Osman Nûri Topbaş Hocaefendi 09 Kasım 2020 Sohbeti

Peygamberler Tarihi

Osman Nûri Topbaş Hocaefendi'nin Yunus Aleyhisselam'dan bahsettiği Erkam Radyo ve Erkam TV de yayınlanan 09 Kasım 2020 tarihli sohbeti...

9 Kasım 2020 Sohbeti

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in aziz, latîf, mübârek, pâk rûh-i tayyibelerine;

Ehl-i beytin, ashâb-ı kirâmın, enbiyâ-i izâmın, sâdât-ı kirâm hazarâtının, cümle şehidlerimizin ve geçmişlerimizin rûh-i şerîflerine;

Dînimizin, vatanımızın, milletimizin, bütün İslâm dünyasının selâmetine, şerirlerin şerlerinden muhafazasına, bu niyaz ile;

Bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs…

Muhterem Kardeşlerimiz!

Nebîler Silsilesi’nde Hazret-i Yunus -aleyhisselâm-’a geldik.

Hazret-i Yunus -aleyhisselâm-’dan alacağımız ibretler, dersler:

Bir; istiğfar ve zikrin ehemmiyeti.

Diğeri; ibadet, muâmelâtBunun da kabule muhtaç olması. Yine, ilâhî emirlere karşı sabır ve sebat, emr-i bi’l-mârûf ve nehy-i ani’l-münker, onun ehemmiyeti.

Mü’min, iç âlemini ihyâ edecek, devrin akışından kendisini mes’ûl görecek.

Yunus -aleyhisselâm- Ninova halkına gönderildi. Ninova şehri, Dicle Nehri’nin kenarında, şimdiki Musul civârında olan bir coğrafya parçasıdır.

Babası, Mettâ isminde sâlih bir kişidir.

Otuz yaşında kendisine peygamberlik verilmiştir. Peygamberliği hususunda Kur’ân­ı Kerîm’de şöyle buyruluyor:

“Muhakkak Yunus da gönderilen peygamberlerdendir.” (es­Sâffât, 139)

Yine âyet-i kerîmede:

“Onu, yüz bin kişiye peygamber olarak gönderdik ve hattâ artıyorlardı.” (es­Sâffât, 147)

Ninova halkı, putperestti. Heykellere tapıyordu. Zâlim bir kavimdi. Yunus -aleyhisselâm- onları tevhîde dâvet etti. Fakat -maalesef- iki kişi îmân etti yüz bin kişiden. Biri âlim ve hakîm bir kişiydi. Öteki de âbid ve zâhid bir kimseydi.

Diğerleri Yunus’a şöyle diyorlardı:

“–Aramızda bu kadar kâhin, âlim, sanatkâr varken, sen tek başına ortaya çıkıyorsun, atalarımızın yolunun yanlış olduğunu söylüyorsun! Tanrılarımızı inkâr ediyorsun! Sen, kimsenin alışkın olmadığı hükümlerle bizim ayağımızı bağlıyorsun!”

Hattâ bu sözler de yetmiyormuş gibi, her türlü cefâ ve ezâda bulunuyorlardı. Hazret­i Yunus -aleyhisselâm-, onların yaptıklarına tahammül ve sabır gösteriyordu. Ve onları yine; bıkmadan, usanmadan, merhametle tevhîde dâvet ediyordu.

Rasûlullah Efendimiz’e olan bir tebliğde, Nahl Sûresi 125. âyette, bu tebliğin ehemmiyeti bakımından, Cenâb-ı Hak buyuruyor:

İdrâk sahibi, idrâki yüksek kimselere “hikmetle tebliğ et”.

İdrâki vasat olan kimselere, “öğüt ver”.

İdrâki, inatçı olan kimselere, “onlarla mücâdele et”.

“قَوْلًا لَيِّنًا” (yumuşak söz) (Bkz. Tâhâ, 44), yumuşak bir şekilde İslâm’a davet et.

Zaten Efendimiz’in hayatına baktığımız zaman, üç şekilde bir tebliğ vardı.

Yunus -aleyhisselâm- kavmini îkâza devam etti. Fakat onlar, Yunus -aleyhisselâm-’ın bütün îkazlarına gülüp geçtiler. Hattâ dediler:

“–Biz bir kişinin hatırı için azap gelip herkesi mahvedecekse, müsâade et de bize Yunus, bu azap bize gelsin!” dediler. Alay ettiler, küfürlerinde inat ettiler.

Tabi Yunus -aleyhisselâm- kavminin bu hâline çok üzüldü. Daha fazla dayanamayıp, izn­i ilâhîyi beklemeden kavminden ayrıldı.

Yolda iken Cenâb­ı Hak ona:

“Ey Yunus! Geri dön; kırk gün daha onları îmân(a dâvet) et!” buyurdu.

Yunus -aleyhisselâm-, bu emir üzerine tekrar kavmine döndü. Allâh’ın emir ve azâbını haber verdi. Yine uslanmadılar. Vaad edilen günden otuz yedi gün oldu, daha üç gün vardı. Yunus -aleyhisselâm- büyük bir hüzünle kavminden ayrıldı. Ve o gün;

“–Başınıza gelecek azâbı bekleyin!” dedi ayrılırken. “Bunun alâmeti; önce benizleriniz solacak, sonra emr­i ilâhî gelecek, azap gelecek!” dedi.

Büyük bir üzüntü ile kavminden ayrıldı. Ve bu âsî kavimden uzaklaşmış oldu.

37 günden sonra Ninovalıların benizleri sararmaya başladı, renkleri uçmaya başladı. O an her şeyi anladılar. Birbirlerine:

“–İşte Yunus’un haber verdiği azâbın bir alâmetidir.” dediler. “Biz onun bugüne kadar yalan söylediğini hiç görmedik.”

Başlarına gelecek azaptan dolayı büyük bir korkuya kapıldılar.

Gökyüzü kararmaya başladı. Çâresizlik içinde bir ümit kapısı aradılar. Birbirlerine:

“–Eğer Yunus aramızda ise korkmayalım! Şâyet gitmiş ise, azap bizi helâk edecektir!” dediler.

Son derece pişman oldular. Yürekleri, yaptıkları yüzünden nedâmetle dolup taştı. Ne yapacaklarını bilmez hâle geldiler. Büyük bir tevbe iştiyâkı içerisinde sâlih bir kişiye koştular.

Azâbın gelmesine iki gün vardı. O sâlih kişi:

“–Şu tepeye çıkın dedi, tevbe tepesine dedi. Birbirinizle helâlleşin dedi. Gasbettiğiniz hakları sahiplerine geri verin! Rabbimiz’e kurbanlar kesin, bundan küçük-büyük, zengin­fakir herkes yesin! Sonra başlarımızı açarak;

«Ey Yunus’un Rabbi! Biz tevbe ettik. Sana inandık. Yunus’un peygamberliğini kabûl ettik. Yunus’u bulduğumuz an, ondan emir ve yasaklarını öğrenip tatbik edeceğiz!» diye Cenâb-ı Hakk’a ilticâ...”

Ninovalılar gözyaşları içerisinde bütün bu söylenenleri yerine getirdi. Cenâb-ı Hak onların tevbesini kabul etti.

Daha tabi alâmetler vardı, daha tahakkuk etmemişti.

Üzerlerinden azâb­ı ilâhî kaldırıldı. O günlerden Cuma günü idi. Ayrıca o gün de, âşûre günüydü, Muharrem’in onuydu.

İmansızlık sebebiyle helâke dûçâr olup da tevbe ederek kurtulan tek kavim, Yunus -aleyhisselâm-’ın kavmiydi. Âyette bunu Cenâb-ı Hak bildiriyor.

