasıl yaşayacak, ashâb-ı kirâm, Efendimiz’den öğrendi.
Velîler de, Allâh’ın sâlih kulları da, nebevî terbiyesinde yetişen ashâbı tanıdı. Böylece onlar Hak dostu oldu. Rahmet tevzî eden kullar oldu. Rasûlullah Efendimiz’in, ashâb-ı kirâmın hâlinin zamana yayılmış zirveleri oldular.
Kulluğumuzun alâmeti; kişinin Peygamber Efendimiz’i örnek alması, Peygamber Efendimiz’e benzeyebilmesidir. Tabi bu çok zor, hayatın her safhasında.
Zirve şahsiyetine yaklaşabilmenin gayretinde olmak. Zira Efendimiz şöyle buyurdu:
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ
(“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” [Buhârî, Edeb, 96])
Sahâbe de bu hadîs-i şerîfle çok sevindi. Dünyada Efendimiz’le beraber olmak büyük bir haz veriyordu, huzur hâli veriyordu, saâdet veriyordu. “Acaba ben âhirette beraber olabilecek miyim?” Ashâb-ı kirâmın derdi buydu. Efendimiz:
“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96) buyurduğu zaman, ashâb-ı kirâm çok sevindi. Efendimiz’in her hâlini taklit etti: Nasıl yürürdü, nasıl otururdu, nasıl kalkardı, hangi ağacın altında gölgelendi?..
Cenâb-ı Hak bize en çok Kur’ân-ı Kerîm’de “Rahmân ve Rahîm” esmâsını bildiriyor.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de “raûf ve rahîm”, yani çok müşfik ve çok merhametli. Cenâb-ı Hak bildiriyor Efendimiz’in sıfatını. Yani hiçbir peygamberi bu sıfatla bildirmiyor Cenâb-ı Hak. Efendimiz bütün peygamberlerin zirvesidir. Çok merhametli ve çok şefkatli.
Bir mü’min de; elinden, dilinden, gönlünden şefkat ve merhamet tevzî eden bir “rahmet insanı” olacak.
Efendimiz, kıyâmete kadar gelecek bütün insanlara, en alt kademeden / en avamdan en üst kademeye / havâssa kadar bir üsve-i hasene, örnek şahsiyet, örnek karakter… Burada bir mûcize. Yani bütün karakterlere, bütün şahsiyetlere, bütün toplumlara bir örnek.
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Andolsun Rasûlullah, Allâh’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allâh’ı çok çok zikredenler için güzel bir örnektir.” (el-Ahzâb, 21)
Demek ki kul, bu âyet-i kerîmenin muhtevasına baktığımız zaman her işinde; “Ben Allah rızâsında mıyım? Yine bir âhiret endişesi içinde miyim? Bir de Cenâb-ı Hakk’ı ne kadar ben anıyorum, ne kadar zikrediyorum? Gözümün gördüğü şeyler gönlüme ne kadar aksediyor? Ne kadar «Aman yâ Rabbi!» diyebiliyorum?..”
Efendimiz, bu tahsili bir fânîden değil, Hâlık’tan aldı. Cenâb-ı Hak O’nun tahsilini ikmâl ettirdi.
“Beni Rabbim terbiye etti, ne güzel terbiye etti!” buyuruyor. (Süyûtî, I, 12)
O’nu Rabbimiz bütün cihana örnek olarak “رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ” (âlemlere rahmet) olarak lûtfetti, hediye etti.
–O, muallim olarak en güzel bir şahsiyettir. Muallimler, kendisine örneği oradan alacak.
–Kumandan olarak en güzel bir örnektir. Kumandan olarak nasıl bir merhamet tevzî ediyor, gazvelerde bile merhamet tevzî ediyor…
–Ahlâk, muâmelât ve muâşerette örnek bir şahsiyet.
–Medeniyet inşâ etmekte örnek bir şahsiyet. Yarı vahşî bir insan topluluğundan, bir fazîletler medeniyeti inşâ etti. Hattâ Karâfî diyor ki:
“Rasûlullâh’ın hiçbir mûcizesi olmasaydı, sırf o mûcizesi peygamber olmasına kâfidir, yarı vahşi insandan nasıl eşi-benzeri bulunmayan bir medeniyet inşâ etti.”
–Tezkiye ve terbiyede örnek şahsiyettir. Yani iç âlemin temizlenmesi.
O’nun tevzî ettiği güzel ahlâkı ve inşâ ettiği medeniyeti daha evvel kimse kuramadı.
Bugün bilhassa ailelerin sallandığı bir devirdeyiz, O’nun bir âile reisi olarak ailesi de bir âile yapısı da, yine âilelere en güzel bir örnektir.
Bir kalp, Rasûlullah Efendimiz’e coşkun sevgi ile doluyorsa, artık o, bir nazargâh-ı ilâhî demektir. Çok mühim. O vaziyete, o kıvama gelen mü’min, arz-ı endam değil, “arz-ı hâl” hâlinde olacak. Yani makam-mevkî arayışı, güç gösterisi, gurur, kibir, enâniyet içinde değil; tevâzu, acziyet, mahviyet, hiçlik ve güzel ahlâk üzere olacak.
Kendimize en çok soracağımız sual şu:
“Efendimiz’i ne kadar sevebiliyorum?”
–Efendimiz’in fedakârlığı ne kadardı? Benim fedakârlığım ne kadar?