Hazret-i Yunus -aleyhisselâm- Ninova’dan ayrılınca:

“Zünnûn’u da (zikret, Cenâb-ı Hak buyuruyor)! O öfkeli bir hâlde geçip gitmişti...” (el­ Enbiyâ, 87) Enbiyâ Sûresi. Büyük bir üzüntüyle terk etmişti.

Zünnûn”, Hazret­i Yunus’un lâkabı. Yani “balık sahibi” mânâsına gelir. Ona bu lâkab, balık yuttuğu için verilmiştir.

Yunus şehirden ayrılınca Dicle Nehri’nin kenarına geldi. Bir gemiye bindi. Âyet-i kerîmede:

“Hani o, dolu bir gemiye binip kaçmıştı.” (es­Sâffât, 140)

Fakat gemi, hareket ettikten bir müddet sonra, suyun ortasında durdu, hareket etmez hâle geldi. Gemi mensupları:

“–İçimizde bir mücrim var dediler. Bir günahkâr var dediler. Bundan gemi durdu.” dediler.

“–Nasıl bulacağız bunu?”

“–Kur’a çekelim.” dediler. Kur’a çektiler Yunus’a çıktı. Dediler:

“–Yunus, iyi bir insandır, sâlih bir insandır dediler. Bir daha çekelim.” dediler.

Yine Yunus’a çıktı. Üç defa çektiler, yine aynı şekilde çıkınca, Yunus’u suyun ortasına bıraktılar.

Âyet­i kerîmede:

“Gemide olanlar karşılıklı kur’a çektiler de (Yunus) kaybedenlerden oldu.” (es­Sâffât, 141)

“…(O), Biz’im kendisini aslâ sıkıntıya uğratmayacağımızı zannetmişti…” (el­Enbiyâ, 87)

Yunus -aleyhisselâm-’a da bir ihtar bu. Ne oluyor? Bir zelle oluyor. Peygamberlerin yaptığı ufak hatâlar, zelle oluyor ki, bu ümmete bir ders, ümmet böyle bir hatâya düşmeyecek.

Tabi herhâlde büyük bir balık bu, belki bu mavi balinalar gibi iri bir balıktı, artık o balığın keyfiyeti açıklanmıyor. Yunus’un kemiklerine zarar vermemesi için, Cenâb-ı Hak o balığa talimat verdi, buyruluyor.

Yunus -aleyhisselâm-, ilâhî takdîre râzı oldu. Rabbine teslîm oldu. İçinde bulunduğu zor ve sıkıntılı şartlar altında bile, istiğfar ve duâ ile meşgul oldu.

Cenâb-ı Hak bildiriyor:

“…(O diyor,) karanlıklar içinde (diyor, çok üzgün bir şekilde hâlini Rabbine şöylece arz ediyor):

لَا اِلٰهَ اِلَّا اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ

«Sen’den başka hiçbir ilâh yoktur. Sen’i tenzih ederim. Gerçekten ben, zâlimlerden oldum!»” (el­Enbiyâ, 87)

Rabbimiz, Yunus -aleyhisselâm-’ın zellesini bu duâsı hürmetine affetti. Tabi kavmini üç gün daha bekleyecekti. Bir zelle oldu, bir ümitsizlik içine düştü.

Cenâb-ı Hak yine buyuruyor:

“Bunun üzerine onun duâsını kabûl ettik ve onu kederden kurtardık. İşte Biz, mü’minleri böyle kurtarırız.” (el­Enbiyâ, 88)

Yani hiç şüphesiz ki bu affın yegâne sahibi Cenâb-ı Hak ve sebebi de Yunus’un çokça tesbih etmesiydi.

Yine âyet-i kerîmede buyruluyor:

“Eğer Allâh’ı tesbîh edenlerden olmasaydı, tekrar dirilecekleri güne kadar (yani kıyamet gününe kadar) onu (balığın) karnında bırakırdık.” (Bkz. es­Saffât, 143­144) Cenâb-ı Hak buyuruyor.

Yani Yunus -aleyhisselâm- kavminin helâki için verilen kırk günlük mühlete 37 gün sabretti. Ama üç gün daha sabretmesi gerekiyordu. Cenâb-ı Hak onu, balığın karnında sabır tâlimine geçirdi. Onu büyük bir imtihâna tâbî tuttu.

Sonra onu balık, sahile attı.

Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor, Sâffât Sûresi, 145­146:

“Hâlsiz bir vaziyette kendisini dışarıya çıkardık. Ve üstüne (gölge yapması için) kabak türünden geniş yapraklı bir nebat bitirdik.”

Balık, attığı zaman, Yunus -aleyhisselâm- çok zayıflamıştı, bitkindi, himâyeye muhtaç durumdaydı, vücudu pelte hâlindeydi. Hava da oldukça sıcaktı. Allah Teâlâ, onu Güneş’in yakıcı ziyâsından koruyacak geniş yapraklı bir bitki bitirtti. Onun gölgesinde sinek türünden bir haşerat da yoktu. Cenâb­ı Hak, bu bitkiden Hazret­i Yunus’a süt damlatırdı.

Hazret­i Yunus -aleyhisselâm-, kendisini toparlayınca, Ninova’ya doğru yola çıktı. Şehre yaklaştığında bir çobana rastladı. Çobana, kavmini sordu. Çoban da anlattı. Ve kavminin tevbekâr olduğunu, böylece Allâh’ın kendilerini affettiğini bildirdi. Herkesin Yunus’u, ilâhî emirleri bildirmek üzere kendisinin gelmesini beklediğini söyledi.

Yunus -aleyhisselâm-’ın döndüğünü haber alan kavmi, hemen onun yanına geldiler. Kendisinden özür dilediler. Hazret­i Yunus da, müsâmaha ile davranarak onlara emir, Allâh’ın yasaklarını tebliğ etti.

Hak dâvâsının sahibi olan bir mü’mine yakışan; sabırlı olmak, sâkin ve azimli olmak. Yunus, kavminden son derece bîzâr oldu. İlâhî vahyi beklemeden oradan ayrıldı. Bu ise, bir bakıma sabırsızlık ve bir acelecilik oldu. Bu şekilde bir zelle işlemiş oldu.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise, o Mekke müşriklerinin zulüm, eziyet, cefâlarına tahammül etti. Hicret emri gelinceye kadar sabırla bekledi. Ondan sonra âyet-i kerîme indi, mâlum:

“…(Sen şöyle niyâz et:) Rabbim! (Gireceğim yere) dürüstlükle girmemi sağla; çıkacağım yerden dürüstlükle çıkmamı sağla! Bana tarafından hakkıyla yardım edici bir kuvvet ver!” (el-İsrâ, 80) diye Rasûlullah Efendimiz öyle duâ ederek oradan ayrıldı.

Burada Yunus -aleyhisselâm-’ın, Kalem Sûresi’nin 48-50. âyette:

“Eğer Rabbinden nîmet ona yetişmeseydi, onu mutlaka, kınanacak bir hâlde ıssız bir diyâra atardık.” (el-Kalem, 49) buyuruyor.

Şimdi burada, demek ki Yunus -aleyhisselâm- istiğfar etti, zikretti. “Eğer etmeseydi, onu balığın karnında kıyamete kadar bekletirdik.” buyuruyor. (Bkz. es­Saffât, 143­144)

Burada da, Kalem Sûresi’nde de:

“Eğer Allâh’ın nîmeti yetişmeseydi…”

O ne nîmet? Af nîmeti.

Demek ki bütün ibadetlerimiz, tâatimiz vesâiremiz, kabule muhtaç.

“Onu, ıssız bir yere atardık.” buyuruyor. (Bkz. el-Kalem, 49) Bir peygamberi atıyor buraya Cenâb-ı Hak.

Demek ki ferdî olarak, bir mü’min olarak bunu da bir tefekkür etmemiz lâzım.

Yani Yunus -aleyhisselâm-, her ne kadar çokça zikir ve istiğfar etmiş olsa da, onun kurtulması, Allâh’ın affetmesine bağlı.

Bu çok ibretli bir vâkıa! Demek ki hiçbir zaman;

“Ben şu kadar hatim indirdim, şu kadar cami, şu kadar mektep, şu kadar hâfız, şu kadar şey, vs…” Bunların hepsi kabule muhtaç. Yapılan ibadetlerin, tâatlerin kabulü için, Cenâb-ı Hakk’a daima ilticâda bulunulacak.

Rasûlullah Efendimiz;

“Ben yetmiş kere, (diğer bir rivâyette yüz kere) istiğfar ederim (buyuruyor) günde.” (Bkz. Buhârî, Deavât, 3; Tirmizî, Tefsîr, 47; İbn-i Mâce, Edeb, 57; Müslim, Zikir, 41; Ebû Dâvûd, Vitir, 26)

Yunus -aleyhisselâm-’ın kıssasından alınacak ibretler:

— Tebliğde titizlik, sebat ve sabır:

Bıkkınlık olmayacak. İşte sahâbî tâ Çin’e kadar gitti, Dünya’nın insan olan her yerine gitti. Bir sabırsızlık, üşengeçlik olmadı. O îman heyecanı, üşendirmedi ve yormadı.

Demek ki bir mü’minde de tebliğde titizlik ve sebat ve sabır.

Bu nereden başlayacak? Evlâdından başlayacak, en yakınlarından başlayacak, çevre çevre, daire daire genişleyecek. Kendisini devrin akışından mes’ûl görecek.

İkincisi; zikir ve istiğfârın ehemmiyeti:

Bu da çok mühim.

Üçüncüsü; ihlâsla yapılan tevbenin kabûl olması:

En mühim tevbenin kabulü, zaman-saat olarak… İşte muayyen günler var, Ramazân-ı Şerîf var, Kadir Gecesi var, diğer kandil geceleri var, fakat her günde; “وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ” (“…Seherlerde istiğfar edenler.” (Âl-i İmrân, 17]) Seherler olmuş oluyor.

Yine;

Dördüncü olarak, bu sekerât hâlindeki tevbenin yalnız Yunus -aleyhisselâm-’a mahsus kabûl edildi. Fakat daha tahakkuk etmemişti. Yani emâreleri belirmişti. Hemen onlar tevbeye yapıştılar.

Bilmiyorum, bugün de emâreler var mı?.. Ticârî ahlâk nasıl? İçtimâî ahlâk nasıl? İffet vs. nasıl?..

Yani kıyametin zamanını bilmiyoruz. Rasûlullah Efendimiz de bilmediğini buyurdu. Fakat alâmetlerini bildirdi.

Velhâsıl insanoğlunun en çok muhtaç olduğu amel; tevbe ve istiğfardır. Çünkü Cenâb-ı Hak, insanı tertemiz olarak dünyaya gönderdi. Ondan huzuruna tertemiz şekilde geri dönmesini istiyor. Fakat insan, dünyaya aldanıyor, günahlara kanıyor.

Cenâb-ı Hak:

اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ

(“…Ancak Allâhʼa kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” [eş-Şuarâ, 89]) buyuruyor.

Yani rafine olmuş, tertemiz bir kalp istiyor. Nasıl insan doğduğu zaman tertemiz olarak geldi, hattâ mis gibi kokar doğan çocuk, o şekilde Cenâb-ı Hak, istiğfarlarla, ibadetlerle, tâatlerle, Cenâb-ı Hakk’a ilticâlarla, son nefese kadar kul, vazifesini îfâ edecek.

Sadece şu var tabi; tevbe, dilde kalmayacak, gönülden yapılacak. “تَوْبَةً نَصُوحًا” (et-Tahrîm, 8) buyruluyor.

Yine Âdem -aleyhisselâm- ile Havva Vâlidemiz’in istiğfâr ettikleri gibi istiğfâr edilmeye gayret edilecek.

Serendib’de Âdem -aleyhisselâm-, Cidde’de Havvâ Vâlidemiz, hiçbir insan yok yanlarında, o şekilde kırk sene bir istiğfar ediyorlar, o yasak meyveye yaklaştıkları için.

Tabi bu son nefes çok mühim. Evliyâullah, bu son nefesten daima endişe içinde. Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri talebesine yazdığı mektupta:

“Oğlum diyor, hiçbir amelime güvenemiyorum. Allâh’ın rahmetini ümit ederek gidiyorum. Aman benim hüsn-i hâtimem için dua et.”

Yine Âdem -aleyhisselâm- ile Havvâ Vâlidemiz de;

رَبَّنَا ظَلَمْنَا اَنْفُسَنَا

(“Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik…” [el-A‘râf, 23]) diye, onlar da o şekilde duâ ediyorlar.

Tabi burada çok mühim; bu, yasak meyveye yaklaşması dolayısıyla Âdem ve Havvâ Vâlidemiz’in, tabi bu, bir gafleten oldu. Dünya’ya inmelerine bir gerekçe olacak, bu şekilde Dünya’ya inecekler, Dünya’da da bir insan nesli onlardan kıyamete kadar gelecek.

Âyet-i kerîmede yine, Tâhâ Sûresi 121. âyette:

“Âdem de âsî oldu (buyuruyor Cenâb-ı Hak)… Sonra Rabbi onu seçkin kıldı, tevbesini kabul etti…” (Tâhâ, 121-122)

Demek ki bol tevbe olacak. Giderken, gelirken, daima insan, hiçbir günahı olmasa bile, o mümkün değil ama, gafletini düşünecek, devamlı bir istiğfar; “اَسْتَغْفِرُ اللهَ الْعَظِيم”e devam edecek.

Tabi seherler en mühim vakti. Cenâb-ı Hak:

“O müttakîler, geceleri pek az uyurlar, seher vakitlerinde de istiğfâra devam ederler.” (ez-Zâriyât, 17-18) buyuruyor.

Yine Cenâb-ı Hak Furkan Sûresi’nde, -yine Cenâb-ı Hakk’ın merhameti-:

“Ancak tevbe ve îmân edip sâlih amel işleyenler müstesnâdır; Allah onların kötülüklerini iyiliğe çevirir. Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.” (el-Furkân, 70)

Mühim olan, o tevbe edebilmeyi becerebilmek. O da bir kalbin sanatı oluyor. Yani dildekini fiile intikal ettirmek îcâb ediyor.

Rasûlullah Efendimiz de şöyle bildiriyor:

“(Mü’min) kimse kabrine yatırılır. (Eğer mü’min, sâlihse.) Cennet’in rüzgârı ve hoş râyihası kendisine gelir. Sonra, yanında güzel yüzlü, temiz kıyafetli, hoş kokulu bir (siluet) temessül eder (bir insan şeklinde bir siluet temessül eder. Ona bir tesellî olarak):

«‒Hoşlandığın şeylerle sevin! Bu sana vaad edilen gündür!» der.

O mü’min (sâlih kişi):

«‒Sen kimsin der. Hayır müjdeleyen bir yüzün var (senin)!»

O şahıs da dedi ki:

«‒Ben senin (dünyadayken) sâlih amelinim.» der.