–Yine sahâbeyi düşüneceğiz; ashâb-ı kirâmın fedakârlığı ne ölçüde idi? Onlara hiçbir meşakkat zor gelmedi. Çin’e gitmek zor gelmedi. Afrika’ya girmek zor gelmedi, orada tebliğ etmek zor gelmedi. Üşenmedi, yorulmadı. Efendimiz’e gelen o sevgiden bir haz geliyordu. O hazla dünyanın bir tarafından bir tarafına seyahat ediyordu. “Gittiğim son nokta benim kabrim olsun.” diyordu. Yani 120 bin sahâbî vardı Vedâ Haccı’nda, ancak 20 bin sahâbî Mekke-Medîne’de medfun durumda.
–Bizim de fedakârlığımız ne seviyede?
Tevbe Sûresi 111. âyet:
“Allah mü’minlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) Cennet karşılığında satın almıştır…”
Yani Cenâb-ı Hak malı da canı da bir emanet olarak verdi. Malı da veren Allah, canı da veren Allah. Demek ki bu mal ve can Allah yolunda seferber edilecek.
Rasûlullah Efendimiz de, Kur’ân ve Sünnet’i bize zimmetli kıldı. Efendimiz buyuruyor:
“Size iki şey (emanet olarak) bırakıyorum. Bunlara sıkı sarıldığınız müddetçe (yanlışlığa) sapıklığa düşmezsiniz:
Allâh’ın kitabı Kur’ân-ı Kerîm; diğeri Rasûlullah (Efendimiz)’in sünneti…” (Muvattâ, Kader, 3)
Demek ki bu mekteb-i âlemde vazifemiz, yaşamak ve yaşatarak İslâm’ı tebliğ edebilmek.
Uhud Gazvesi’nde Efendimiz, Sa’d bin Rebî’yi sordu. Efendimiz’in çok sevdiği ve cömert bir sahâbî idi.
“–Sa‘d, neredesin?” dedi. Bir cevap gelmedi. Tekrarladı, cevap gelmedi.
“–Sa‘d, seni Rasûlullah soruyor!” deyince, kısık, cılız bir ses:
“–Buradayım.” dedi.
Râvî, gittim diyor, yüzü kılıç darbelerinden kalbura dönmüştü. Gözünü kıpırdatacak hâli yoktu. Bana çok kısık, cılız bir sesle:
“−Eğer siz Rasûlullâh’ı koruyamazsanız, o zaman başınıza bir musibet gelmesinden korkun.” buyuruyor. Çok ibretli. Yani İslâm’ı yaşayamazsanız, yaşatamazsanız, başınıza bir musibet gelmesinden korkun dedi.
“Allah katında hiçbir mâzeretiniz olmaz.” dedi. Öyle gözlerini yumdu ve şehîden vefat etti. (Bkz. Muvatta, Cihâd, 41; Hâkim, III, 221/4906; İbn-i Hişâm, III, 47)
Yani kıyamete kadar gelen ümmet-i Muhammed’e bir tâlimattı.
Yine, Kur’ân-ı Kerîm’de iki sahâbîden bahsediliyor:
Âl-i İmrân Sûresi 172. âyette. Bu, Abdullah bin Sehl ve kardeşi Râfî. Uhud’da Efendimiz’in yanında müşriklere karşı savaştılar. Yaralı olarak harpten sonra Medîne’ye döndüler. Allah Rasûlü:
“–Düşmanı Hamrâü’l-Esed’e kadar tâkip edin.” dedi. Bu ikisi dediler ki:
“–Vallâhi bizim bir binitimiz yok. Yaramız da ağır. Fakat Rasûlullâh’ın bulunduğu bir seferi hiç kaçırmamız doğru olur mu? Ondan ayrılmamız doğru olur mu?” diye birbirine telkin ettiler.
Yarası diğerine göre hafif olan, ağır yaralı olanın kâh yürümesine yardım etti, kâh onu, an geldi sırtında taşıdı Hamrâü’l-Esed’e kadar. Bu şekilde Âlemlerin Efendisi’nin yanından ayrılmadılar.
Cenâb-ı Hak bu mübârek sahâbîleri iltifat-ı ilâhiyyesine mazhar olarak şöyle müjdeliyor Âl-i İmrân 172. âyet:
“Yara aldıktan sonra yine Allâh’ın ve Peygamber’in çağrısına uyanlar, (bilhassa) içlerinden amel-i sâlih yapanlar ve takvâ sahibi olanlar için pek büyük bir mükâfat vardır.”
Allah Rasûlü’nü nasıl yakından tanıdılar, nasıl sevdiler? Nasıl bir fedâ-yı can hâlinde oldular?
Kalp, eğer itmi’nâna ermişse, mâzeretler buharlaşır. Yaralar derman buldu, acılar dindi ashâb-ı kirâmda. Yollar kısaldı, kalplerinde hiçbir fizikî acı, O’ndan ayrı düşmenin acısı kadar ağır gelmedi. Çok mühim bu. Yani kalplerinde hiçbir fizikî acı, O’ndan ayrı düşmenin acısı kadar ağır gelmedi onlara. O tebessüm ettikten sonra, çileler güllere, zahmetler rahmete inkılâb etti.
Demek ki Efendimiz’i ne kadar yakından tanıyabilme…
Efendimiz’i duyabilmek, O’nu görebilmek, O’nu duymak, insana en büyük saâdet. Zira O, kulları Allâh’a yaklaştırır, ehl-i Cennet eyler.
Efendimiz’in ağlaması, gülmesi, üzülmesi, duâsı, hep bizim için, ümmet-i için. Kabirde bile ümmetini düşünüyor, şöyle buyuruyor:
“Dikkat edin! Ben hayatımda sizin için bir emniyet vesîlesiyim. (Azap inmedi Rasûlullah Efendimiz varken.) Vefat ettiğimde ise, kabrimde: «Yâ Rabbi, ümmetî ümmetî!..» diye ilk (İsrâfil) sûru üfürünceye kadar ben nidâ edeceğim…” (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, c. 14, s. 414)
Yani bir annenin-babanın merhametinden daha fazla.