Sonra o kimse şöyle yalvarır:

«Yâ Rabbi! Kıyâmeti hemen gerçekleştir de (Cennet’te bana lûtfedeceğin) ehlime ve malıma kavuştur!»”

(Burada ehline kavuşacak. Malı nedir? Dünya’da yaptığı güzel ameller…)

Bunu söyledikten sonra Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şu âyet-i kerîmeyi tilâvet buyurdular:

“Allah Teâlâ, sağlam (bir) sözle («Lâ ilâhe illâllah!» diyerek) îmân edenleri(n ayağını kaydırmaz). Hem dünya hayatında hem de âhirette sapasağlam tutar…” (İbrahim, 27)

(Tabi bu, hayatın bütün muhtevâsında «Lâ ilâhe illâllah, Muhammedü’r-Rasûlullah!» olacak. Yani bir yerde olmayacak, bir boşluk olmayacak.

Günahkâr kimseye geliyor, hadîs-i şerîfte) Efendimiz günahkâr kimseyi de kabrinin sıkacağını bildirdikten sonra şöyle devam ediyor:

“Öyle ki kaburga kemikleri birbirine geçer. Cehennem’in kokusu ve sıcaklığı ona gelmeye başlar. Bunlardan sonra yanında çirkin suratlı, perişan kıyafetli, kötü kokulu bir adam temessül eder (bir sûret temessül eder):

«–Hoşlanmadığın şeyle müjdelen! Bu, sana vaad edilen gündür.» der (o kişi).

Fâcir kimse (mücrim kimse):

«–Sen kimsin? Yüzün şer habercisidir!» der.

O da şöyle cevap verir:

«‒(Evet.) Ben senin kötü amellerinim!» der.

Bunun üzerine fâcir:

«Yâ Rabbi! Kıyâmeti hiç getirme (ne olur)!» diye ilticâ eder.” (Hâkim, Müstedrek, I, 93-95/107. Krş. Ahmed, IV, 287, 295; Heysemî, III, 50-51)

Yine buna benzer başka hadîs-i şerîfler de var, kabrin ahvâli hususunda:

Temessül eder, bu amel-i sâlih dolayısıyla. Sonra iki tane pencere açılır, biri Cennet’ten biri Cehennem’den. Ona:

“–Sen dünyadayken Cennet’i tercih ettin.” denir. O tâ kıyamete kadar o mevtâya bir tesellî olur.

Fakat fâcirse, mücrim bir kişiyse, ona da aynı iki pencere açılır:

“–Sen dünyadayken Cehennem’i tercih ettin.” denir.

Velhâsıl hayatımızın bütün muhtevâsında İslâm olmalı, şerîat olmalı, Allâh’ın emirleri, Kur’ân ve Sünnet olmalı.

“Her derdin bir devâsı vardır (buyuruyor Efendimiz). Günah derdinin devâsı da istiğfardır.” (Deylemî, el-Firdevs bi-Me’sûri’l-Hitâb, Beyrut 1986, I, 136)

Fakat, eğer kul hakkı varsa, o değişiyor orada iş. Kul hakkı, Cenâb-ı Hakk’ın affının dışında kalıyor. O kul hakkı, kıyamette onun bedelini ödeyecek. Kime o kul hakkı olarak zulmetti, dedikodu etti, vs. etti. Yahut da onu bir müşkül durumda bıraktı, hakkını yedi; o da kıyamet gününe kalacak. Sevâbından verecek, sevâbı biterse, karşı tarafın günahlarını üstlenecek.

Enfâl Sûresi’nin 33. âyetinde Cenâb-ı Hak, Efendimiz için:

“Sen aralarında olduğun müddetçe Allah onlara (umûmî bir) azap indirmeyecektir…” (el-Enfâl, 33)

Mekke’de bir azap inmedi. Hicret ettikten sonra azap inmeye başladı. Açlık başladı, semâya baksalar, bembeyaz bir bulut görüyorlardı.

İkincisi, âyet-i kerîmenin devamında:

“…Onlar istiğfarda bulundukları müddetçe, Allah onlara azâb edecek değildir.” (el-Enfâl, 33)

Demek ki bu istiğfar, devamlı olacak. Seherler ve sâir zaman, her zaman insan kendi gafletini düşünecek, günahını düşünecek. Allâh’ın verdiği nîmetlere karşı ona mukâbele edememe durumunda Cenâb-ı Hakk’a devamlı bir istiğfar hâlinde olacak.

Tirmizî’de buyruluyor:

“Ben aralarından ayrıldığımda, (Allâh’ın azâbını önleyecek ikinci emân olarak) istiğfârı kıyâmete kadar ümmetimin yanında bırakıyorum.” (Tirmizî, Tefsîr, 8/3082)

Yine işarî bir mânâ veriliyor birinci maddeye:

Eğer bir kişinin kalbinde Rasûlullah Efendimiz yaşıyorsa, yani bir nefes-i Rahmânî varsa, daima Rasûlullah onun yanında, onun bir farkındalığı içindeyse; “Acaba benim bu hâlime Allah Rasûlü yanımda olsa tebessüm eder miydi, üzülür müydü?” O hâletin içinde olursa, işârî mânâ, o kalbe de azâb edilmez, buyruluyor.

Mü’minin tevbesinden sevincini bildiriyor hadîs-i şerîfler. Yine;

“Bir kimse istiğfârı dilinden düşürmezse, Allah Teâlâ ona her darlıkta bir çıkış, her üzüntüde bir kurtuluş yolu gösterir ve ona ummadığı yerlerden rızık verir.” (Ebû Dâvûd, Vitir, 26/1518; İbn-i Mâce, Edeb, 57)

Yine Efendimizʼin îkâzı:

“Ey insanlar! Allâh’a tevbe edin, O’ndan af dileyin. Zira ben O’na günde yüz defa tevbe ederim.” (Müslim, Zikir, 42)

Tabi Efendimizʼin hiçbir günahı yok. Bir an, o gafletimden dolayı tevbe ederim, buyuruyor.

Tabi en mühim, “Seyyidü’l-İstiğfâr” var.

اَللّٰهُمَّ أَنْتَ رَبِّي لَا إِلٰهَ إلَّا أَنْتَ خَلَقْتَنِي...

İlâ âhir… Çok mühim.

Yine buna, sıdk ile samimiyetle buyruluyor, bu istiğfârı eğer sabah söylerse, o gün ölürse, inşâallah samimiyetle söyler, bir pişmanlıkla, affolarak gider. Eğer bunu akşam zikrederse bu istiğfârı, o da -inşâallah- müʼmin olarak îmanlı gider, Efendimiz buyuruyor. (Bkz. Buhârî, Deavât, 2, 16; Ebû Dâvûd, Edeb, 100-101)

İstiğfârın Ehemmiyeti:

Hasan-ı Basrî Hazretleri’ne dört kişi geldi. Biri kuraklıktan şikâyet etti.

“‒Duâ et üstad dedi, kuraklık var.” dedi. Öbürü;

“‒Üstad! Duâ et!” dedi fakirlikten. Öbürü tarlasının verimsizliğinden, öbürü çocuğunun olmayışından… Buna duâ et diye. Onların dördüne de istiğfârı Hasan-ı Basrî Hazretleri telkin etti. Yanındaki zât dedi ki:

“–Efendim dedi, bu dört kişi ayrı ayrı şeylerden dua istedi. Hepsine istiğfârı siz telkin ettiniz?!”

O zaman Nuh Sûresi 10 ve 12. âyetleri okudu:

“Rabbinizden mağfiret dileyin; çünkü O çok bağışlayıcıdır. (Mağfiret dileyin ki) üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin, mallarınızı ve oğullarınızı çoğaltsın, size bahçeler ihsân etsin, sizin için ırmaklar akıtsın!” (Nûh, 10-12) (İbn-i Hacer, Fethü’l-Bârî, XI, 98; Aynî, Umdetü’l-Kârî, Beyrut ts. XXII, 277-278)

Burada en mühim; bir müʼmin kendisini temizleyecek. Biz meccânen, bir bedel ödemeden müslüman olarak dünyaya geldik. Cenâb-ı Hak:

ثُمَّ لَتُسْـَٔلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ

“…O gün (verdiğimiz) nîmetlerden sorulacaksınız.” (Bkz. et-Tekâsür, 8)

En büyük nîmet; îmanlı olarak gelmek, Efendimizʼe ümmet olmak.

Tabi bunun da idrâkinde, farkında olabilmek. Farkında olabilmek için de iç âlemin temizlenmesi zarûrî. Yani nefsî arzular kalpten çıkacak, rûhânî istîdatlar kalpte inkişâf edecek. Yani nasıl bir ham meyve ikram edilmez, ham bir gönülle de kemâle erişilmez.

Onun için bu tezkiye neticesinde;

  • İptilâlar ve musibetler olacak hayatta. İmtihan çünkü. Hastalıklar, zenginlikler, fakirlikler vs. Türlü med-cezirler… Bunlar, sabır silâhıyla karşılanacak.
  • Unutkanlık zikirle… Gözün gördüğü her şeyde kalp Cenâb-ı Hakkʼı hatırlayacak. İşte zikir zaten bu.
  • Nankörlüğü şükürle… Cenâb-ı Hakkʼın verdiği nîmetleri daima kul tefekkür hâlinde olacak. Şükür hâlinde olacak. Bu;

ثُمَّ لَتُسْـَٔلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ

(“Nihâyet o gün nîmetlerden elbette hesaba çekileceksiniz.” [et-Tekâsür, 8])

Âyeti indiği zaman bir delikanlı geldi.

“‒Yâ Rasûlâllah! Benim dünyaya ait hiçbir şeyim yok.” dedi.

Efendimiz:

“‒Otur delikanlı.” dedi. “Senin gölgelendiğin bir ağaç var mı?” dedi. Allah sana ihsân etti. Bir ağaç olmasa düşün kâinatta!

“‒Ayağına bir şey giyiyor musun?” dedi. Bak bütün hayvanlarda bir ayakkabı yok. Her yere basıp çıkıyor.

“‒Bir soğuk su var mı içtiğin? Sen de bunlardan sorulacaksın.” dedi.

  • Nankörlüğü şükürle.
  • İsyânı tâatle. İsyan olmayacak. İbadetlerimize dikkat edilecek. Cemaatle namazımız kılınacak. Muâmelât, muâşeret vs. Rasûlullah Efendimizʼin hâliyle hâllenmeye gayret edilecek.
  • Cimriliği cömertlikle. Cenâb-ı Hak cömert, Rahman, Rahîm… Kulunun da cömert olmasını istiyor. Olabildiği bir cömertlik. Tabi Rasûlullah Efendimiz zirvede.

“‒Ebû Zer diyor, şu Uhud Dağı altın olsa, benim olsa sevinmem diyor. Neye sevinirim diyor, onu diyor, tamamen Allah yolunda infak etmeye. Borcum var, borcumu ödemeye, gerisini tamamen infak etmeye.” (Bkz. Buhârî, Temennî, 2; Müslim, Zekât, 31; Heysemî, X, 239)

Demek ki infak etmek, bir Müslümanda bir lezzet hâline gelecek. Hakîkaten kendi kendimize düşüneceğiz, bir infak ettiğim zaman bir lezzet geliyor mu bana? Bir haz duyuyor muyum?

  • Hodgâmlığı diğergâmlıkla… Yani bencillik, fedâkârlıkla telâfi edilecek. “Ben” olmayacak, “illâ kardeşim” olacak. Paylaşacaksın. Daha yüksek seviyede kalbin varsa, îsar / kendinden koparıp vereceksin.
  • Riyâ olmayacak. Riyâyı ihlâs ve tevâzu ile… Cenâb-ı Hak riyâ istemiyor. Yani Allâhʼın sana verdiği nîmeti kendine izâfe etmeyeceksin. “Yâ Rabbi, Sen!” diyeceksin.
  • Günahları tevbe ile,
  • Gafleti tefekkür ile… Bir tefekkür mevzuu; ağaca bak… Ufacık bir çekirdek. Bir yumurtaya bak, nasıl bir hayvan çıkıyor oradan. Hem yiyorsun sen. Yemesen, kuşun altında kalsa oradan civciv çıkıyor. Hep ibretler…

İnsan nasıl meydana geliyor bir yoktan? Bir nutfeden şu cihazlar nasıl teşekkül ediyor?

Yani kendine bakacak, gafil olmayacaksın. Cenâb-ı Hak İnfitar Sûresiʼnde:

“Ey insan (diyor), seni şekilsizlikten en güzel şekilde birleştiren Rabbine karşı seni aldatan nedir?” (Bkz. el-İnfitâr, 6-8) buyuruyor.

Nutfe, aleka vs. gidiyor.

Demek ki birinci merhale, insan iç dünyasını düzeltecek. Cemâlî sıfatların mazharı olacak kalp. O kalp ile de emr-i bi’l-mârûf ve nehy-i ani’l-münker olacak. Yani baştan kendisini tezkiye etmek sûretiyle, evlâtlarına güzel bir numûne olacak, akrabasına bir numûne olacak, topluma bir numûne olacak. Ve, emr-i bi’l-mârûf en güzel bir hizmettir.

Hizmet nedir? Rûhun gıdâsıdır hizmet. Sahâbî bu gıdayı aldı, kandı ve bu gıdaya mest oldu. Onun için tâ Çinʼe gitti, Semerkandʼa gitti, Kayrevanʼa gitti, Afrikaʼya girdi, nerede bir insan topluluğu var, oraya sefer etti. Uzun yolculuklara çıktı. Yorulmadı, üşenmedi. Gönlünde taşıyarak İslâmʼın bayrağını, insan olan her tarafa sefer etti. Îmânın ilk meyvesi merhamettir. En çok Rahman ve Rahîm esmâsı geçiyor. Merhametin tezâhürü de hizmettir. Hizmet, Cenâb-ı Hakkʼın biz kullarını mesʼûl kıldığı en büyük içtimâî bir kulluk vazifesidir.

Hizmet, vicdanlardaki olgunluk durumunu aksettiren en güzel bir aynadır. Diğer ifadeyle müʼminin vicdanının kartvizitidir.

Vicdan nedir? “وَجَدَ, يَجِدُ, وِجْدَانًا”, kendini kendinde bulmaktır.

Vicdan, bir insanlık haysiyetidir. Bugün maalesef, eridi gitti bugün. Onun için bir müʼminin vicdanı, o müʼminin kartvizitidir.

Hizmet nedir? Hizmet, nefsin hodgâmlığından kurtularak, diğergâm bir ruhla mahlûkâta yönelmek sûretiyle Allâhʼın aranması, Allah rızasının aranmasıdır. Yani hizmet, gönülleri ilâhî zirvelere ulaştıran ulvî bir basamaktır. Peygamberler, Hak dostları, sâlih ve sâdık müʼminler, hep hizmet basamakları üzerinde yücelmişlerdir.

Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri hasta insanlara baktı. Hasta, cerahatli hayvanlara baktı, yolları temizledi. En büyük dereceyi de buralarda aldım, buyuruyor.