Muhabbetin kantarı, fedakârlık.
Yani en nâdân, en abus, alık bir insan bile, bir gül bahçesinde gezerken huzur bulur. Gülün tebessümü, rengi, şekli ve âhengi, onun gönlüne bir ferahlık verir.
Gül, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sembolüdür. O ise gülden daha öteyedir.
Hattâ şâir Fuzûlî ne güzel söyler:
“Habîbim fasl-ı güldür bu, akarsular bulanmaz mı?”
Yani O’nunla beraber olmak hayatta bir fasl-ı güldür.
Ahmed Eflâkî vardır. Bu, Mevlevî kıssalarını hazırlayan, nakleden. O bir kıssayı anlatıyor:
Sultanın kızının beyi, paşa. Kayseri’ye tâyin oluyor. Konya’dan Kayseri’ye gidecek. Fakat Mevlânâ’nın mürîdesi. Ayrılmak da istemiyor bir türlü. Sarayın meşhur nakkaşı varmış; Aynü’d-Devle.
“–Sen Aynü’d-Devle! Git dergâha, belli etmeden diyor, Mevlânâ’nın resmini çiz, bana getir diyor. Hiç yoksa ona bakıp hatırlayayım.” diyor.
Tabi bu tam şey bir nokta değil, şer’î bir nokta değil. Fakat kadının muhabbetinden, istediği bu.
Aynü’d-Devle de meşhur ressam-nakkaş, doğrudan doğruya Mevlânâ’nın huzuruna gidiyor, avamdan birisi.
“–Efendim, böyle böyle, saraydan geliyorum diyor, sizin bir resminizi alacağım diyor, bunu diyor hanımefendiye vereceğim diyor, o Kayseri’ye gidecek, taşıyacak.” diyor.
“–Peki oğlum diyor, mâdem öyle bir emir geldi, çiz.” diyor.
Ahmed Eflâkî diyor ki:
Yirmi tane kağıt ziyan etti diyor. Resme bakıyor, Mevlânâ’ya bakıyor, değişik. Herhâlde galat-ı ru’yet oldu diyor, tekrar çiziyor, tekrar bakıyor, tekrar çizdiği ayrı, karşısındaki ayrı. Tam yirmi tane varak eskitiyor. Yirmi tane kağıt eskitiyor. Sonunda Mevlânâ’nın ayağına kapanıyor:
“–Allah Allah diyor, bir diyor, dînin diyor, velisi böyleyse, kimbilir Nebî’si nasıldır?” diyor.
Yani biz Rasûlullah Efendimiz’i kendi sınırlarımızın idrâki içinde ölçemeyiz. Cenâb-ı Hak “Habîbim” buyurdu.
Bütün eserler şimdiye kadar bir Kitab’ı yazmak, bir Kitab’ı izah etmek, bir insanı izah etmektir. Yani Kur’ân-ı Kerîm’i tefsir etmek, bir de Rasûlullah Efendimiz’i anlatmak, anlatabilmek o da.
Yani muhabbetimiz ne nisbette? Çünkü Cenâb-ı Hak bize en büyük nîmeti ihsan etti.
Seven, sevilenin hâliyle hâllenir. Efendimiz’i sevdiğimiz kadar sevdirebilmemiz lâzım. Çünkü O’nun hâlini biz yaşayabilirsek, o kadar Rasûlullah Efendimiz’i sevdirebiliriz.
İşte ashâb-ı kirâmın gönlünde hiçbir sevgi, Allah ve Rasûl’ünün sevgisinin önüne geçmedi. Ne mal-mülk, ne çoluk-çocuk, ne can sevgisi… Zira bunların hepsi dünyada kalacak, Allah ve Rasûlü’nün sevgisi ise, ebedî saâdetin bir gönül sermâyesi olacak.
Kur’ân-ı Kerîm, kelâmda bir mûcize. İnsanlığa son çağrı. İlâhî bir ders kitabımız. Dünyada saâdet haritası, ebediyet kılavuzu.
Cenâb-ı Hak:
اَلرَّحْمٰنُ ﴿1﴾ عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ ﴿2﴾ خَلَقَ الْاِنْسَانَ ﴿3﴾ عَلَّمَهُ الْبَيَانَ ﴿4﴾
buyuruyor. “Rahman, Kur’ân’ı öğretti. (Cenâb-ı Hak burada Rahmân/merhamet sıfatını bildiriyor.) İnsanı yarattı. Ona beyânı öğretti.” (er-Rahmân, 1-4)
Hikmetler, sırlar… Hep Cenâb-ı Hak bunu insana veriyor. Hangi insana tabi? Kendisine yaklaşabilen insana. Yaklaştıkça demek ki insanın gönül ufku açılmış oluyor.
Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Biz, Kur’ân’dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, mü’minlere şifâ ve rahmettir…” (el-İsrâ, 82)
Efendimiz:
“Yalnız iki kişiye gıpta edilir (buyuruyor):
Birincisi; Allâh’ın kendisine Kur’ân verdiği kişidir. (Yani) o kişi, Kur’ân ile gece gündüz meşgul olur. (Kur’ân’la yaşar, Kur’ân’la yaşatır, Kur’ân’a hizmet eder, Kur’ân insanı yetiştirir.)
Diğeri de, Allâh’ın kendisine mal verdiği kimsedir. O da gece gündüz malını infak hâlinde olur.” (Müslim, Müsâfirîn, 266, 267)
Ashâb-ı Suffe, ilk Kur’ân talebeleri Medîne’de, Efendimiz’in en çok meşgul olduğu ashâb-ı kirâmdan idi. Onlar Peygamber Efendimiz’in âdeta göz bebeği idi.