Ubeydullah Ahrar Hazretleri öyle. Kendisi açken açları doyuruyordu. Yani bir yorgunluk olmuyordu. Belki yorgunluk, bir lezzet veriyordu, haz veriyordu.

Efendimiz, bir seferde, bir yerde konakladılar. Nâfile oruç tutanlar vardı, tutmayanlar vardı. Tutmayanlar, su getiriyorlardı. Efendimiz iftar vakti:

“‒Bugün oruç tutmayanlar (daha çok) kazandı.” buyurdu. (Buhârî, Cihâd, 71; Müslim, Sıyâm, 100-101; Nesâî, Savm, 52)

Çünkü onlar, hizmet ediyorlardı. Yani hizmet, nâfile ibadetin önüne geçiyor.

Mevlânâ diyor ki:

“İbadet ederek, ikram ve ihsanlarda bulunarak ve halka hizmet ederek elde edeceğin gönül gözüyle, bu gördüğün çeşitli renklerden başka renkler görürsün. Âdî taşlar yerine inciler, mücevherler seyredersin. İnci de nedir ki, sen kendin, göklerde seyredip gezen, dolaşan Güneş kesilirsin.” Cenâb-ı Hak sana gönül ufuklarını açar.

Muzdaribin çilesiyle derinleşen müʼminin yüreğinde bir mahşer kaynar. O kişinin ıztırabını duyar. O kişinin gönül âlemi, bütün mahlûkâtı içine alan bir rahmet dergâhıdır.

Güneş için ısıtmamak nasıl imkânsızsa, yüksek ruhlar için de insanlara acımamak, onlara hizmetten kaçınmak, ıztırap ve çileler karşısında duygusuz kalmak, öyle imkânsızdır.

Yani hizmet insanı (buyruluyor), gökteki Güneşʼe benzer ki, en kuytu yerler bile onunla aydınlanır, etrafını aydınlattıkça kendisinin nuru artar.

Yine buyruluyor:

Hizmet insanı bir ırmak gibidir. Uzun yollar boyunca insana, hayvanâta, ağaca, güle, sümbüle âdeta hayat vererek akıp gider. Bu ırmağın varacağı menzil de Cenâb-ı Hakkʼın ebedî vuslat deryasıdır. Müʼminin hâli…

Kâmil ruhlar, (yine buyruluyor), ebedî kurtuluşa erebilmek için etrafında eğitim, hizmet ve merhamet ile kurtulacak başka insanlar ararlar.

Rabbimizʼin verdiği her imkânla hizmete koşmak zaruri. Müʼmin mâzeret aramamalı, aksine hizmeti nîmet bilmelidir. Ve ilâhî müşahedenin nazarı altında olduğunu da idrâk etmek zarûrî. Yani ivaz garez olmadan Allah rızâsı için olacak.

Bir sâlih kişi, âmâ bir kişiye güzel bir sofra hazırlıyor. Arkadaşı diyor ki:

“‒Bu âmâ diyor, bu kadar güzel sofra hazırlamışsın diyor, nâdide bir sofra, görmüyor ki diyor, yediğini.” diyor.

O sâlih kişi diyor ki:

“‒Fakat âmânın Hâlıkʼı görüyor.” diyor.

Yani kul, daima ilâhî müşâhedenin altında olduğunun idrâki içinde olacak. Her hâlükârda; “Allah bana hangi imkânı verdi, ben bu imkânla Allah yolunda nasıl hizmet edebilirim?” Bunun arayışı içinde olacak.

Yusuf -aleyhisselâm- zindana girdi, ilk düşüncesi; ben namazı nerede kılacağım. Buradaki insanları ben nasıl hidâyete davet edeceğim?

Dolayısıyla, “Allah” diyen bir kalbin merhamet, infak ve hizmetten nasipsiz olması düşünülemez.

Yine kâmil bir müʼmin, başta insan olmak üzere mahlûkâttan hiçbirinin sesli ve sessiz feryadına bîgâne kalamaz. Elinden gelen hiçbir şeyi esirgeyemez. Ki hayvanattan da mesʼûlüz. Cenâb-ı Hak onları da bizim için yarattı.

İmam Ahmed Kâsânî Hazretleriʼnin bir ifadesi var:

“Dünya diyor, hizmet yeridir. Âhiret ise kurbet, yani Allâhʼa yakınlık yeridir. Kişinin Allâhʼa yakınlığı ise, hizmeti nisbetinde olacaktır.”

Dergâhların ilk dersi, hizmettir. İlk dersi, kardeşinin eksikliğini telâfi etmektir.

Efendimizʼin en başta, en büyük derdi, hizmet ve tebliğ insanı yetiştirmekti. Yani bir insan mîrâsı arkasında bırakmaktı.

Efendimiz Muhâcirleri çok severdi, Ensârʼı çok severdi. En çok Suffe Ashâbı ile meşgul olurdu. Onları hâl ve gönül ile terbiye ederdi. Çünkü onlar, İslâmʼı ufuklara tebliğ edecek, yetişmiş, kâmil müʼminlerden olacaklardı.

Ebû Talha diyor:

“Bir gün Rasûlullah Efendimizʼin ayakta durmuş, Ashâb-ı Suffeʼye Kurʼân öğrettiğini gördüm diyor. O diyor, Rasuller Sultânı açlıktan iki büklüm olarak belini doğrultmak için karnına taş bağlamıştı.” buyuruyor. (Ebû Nuaym, Hilye, I, 342)

Suffe Ashâbı… Çoğu kimsesiz, evsiz, garip, fakir kimselerdi. Îman talebeleriydi. Onlara kitap, defter, zâhirî bir eğitim değil, kalpten kalbe, hâl ve gönül terbiyesi aldılar Rasûlullah Efendimizʼden.

Ve bu ihlâs ve takvâ ile onlar rakik bir gönle sahip oldular. Her âyet indiğinde tatbikata geçirdiler. Meselâ infak âyetleri inmeye başlayınca, kendileri muhtaçtı çok, kendileri muhtaç oldukları hâlde dağlara çıktılar, odun kestiler, Medîne çarşısında sattılar, Allah Rasûlüʼnün önüne koydular. Yani “ben çıplağım, ben muhtacım, ben muafım” demediler. Her âyetin muhtevâsının şumûlüne girmenin gayreti içinde oldular.

Hizmetin ehemmiyetini Efendimiz muhtelif vesîleyle buyuruyor. Âyette de şöyle buyuruyor:

“Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte bu, onlar kurtuluşa eren kimselerdir.” (Âl-i İmrân, 104)

Yine, diğer bir âyette;

“Siz insanların içinden ortaya çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz, iyiliği emreder, kötülükten men edersiniz.” (Âl-i İmrân, 110)

Bu da çok ibretli bir hadîs-i şerîf:

“Allah meleklerden birine;

«–Falan şehri halkının üzerine çevir.» diye vahyetti. Melek:

«‒Orada bir kulun var, Sana bir kez göz açıncaya kadar bile isyan etmedi.» dedi. Cenâb-ı Hak:

«‒Şehri onun da diğerlerinin de üzerine çevir. Çünkü onun yüzü (diğerlerinin yaptığı fenâlıklar karşısında) bir an bile olsun değişmedi (üzülmedi onlara. Allah için onlara buğz etmedi).» buyurdu.” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, VII, 270)

Onun için bugün çok mühim. Gücün varsa elinle, elinde gücün yoksa dilinle, dilinde yoksa kalbinle buğz, buyruluyor. (Bkz. Müslim, Îmân, 78)

Davud -aleyhisselâm- zamanında Cumartesi günü balık tutmak yasaktı. Yani dünya ile meşgul olmak yasaktı. Fakat kalbinde nifak alâmeti bulunanlar, bu âyeti tevil ediyorlardı, bugün şeylerin yaptığı gibi, târihselcilerin.