Allah Rasûlü’nün kıraati, açık bir şekilde, harf harf, tertîl üzere, yani teennî ve tedebbür ile, aynı zamanda tecvid kâidelerine uygun olarak yapılan bir tilâvet idi. (Bkz. Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 23)
Demek ki hepimizin tilâvetinin tecvid kâidelerinin mükemmel olmaya gayret etmemiz lâzım.
Efendimiz’e, hayatına baktığımızda, Kur’ân okuduğunu görüyoruz:
–İnsanlara İslâm’ı anlatırken ve ashâbına sohbet ederken Kur’ân okurdu. Kur’ân-ı Kerîm ile sohbet ederdi.
–Bir meseleyi îzah ederken o mevzuyla alâkalı âyetleri okurdu.
–Gece ibadetlerinde Kur’ân-ı Kerîm tilâvet ederdi.
–Sefer esnâsında yine Kur’ân-ı Kerîm okurdu. Hattâ hicrette Sürâka diyor, yaklaştım diyor, ben diyor Rasûlullâh’ı Kur’ân-ı Kerîm okurken diyor, sesi bana geliyordu diyor. (Bkz. Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 45; Ahmed, IV, 176; İbn-i Hişâm, II, 103; Hâkim, III, 7)
Ramazan’da öyle Efendimiz. Mukâbele, Cebrâil ile ve diğer ashâb-ı kirâmla okurlardı.
Velhâsıl demek ki bir mü’minin Kur’ân-ı Kerîm’i tilâvet etmesi. O da kâfî değil, yaşaması şart.
Fâtır Sûresi’nde üç kategori bildiriyor:
Kur’ân-ı Kerîm’i okuyor ama, Kur’ân-ı Kerîm’i yaşamıyor; “O nefsine zulmedenler” buyuruyor Cenâb-ı Hak.
İkincisi, orta yoldaki muktesitler.
Üçüncüsü, hayratta öne geçenler. (Bkz. Fâtır, 32)
Yani hem okuyacak, okuduğunu yaşayacak, hayatına intikal ettirecek.
Hattâ bu da çok ibretli:
Abdullah bin Mes’ûd -radıyallâhu anh- anlatıyor:
Bir gün diyor;
“–Bana Kur’ân okur musun?” buyurdu Rasûlullah. Ben de dedim ki:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü, Kur’ân Siz’e indirilmişken ben mi Siz’e Kur’ân okuyacağım?!” dedim. Allah Rasûlü:
“–Ben, Kur’ân’ı başkasından dinlemeyi de severim.” buyurdu.
Bunun üzerine kendisine, Nisâ Sûresi’nin 41. âyetine geldim. Âyet-i kerîme şöyle:
“Her ümmetten bir şâhit getirdiğimiz ve Sen’i de onlara şâhit olarak gösterdiğimiz zaman hâlleri nice olur!” (Yani burada günahkârlar vs. onlar Rasûlullah Efendimiz’in hatırına geliyor.)
“–Kâfî!” diyor. Okuma daha diyor.
Baktım diyor, mübârek gözlerinden yaşlar akıyordu. (Bkz. Buhârî, Tefsîr, 4/9; Müslim, Müsâfirîn, 247)
Kimin için? Ümmeti için. Ümmetinin derdi…
Yine Cenâb-ı Hak bizim için ne buyuruyor:
تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ
Bu da üç vasıfta bir şahsiyet olmamız: Kur’ân-ı Kerîm ile hemhâl olmamız, tilâveti, namaz, üçüncüsü de Allâh’ın verdiği nîmetlerle Allah yolunda mesafe alabilmek, infak edebilmek. “تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ” buyruluyor. (Bkz. Fâtır, 29)
İbn-i Atiyye var. O Kur’ân-ı Kerîm mucizesini şöyle bildiriyor:
“Kur’ân öyle bir kitaptır ki, ondan bir kelime çıkarılsa, onun yerine ikâme için bütün Arap lisânı altüst edilse, ondan daha münâsip bir başka kelime bulmak mümkün değildir.” (Zerkânî, Menâhilü’l-İrfân, II, 325; Dırâz, en-Nebeü’l-Azîm, s. 112; Abdülkâdir Atâ, Azametü’l-Kur’ân, s. 85)
İşte Cenâb-ı Hak; “İns ve cin topluluğu birleşin hepiniz diyor, bir benzerini meydana getirin, bir gücünü varsa!” diyor. (Bkz. el-Bakara, 23; Hûd, 13; Yûnus, 38)
Yani Efendimiz, beşeriyete bir güneş gibi doğdu.
İnsanlara insanlıklarını yeniden hatırlattı. Merhameti unutmuş vicdanları tedâvi etti.
Kız çocuklarını diri diri gömmeye götüren taşlaşmış kalpleri yumuşattı. Onlar, iki büklüm, gözü yaşlı insanlar hâline geldi.
Kurak gönülleri ihyâ eden bir nisan yağmuru oldu.
Kan gölüne dönen çöller, O’nunla huzura kavuştu.
O’nu öldürmek isteyenler O’nda dirildi. O’na ve İslâm’a düşmanlık besleyenler, O’nda hayat buldular.
Cenâb-ı Hakk’ın üçüncü bir lûtfu, sanat mûcizesi, Cenâb-ı Hak bu cihânı, bir imtihan dershânesi olarak halketti. Mekteb-i âlem. Zerreden küreye bu cihanda her şey; ilâhî azamet ve kudret akışlarının, ilâhî nakışların sergisi durumunda. Kâinâtın her köşesi ince gâyeler, nâzenîn hikmetler ve sırlarla yoğrulmuş bir hâlde…
Bişr bin Hâris -radıyallâhu anh-:
“İnsanlar Allah Teâlâ’nın azameti hakkında tefekkür etseler (zerreden küreye), O’na isyân edemez, günah işleyemezlerdi.” (İbn-i Kesîr, I, 448, Âl-i İmrân 3/190 tefsirinde)
Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri’nin bir îkâzı var, insanların teyakkuz hâlinde olması, Cenâb-ı Hak bu azamet-i ilâhîsi karşısında. Buyuruyor ki Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri:
“Allâh’ın kullarına, şefkat ve merhametle muâmele et, buyuruyor. Merhamet ve şefkatini bütün canlılara ve bütün mahlûkâta bolca yay. Sakın ha (cansız zannettiğin) cemâdat için;
«Bu ottur, cansızdır, faydası yoktur.» deme!
Bilâkis, senin idrâkinin ötesinde, onların pek çok faydası, hayrı ve zikri vardır. Yaratılmışı, bulunduğu hâl üzere bırak, ona Yaratıcı’sının merhametiyle merhamet et!”
Velhâsıl başta insan, hiçbir varlık abes olarak yaratılmadı. Abes yok kâinatta. İlâhî azâmeti idrâk eden bir kul, önce nefsânî arzuları ve fücûru bertaraf edecek. Mârifetullahta seviye kazanmayı arzu eden bir gönlün, takvâ ile derinleşmesi zarûrî.
Bu cihan, imtihan havası ile dolu bir imtihan dershanesi.
Kendisini Hakk’a adayanlar için hayat, bir fasl-ı bahardır. Huzur âlemidir.
Bunların mukâbilinde Cenâb-ı Hak bizden;
Hayırlı ümmet, aziz ümmet, yeryüzünde Hakk’ın temsilcisi, gönlünden merhamet tevzî eden bir ümmet olmamızı arzu ediyor.
Yani nefsânî ihtiraslara mukâvemet gösterilecek, başa gelen meşakkat ve sıkıntılara sabırla mukâbele edilecek.
Bunun için bizden, aşk ile yaşanan bir îman isteniyor. Kalp ve beden âhengi içinde bir ibadet isteniyor. Hayranlık tevzî eden güzel ahlâkla müzeyyen bir gönül isteniyor.
اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
Cenâb-ı Hak:
“Dikkat edin! Kalpler ancak Allâh’ın zikriyle tatmin olur (huzur bulur, saâdet bulur)...” (er-Ra‘d, 28)
Buyuruyor, Âl-i İmrân 110. âyet:
“Siz, insanlar içinden çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. (O istîdâdı veriyor Cenâb-ı Hak. Hayırlı ümmet olma istîdâdını.) İyiliği emreder, kötülükten sakındırırsınız.” (Âl-i İmrân, 110)
Demek ki bir hayırlı ümmet olarak yaşayacağız ve tebliğ edeceğiz. Kendi evlâtlarımızdan başlayarak çevre çevre, hattâ dünyanın akışından mes’ûl göreceğiz.
Yine diğer âyette:
“İşte böylece sizin insanlığa şahit olmanız, (neyin şâhidi; Kur’ân’ın ve Sünnet’in şâhidi) Rasûl’ün de size şahit olması için sizi mûtedil bir millet kıldık…” (el-Bakara, 143) buyuruyor Cenâb-ı Hak.
Cenâb-ı Hak, “Rahmân ve Rahîm”
Efendimiz, “Raûf ve Rahîm”
Bizden Cenâb-ı Hak “rahmet insanı” olmamızı arzu ediyor. Bu kadar nîmet…
Merhamet, mü’minin alâmet-i fârikası. Bir mü’minin en üstün mevkii, rahmet insanı olabilmesidir.
Rahmet insanına gelince; rahmet insanı nasıldır?
–Bir; rahmet insanı kendini inşâ eder.
–Günahtan, ateşten kaçar gibi kaçar.
–Yakınlarını inşâ etmekle başlar,
–Hizmet etmekle huzur bulur.
–Namazla ünsiyet peydâ etmiştir.
Cenâb-ı Hak:
“…Onları rükûya varırken, secde ederken görürsün…” (el-Fetih, 29) buyuruyor Cenâb-ı Hak.
Sahâbî, hakkı tebliğde yorulmadı, üşenmedi, dâimâ bir haz içindeydi. Demek ki o hazzı bulabilmek. O da bir kalbin sanatı olmuş oluyor.
Onun için rahmet insanı;
–İnfâk eder,
–Fedâkâr olur,
–Şefkatli olur,
–Dertlilerin dert ortağı olur,
–Geçtiği her yere bir bahar götürür ve bir muhabbet götürür.
Efendimiz buyuruyor:
“Müʼmin diyor, bir bal arısına benzer…” buyuruyor. (Ahmed bin Hanbel, II, 199)
Arı nerede gezer, teressübat üzerinde gezmez. Arı, çiçeklerin en güzel yerinden çeker. Demek ki bir mü’min öyle olacak buyuruyor Rasûlullah Efendimiz. Nefsânî arzulardan uzakta olacak.
Mü’min nezâketli davranır. Mü’min incitmez; affın şuuruna ermiştir, incinmez, affeder. Çünkü Cenâb-ı Hak affede affede affolunmamızı arzu ediyor.
Bollukta şımarmaz, şaşırmaz, taşmaz. Darlıkta isyân etmez.
Yüreğinden rahmet taşıran bir mü’min;
–Sadece kendisine, evlâdına, yakınlarına değil,
–Din kardeşi olan bütün ümmet-i Muhammed’e,
–İnsanlıkta eşi olan bütün insanlığa,
–Yaratılışta bize emânet oluşu itibarıyla bütün mahlûkata şefkat ve rahmet nazarıyla bakar...