“‒Biz de balığı tutarız, Pazar günü yeriz.” diyorlardı.

Müʼminler ikiye ayrıldı. Bir kısmı:

“‒Biz bunlara tebliğ edelim, mesʼûliyetten kurtulalım.”

Öbür grup dedi ki:

“‒Yok dedi, bunlara tebliğ etmenin faydası olmaz, bunlar tebliği geçmiştir.” dedi. O tebliği geçmiştir deyip tebliğ etmeyenlerin başına bir cezâ geldi. Tebliğ edenler kurtuldu.

Tabi tebliğ etmenin de bir usulü var, bir yöntemi var.

Yine hadîs-i şerîf:

Zeyneb bint-i Cahş buyuruyor:

“–Ey Allâhʼın Rasûlü, içimizde iyiler olduğu hâlde, yani sâlihler olduğu hâlde helâk olur muyuz?”

Efendimiz:

“‒Kötülük ve günahlar çoğaldığı vakit evet.” buyurdu. (Buhârî, Fiten 4, 28, Enbiyâ 7, Menâkıb 25; Müslim, Fiten 1)

Yani normal bir araba giderken arıza yapsa kenara çekersin. Fakat rampada arıza yapsa o zaman çok daha güç lâzım. Bugün ferdî durumdan içtimâî durum daha ehemmiyetli. Bir anne meselâ; annenin vazifesi evlâdına süt vermektir. Fakat bir yangın çıksa, ben süte devam edeyim diyemez. Bir kova alacak, o kovayla yangını söndürmeye çalışacak. Aksi hâlde kendisi de yanar, evlâdı da yanar.

Yani bugün, boş vakit yok. Evlâdından başlayacaksın, akrabandan başlayacak, daire daire, duruma göre gideceksin.

Yine Efendimiz buyuruyor:

“İsrâiloğulları arasında dinden sapma ilk defa şöyle başladı:

Bir adam bir başka adama rastlar. «Baksana, Allahʼtan kork, yapmakta olduğun şeyi terk et der. Çünkü bu yaptığın, sana helâl değildir.» der. Ertesi gün aynı işi yaparken o adamla tekrar karşılaşır. Kendisini yaptığı kötü işten nehyetmediği gibi onunla yiyip içmekten, birlikte olmaktan çekinmezdi…” (Bkz. Ebû Dâvûd, Melâhim, 17/4336; Tirmizî, Tefsir, 5/6, 7)

İsrâiloğulları, içlerinde kötülükleri işleyene mânî olmuyorlar, gücü yetenler, iyiliği emredip kötülükten nehy vazifesini yapmıyorlardı. Hâlbuki kötülüklere mânî olmak, onlara farz kılınmıştı.

İnsana ehemmiyet.

Hasan Nedvî Hazretleri vardı, vefat etti, Hindistanlı büyük allâme. Tahmin ederim 40 sene evvel İstanbulʼa geldi. O zaman sokaklara yazılar yazılıyor, vs. oluyor. İşte 80 veyahut da daha o yıllarda. Ona bir soru sordular Hasan Nedvî Hazretleriʼne:

“‒Ne tavsiye edersiniz?” dedi. Dedi ki o:

“‒Bakın size bir misal vereyim dedi. Hindistanʼda dedi, Ekber Şah vardı dedi. Bu, müşrik bir adamdı dedi. Dinleri birleştirmeye kalkıyordu dedi. Müslümanlara diyordu; «Bak size ben yol göstereceğim.» Sahtekârlık gösteriyordu. «Havl-i havelân olmadan zekâtlarınızı karınıza devredin, karınız size devretsin, o şekilde zekâttan kurtulursunuz.»

Öbürüne diyordu, «Ben sığır yemeyi yasak ettim.» diyordu Hindulara.

Öbürüne bilmem ne diyordu. Böylece dinleri birleştirip acayip bir ifsat hareketi başlatmıştı. Bir genç bir halkası vardı.

İmam-ı Rabbânî ise onunla hiç mücadeleye girmedi. Ekber Şâhʼın halkası büyüktü, İmâm-ı Rabbânîʼnin halkası ufaktı. İmam-ı Rabbânî Hazretleri devamlı insan yetiştirmeye çalıştı. Öyle bir çalıştı ki Ekber Şahʼın dairesi ufaldı, İmam-ı Rabbânî Hazretleriʼnin halkası büyüdü. Ekber Şahʼın torunu da Alemgir Sultan da, İmam-ı Rabbânî Hazretleriʼnin talebesi oldu.”

Onun için en mühim, Rasûlullah Efendimiz örnek, Ashâb-ı Suffe, insan yetiştirmek, günümüzde. Yani keyfiyetli insanın varsa varsın, yoksa yoksun.

Vazifelerimiz:

Allah Rasûlüʼnün tebliğ gayretini örnek almamız lâzım. Efendimizʼin tebliğ hizmetinde bulunacak insanları nasıl eğittiğine dikkat etmemiz lâzım.

Nasıl Efendimiz tebliğ ederdi? Burası çok mühim. Bir defa Ashâb-ı Suffeʼnin problemlerini çözerdi.

Demek ki nasıl tebliğ edeceğiz? Eğer aç varsa, o aç kimseyi doyuracaksın. Çıplak varsa giydireceksin. Hasta varsa hastalığıyla ilgilendireceksin. İnsan, ihsâna mağluptur. Ondan sonra tebliğ edeceksin. O sana îtimâd edecek.

Efendimiz bu şekilde yetiştiriyordu.

Efendimizʼe ganimetler gelirdi. Âişe Vâlidemiz, evimizde hiçbir şey kalmazdı diyor. Onları dağıtmaktan, açları doyurmaktan haz duyardı. O hazla doyardı.

Böyle bir Efendimizʼin eğitiminin neticesinde, meselâ Abdullah bin Mesʼûd diyor ki:  

“Yediklerimizin, lokmaların tesbihini işitecek kıvama geldik.” diyordu. (Buhârî, Menâkıb, 25)

Halid bin Velid -radıyallâhu anh-:

“Ben niye âcizler gibi yatakta ölüyorum?” diyordu. “Ne kusurum var ki Allah beni yatakta öldürüyor?” diyordu. Nasıl bir… (Bkz. Sâdık Dânâ, İslâm Kahramanları, c. 1, sf. 68-69)

Bunları Efendimiz ilimle ve hâl ile donattı. Hangi ilim? Kurʼân ilmiyle ve hâl ile donattı. Onları krallara gönderdi. Onlar öyle şuurlanmış, öyle donanmışlardı ki, emr-i bi’l-mârûfa gidebilmeyi, canlarına bir minnet sayıyorlardı. İşte 120.000 sahâbî vardı Vedâ Haccıʼnda, Mekke-i Mükerremeʼde, Medîneʼde medfun/gömülü 20.000 sahâbî yok, hepsi Dünyaʼya dağıldı. Allâhʼın verdiği bu İslâm nimetini tebliğ etmek…

Câfer bin Ebî Tâlib, 13 sene Habeşistanʼda kaldı. O beldede lâyıkıyla İslâmʼı yaymadan dönmedi. Döndüğü zaman da 13 sene sonra, Efendimiz:

“‒Câfer dedi, bugün Hayberʼin fethiyle mi, yoksa senin gelmenle mi sevineyim?” dedi. (İbn-i Hişâm, III, 414)

“‒Bana ne kadar çok benziyorsun!” dedi. (Buhârî, Megâzî, 43; Müslim, Cihâd, 90/1783) O da dönmeye başladı kendinden geçerek.