Gönlümüz, îmânın vecdi içinde olacak, rûhumuzdan rahmet taşıracak, kalbimiz huzur içinde, rûhâniyet içinde olacak.
Cenâb-ı Hakk’ın arzu ettiği;
اَحْسَنُ عَمَلًا amellerimizin en güzel olması. Ne olacak amellerimiz en güzel olunca: Huşû ile olacak. Rûhâniyet dolu olacak. Takvâ üzere bir hayatımız olacak.
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- Übey bin Ka‘b’a soruyor:
“–Takvâ nedir?”
“–Ömer diyor, sen diyor, dikenli yolda dolaştın mı?” diyor.
“–Dolaştım.” diyor.
“–Ne yaptın?” diyor.
“–Dikenlerden kendimi korudum.” diyor.
“–İşte takvâ budur.” diyor.
En ufak bir günahtan kendimizi koruyabilmek.
Rahmet insanı;
Fakirlerin, kimsesizlerin kimsesi olacak, onları duâlarını alacak. Onları memnun etmekle haz duyacak. Onlara teşekkür edâsı içinde infak edecek. İnfak eden daha muhtaç. Çünkü ona infak etmekle haz duyacak, onların duâsını alacak.
Rahmet insanının ana hususlarını ifâde etmek gerekirse, ezcümle şunları zikredebiliriz:
Bir; rahmetin tefekkür dünyamıza rastlaması:
Ne güzel buyuruyor Yunus Emre:
“İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir!”
Kendini bilmeden yığınca kitap oku, boş!..
“İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir,
Sen kendini bilmezsen, bu nice okumaktır?”
İşte gerçek tahsil “bilenler”den olabilmek. Nîmetleri tefekkür etmek.
“Allâh’ın nîmetini saymaya kalkarsanız, sayamazsınız…” (en-Nahl, 18) buyuruyor.
Vazifemiz:
“لِيَعْبُدُونِ” Allâh’a kul olmak.
“لِيَعْرِفُونِ” Kalp âleminin inkişâf etmesi, muhabbet, Rasûlullah Efendimiz’in âdâbıyla edeplenmemiz.
Yani buyruluyor:
“İstikâmet sahibi, dağ gibi müstakîm olacak. Çünkü dağın dört vasfı var:
–Sıcaktan erimez,
–Soğuktan donmaz,
–Rüzgârlarda devrilmez,
–Sel alıp götürmez.”
Dağ gibi bir îman olacak.
Nefsânî câzibelere direnebilmek. Rûhun en zor düşmanı, bu nefsânî câzibeler. Ne bunlar?
Kibir, israf, dedikodu, mâlâyâni, boş şeyler…
Kalp, merhale katederek, mârifetullahtan nasîb alacak.
Rûhâniyet kalbi istilâ edecek. Kalp, gafletten korunacak.
İşte Cenâb-ı Hak âyette:
“Onlar, ayaktayken, otururken, yanları üzerindeyken…” (Âl-i İmrân, 191)
Cenâb-ı Hakk’ı hiç unutmayacak. Dâimâ bu kevnî âyetleri görüp Cenâb-ı Hakk’a “Aman yâ Rabbi!”, hep tefekkür edecek. Cenâb-ı Hak 137 yerde Kur’ân-ı Kerîm’de ilâhî azamet, kudret akışlarını tefekkür etmemizi arzu ediyor.
Yani bu cihan, beşer idrak ve zevkinin ötesinde, âdeta bir gelin odası îtinâsı ile döşenmiştir.
Bahara baktığımız zaman ayrı, yaza baktığımızda ayrı, sonbahar ayrı, kışın kar manzarası ayrı…
Yani bu kâinatta, zerreler, taneler, hücreler, bitkiler, hayvanlar ve insanlar, hattâ atom içindeki elektron, proton gibi esrarlı unsurlara kadar bütün eşya karakterlerine göre ilâhî bir kanuna tâbî kılınmıştır. Bu da bizlere muhteşem bir tefekkür ufku açmaktadır.
–Eser, Müessir’in şâhididir.
–Sanat, Sanatkâr’ın kudretini gösterir.
İnsana da akıl ve irâde verilmiştir. Kul da bu hakikatlerin tefekküründe derinleşecek; daima “Aman yâ Rabbi! Sen’i ben tenzih ederim.” diyecek.
–Cenâb-ı Hakk’a karşı hamd ve şükür hâlinde olacak.
Gözün şükrü: Gözünü yanlış vitrinlerden koruyacak.
Kulağın şükrü: Hakk’ın irşâdına kulak verecek.
Dilin şükrü: Hakkı tebliğ etmek olacak.
Değişen şartlar altında sabır üzerinde bulunacak.
Teslîmiyet üzere bir hayat yaşayacak.
Gördüğü her manzara, kendisini derin bir tefekküre sevk edecek.
Her şey el-Bâri, el-Musavvir sıfatının ayrı ayrı tecellîleri. Cenâb-ı Hak hep misaller veriyor. Sebzelerden, meyvelerden misal veriyor, hayvanlardan misal veriyor, yarattıklarından…
Meselâ Gâşiye Sûresi’nde:
“Devenin nasıl yaratıldığına bakmazlar mı?” (el-Gâşiye, 17) buyuruyor. Onun birçok meziyetleri var. O, çöldeki bir insanın, bâdiyedeki bir insanın en büyük hazinesi oluyor o develer. Sütünden istifâde ediyor, etinden istifâde ediyor, gücünden istifâde ediyor…
Velhâsıl kulu Cenâb-ı Hak hep tefekküre davet ediyor.
İnsan vücûdunun bir damla sudan, kuşun ufacık bir yumurtadan, ağacın, meyvelerin yok denecek kadar bir çekirdekten meydana gelişleri, emsâlleri üzerinde derin tefekkürler… Her meyvenin lezzeti ayrı, şekli ayrı, biçimi ayrı ve çıkış mevsimi ayrı. Hep insana.
Onun için ashâb-ı kirâmda geniş bir tefekkür başladı; oburluk, israf ve pintilik, ashâbın tanımadığı bir hayat tarzı oldu.
Cenâb-ı Hak Rûm Sûresi’nin 50. âyetinde:
“Allâh’ın rahmetinin eserlerine bir bak (buyuruyor. Allâh’ın rahmetinin eserlerine bir bak): Arzı, ölümünün ardından nasıl diriltiyor?” (er-Rûm, 50)
Bir sonbahardan sonra nasıl bir diriliş geliyor. Sonbaharda kuruyor, bir odun hâline geliyor, bahara baktığın zaman hepsi yeni baştan diriliyor. İnsana ikram ediyor Cenâb-ı Hak. Yani sonbahardan ilkbahara bir yolculuk. Ölümden sonra diriliş sanki.
Mevlânâ, fânîliği unutmamak gerektiği hususunda insanları şu ifadelerle îkaz ediyor Mevlânâ:
“Sen, ey ilkbahar güzelliğine karşı dudak ısıran, hayran olan kimse! Bir de sonbaharın sararmış hâline ve soğukluğuna bak!”
“Şafak vaktinde güzel Güneş’in doğuşunu görünce, gurûb zamanı / batış zamanı, onun ölümü demek olan batışını da hatırla!”
“Bu hoş çardakta -yani mehtaplı bir gecede- bedir hâlindeki Kamer’in letâfetini görürsün (o güzelliğini); bir de ay sonunda uğradığı zaaf ve bedir hâline olan hasretini bir düşün! (İncelmiş bir kıl gibi olmuş…)”
“Neticede insan da aynı macerayı yaşar. Kemâli ve cemâli, zevâle mahkûmdur.”
“Güzel bir çocuk; bakarsın, güzelliği ile halkın sevgilisi olmuştur. Bir müddet sonra, ihtiyar bir bunak hâline gelir, halkın gözünden düşer!”
“Ey yağlı-ballı yemekler ve nefis gıdaları görüp imrenerek onları yiyen kimse! Kalk bir de tuvalete git, onların âkıbetini bir gör!”
“(O çıkardığın teressübâta) de ki: Senin o güzelliğin, tabak içindeki zevk u letâfetin ve güzel kokun nerede şimdi?”
“Cevâben der ki o: O saydığın şeyler bir gonca idi. Ben de kurulmuş bir tuzaktım. Sen gelip tuzağa düşünce, gonca eridi, soldu ve cürûfa döndü işte.”
Yine devam ediyor:
“Ustaları hayran bırakan öyle mahâretli eller var ki, sonunda titrek bir hâle gelmiştir.”
“Cam gibi nergis bakışlı mahmur bir gözü, sonunda çipil olmuş, suları akmaya başlamış bir hâlde görürsün!”
Yine en son şeyini okuyayım:
“Ey sâlik diyor; aynadaki son nakşa bak! Bir güzelin ihtiyarlığındaki çirkinliğini ve bir binanın harâbe hâline geleceğini düşün de aynadaki yalanlara aldanma!..”
Yani fânîliği yakından tanı!
“Ne mutlu o kimseye ki, Hak erlerinin duydukları sesi önceden işitti.”
Rahmetin İbadete Yansıması:
Tabi Cenâb-ı Hak “ظَلُومًا جَهُولًا” yani “zalûmen” kalkacak, “zalûmen”in zıddı amel-i sâlihler işlenecek. Öyle insan, “zalûm”" sıfatından kurtulacak.
Cehûlâ: Hakk’a râm olmak sûretiyle cehâlet bertaraf edilecek. İlâhî rahmet tecellîleri ile uyanacak kalp.
Velhâsıl ibadet etmeyen, ibadetini Cenâb-ı Hakk’ın arzusu istikametinde gerçekleştirmeyen, kendine zulmetmiş olur. Zira ibadetsiz, rûhânî hayat inkişaf etmez. Diğer mahlûkâtın durumu gibi olur.
-Allah muhafaza eylesin- kulluğunu gerçekleştirmeyen de kötü bir âkıbete, Cehennem’e dûçâr olur.
Diğer taraftan, kalbini rahmet-i ilâhiyye ile dolduran bir kişi için, ibadet, rûhânî bir zevk hâline gelir.
Haram lokma, harama nazar gibi, rahmete mânî şeylerle iştigal ise; gönlün rahmetle dolması ve huzur hâline engel teşkil eder.
Burada tabi gıda da çok mühim ve sarfiyatlarımız da çok mühim.
Para bir yılan gibidir. Geldiği delikten geriye gider. Bu sebeple insan, nereye harcama yaptığına dikkat etmeli. Bu, parasının helâliyet derecesini gösterir.
Yani ibadetlerin lezzetini alabilmek için; helâl lokma şart. Helâl lokma kendini tayin eder, kazancı nereye gidiyor? Nereden kazanıyor, nereye gidiyor? Demek ki helâl lokma olacak.
Merhametle infâka koşmamız lâzım.
Yetimler, kalbi kırıklar, vatanımıza hicret eden bîçâreler, şimdi Suriyeliler… Onlara yardım ederek kalplerini yumuşatmamız, tesellî etmemiz lâzım. Cenâb-ı Hak “قَوْلاً مَيْسُوراً” buyuruyor. (el-İsrâ, 28) Onların kalplerine bir sevinç ver. Onların kalplerini bir yumuşat, buyuruyor.
Gönle rahmet yağdıracak bu tedbirlerden sonra namaz göz nûru olur o zaman. Çünkü namaz, fahşâdan münkerden men eder, huzur verir, rûhâniyet verir.
Cenâb-ı Hak:
“…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyuruyor.
Namaz, en büyük psikiyatrik bir tedavi. Asr-ı saâdette psikiyatrik bir rahatsızlık yok.
Oruç ayrı bir güzellik. O da bir merhameti, şefkati artırıyor, Allâh’ın nîmetlerini düşündürüyor.
Fakat namaz çok mühim. Cenâb-ı Hak A‘raf Sûresi 31. âyette:
“Ey Âdemoğulları! Her (mescide gidişinizde veyahut her) secde edişinizde güzel elbiseler giyin...” (el-A’râf, 31)
Nasıl rûhen huzurda durduğunun farkında olacaksan, şeklen de Allâh’ın huzûrunda bulunduğunun farkında olacaksın.
Cenâb-ı Hak insan anatomisini en güzel secde edecek şekilde halketti. Ve öyle bir namaz; “…Hayâsızlıktan ve kötülükten namaz korur…” (el-Ankebût, 45) buyuruyor. O, gelişigüzel, yalap şalap namaz kılanlara, riyâ vs;
فَوَيْلٌ لِلْمُصَلِّينَ
“Yazıklar olsun o namaz kılanlara.” (el-Mâûn, 4) buyruluyor.
İşte Efendimiz’in namazı çok ayrı bir güzellik. Âişe Vâlidemiz, sanki diyor, sadrından, bir su fokurdardı diyor. (Bkz. Ebû Dâvûd, Salât, 157; Nesâî, Sehv, 18)
Yani ibadetler kula rahmet. Namaz bir rahmet. Oruç bir rahmet.
لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ buyruluyor. “…Umulur ki takvâ sahibi olursunuz.” (el-Bakara, 183)
Tabi bu, gözün orucu, kulağın orucu, dilin orucu. Yani göze oruç tutturmak, kulağa oruç tutturmak, dile oruç tutturmak. Ve bu oruç da büyük bir rahmet oluyor. Allâh’ın nîmetlerini tefekkür ettiriyor.
Zekât, sadaka, infak, bu toplam 125 yerde geçiyor Kur’ân-ı Kerîm’de.
Yani daima bir müslüman, “mülk, Allâh’ındır” bunun idrâki içinde olacak. Cenâb-ı Hak emanet olarak mülkü veriyor. Bu, kulun Allâh’a karşı olan samimiyetini gösteriyor.
Yine Cenâb-ı Hak:
“Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcamadıkça…” (Âl-i İmrân, 92) Allâh’a yaklaşamazsınız, buyuruyor.
“…Her ne harcarsanız, Allah onu bilir.” (Âl-i İmrân, 92) buyuruyor.
Cenâb-ı Hak Mâûn Sûresi’nde bir misal veriyor:
“Dîni yalanlayanı gördün mü? (buyuruyor. Demek ki bu dîni inkâr edenlerin sıfatını bildiriyor.) Onlar, yetimi itip kakarlar. (Bu, Ebû Cehil’in hâli. Demek ki yetimle hiç alâkadar olmazlar bunlar. Yani Allah’tan uzak olanlar.) Yoksulu doyurmaya teşvik etmezler.” (Bkz. el-Mâûn, 1-3)
Yalnız kendilerini düşünürler.
Efendim; diğer taraftan, sadaka, belâlara karşı siper-i sâikadır.
Bugün tabi en mühim şey, bir mü’minin durumuna göre, bu virüs vs. durumuna göre bir sadaka zarûrî. Çünkü sadaka belâları defeder. Tabi bu ne kadar olacak? Cenâb-ı Hak:
“O takvâ sahipleri, bollukta ve darlıkta verirler…” (Âl-i İmrân, 134)
Bollukta bolluğuna göre verecek, darlıkta darlığına… Ne kadar darlık? Yarım hurma verecek bir hurması varsa.
“…Öfkelerini yutarlar…” (Âl-i İmrân, 134)
Cenâb-ı Hak istemiyor. Çünkü öfke, karşısındakinin kalbini kırıyor.
“…İnsanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever.” (Âl-i İmrân, 134) buyuruyor.
Tabi bu, en mühim, rahmetin İslâm kardeşliğine yansıması. Yermuk Harbi’nde bir bardak su üç tane şehidin ortasında kaldı. Elli derece bir çölün ortasında, üçü de yaralı, son anlarını yaşıyorlar. Râvî ona diyor suyu götürdüm diyor, öbüründen “su” sesi gelince öbürünü işaret etti diyor. Bir bakraç su, üç tane şehidin ortasında kaldı diyor.
Tabi bunlar, Rasûlullah Efendimiz’in nasıl terbiyesinde yetiştiler, nasıl Rasûlullah Efendimiz’in muhabbetiyle doldular, bütün hayatlarına Rasûlullah Efendimiz’in hayatı in’ikâs etti. Rasûlullah Efendimiz; “Ashâb-ı kirâm yıldızlar gibidir.” buyuruyor. (İbn-i Abdi’l-Berr, Câmiu Beyâni’l-İlm, II, 91)
Cenâb-ı Hak da -inşâallah- bizlere de;
“Benim ümmetimin başı mı sonu hayırlıdır, bir yağmur tanesi gibidir.” (Bkz. Tirmizî, Edeb, 81)
İnşâallah, sonu da hayırlı olan ümmetten oluruz inşâallah.
Cenâb-ı Hak -inşâallah- cümlemize rahmet insanı olabilmeyi, lûtfuyla, keremiyle, ikram eylesin -inşâallah-.
Lillâhi Teâle’l-Fâtiha!..
YORUMLAR