Emevî halifesi Yezid, Ukbe bin Nâfîʼyi Afrikaʼya gönderdi. O, Kayrevanʼı zaptetti.

“‒Yâ Rabbi dedi, önüne koca bir deniz çıktı, daha öteye gidemiyorum.” dedi.

Velhâsıl bu sayıları saymakla bitiremeyiz. Yine:

“‒Yâ Rabbi dedi, bu deniz olmasaydı, Senʼin yolunda cihâd ederek önümdeki beldelerde ilerlemeye devam ederdim.” dedi Ukbe bin Nâfî.

Uhud Harbiʼnde çarpışmanın kızıştığı zaman Rasûlullah Efendimiz eline bir kılıç alarak;

“‒Bu kılıcın kim hakkını verir?” dedi. Ebû Dücâne:

“‒Yâ Rasûlullah, bana ver.” dedi. “Onun hakkı nedir?” dedi.

“‒Bu, hakkı dedi, onun dedi, eğilip bükülünceye kadar düşmanla vuruşmandır.” dedi.

Ebû Dücâne aldı ve hakkını verdi. (Bkz. İbn-i Hişâm, III, 11-12; Vâkıdî, I, 259; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 128)

İşte bu Ebû Dücâneʼnin aldığı kılıç, kıyamete kadar devam ediyor. Yani nedir bu kılıç? Fedakârlıktır.

Yine Efendimizʼin, baktığımız zaman, mescidde toprak taşıyan bir kişi Efendimizʼe rastlayınca;

“‒Ey Allâhʼın Rasûlü! Müsâade buyrun, kerpiçleri ben taşıyayım.” dedi.

Efendimiz:

“‒Yok dedi, sen git, başka bir tane al. Zira sen, Allâhʼa benden daha muhtaç değilsin.” (İbn-i Hişâm, I, 496)

Demek ki kişi burada, kendi mesʼûliyetini idrâk edecek. Allâhʼın verdiği mesʼûliyetleri düşünecek.

Yani:

“Sen dedi, benden daha muhtaç değilsin!” dedi. (İbn-i Hişâm, I, 496)

Yine bu, Bedrʼe giderken, 313 kişi, bir deveyi üç kişi kullanıyordu. Hazret-i Ali, Ebû Lübâbe, Efendimizʼe bir deve düştü. Hazret-i Ali ile Ebû Lübâbe:

“‒Yâ Rasûlâllah! Siz deveye binin, biz yürürüz.” dediler.

“‒Yok.” dedi Efendimiz, “Sırayla bineceğiz.” dediler. “Siz benden daha güçlü değilsiniz, tahammüllü değilsiniz.” buyurdu. (Bkz. İbn-i Sa’d, II, 21; Ahmed, I, 422)

Yani Efendimiz daima bir hizmetle örnek olma durumundaydı.

Yine, mescidi temizleyen siyâhî bir hanım… Göremedi Efendimiz:

“‒Nerede?” dedi.

“‒Vefat etti Efendim.” dediler.

“‒Niye haber vermediniz?” dedi.

O siyahî hanım, kumları yıkar, temizlerdi. O zaman tabi seccadeler kumdandı. Demek ki hizmet edene Efendimiz, bu kadar bir ehemmiyet veriyor.

“‒O zaman bana kabrini gösterin.” dedi. Kabrine gitti, duâ etti, Efendimiz. (Buhârî, Cenâiz, 67)

Yine Câbir diyor:

“Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yolculuk esnâsında arkadan yürür, güçlük çeken zayıflara yardımcı olur, onları terkisine bindirir, onlara duâ ederdi, tesellî ederdi.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 94/2639)

Giderken önde, dönüşte arkadan gelirdi.

Efendimizʼin ne dehşetli bir vicdânî bir durumu. Efendimiz buyuruyor:

“Bir kimse ölürken mal bırakırsa, o mal, kendi yakınlarına aittir (miras). Fakat borç ve yetimler bırakırsa o borç bana aittir.” (Müslim, Cum’a, 43; İbn-i Mâce, Mukaddime, 7)

Demek ki borç ve yetimler, yetimler, dullar, onlar miras… Nasıl para bir miras, mal miras, demek ki mânen onlar da, yetimler, garipler, kimsesizler de bir miras. O mirasın hakkını verebilmek…

Yani muhtaç olanlar, muhtaç olmayanlar için ilâhî bir emanet ve kıyamet mesʼûliyeti olduğunun bir müʼmin idrâki içinde olmuş olacak.

Yine Efendimiz buyuruyor:

“…Müslüman kardeşinin ihtiyacını gideren kimsenin Allah da ihtiyacını giderir. Kim bir müslümandan, bir sıkıntıyı giderirse, Allah Teâlâ o kimsenin kıyamet günü sıkıntılarından birini giderir.” (Buhârî, Mezâlim, 3; Müslim, Birr, 58)

Yani Efendimizʼin hayatına baktığımız zaman, o sıkıntıda bulunanlara derman olmak…

İbn-i Abbas anlatıyor:

Ravzaʼdayken Ramazanʼın sonunda îtikâftaydı. Îtikâftayken bir zayıf bir insan geliyor, yanına oturuyor, mahzun mahzun duruyor. Diyor ki İbn-i Abbas:

“‒Kardeşim, senin bir derdin mi var?” diyor.

“‒Efendim, borcum var, ödeyemiyorum.” diyor.

“‒Peki sana yardımcı olmamı ister misin?” diyor.

“‒Memnun olurum diyor, olursa.” diyor.

Ayakkabısını alıyor, mescidden çıkarken; o borçlu, mahzun insan diyor ki:

“‒Siz itikâftasınız, unuttunuz herhâlde.” diyor. Çünkü îtikâfta, mâlum, çıkmak yasaktır.

Dönüyor, Efendimizʼin kabrini gösteriyor.

“‒Daha içimizden yeni vefat eden şu Fahr-i Kâinat Efendimiz buyurdu ki:

«Kim bir kardeşinin (ciddî) bir ihtiyacını eğer îfâ ederse, bertaraf ederse, şu kadar itikâftan daha öteyedir.” (Bkz. Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, Beyrut 1990, III, 424-425)

Bugün de bu, en mühim. Yani çünkü hakikaten günümüz öyle bir gün oldu ki, televizyon, internet vesairenin tesiriyle başka dünyalar tercih edilmeye başlandı.

Bugün de en mühim cihad o. Yani kalplerin cihâdı. Kalpleri fethetme, hidâyete vesîle olma, irşad bekleyenleri irşad edebilme.

Yine Efendimiz buyuruyor:

“Kim, kardeşiyle birlikte onun ihtiyacını görmek için yürür, o ihtiyacı karşılarsa, Allah Teâlâ insanların ayaklarının kaydığı gün, onun ayağını sabit tutar.” (Heysemî, VIII, 191)

Fakat bu ihtiyaç, meşru bir ihtiyaç olacak; borç, meşru bir borç olacak. Yani gayr-i meşrû borcu var, o olmaz.

Cenâb-ı Hak nasîb eylesin bu hadîs-i şerîfin şümûlüyle, Efendimiz buyuruyor:

“İnsanlardan öyleleri vardır ki, onlar hayra anahtar, şerre kilittirler. Öyleleri vardır ki şerre anahtar, hayra kilittirler. Allâhʼın, ellerine hayrın anahtarlarını verdiği kimselere ne mutlu. Allâhʼın, şerrin anahtarlarını ellerine verdiği kimselere yazıklar olsun.” buyuruyor. (İbn-i Mâce, Mukaddime, 19)

Demek ki -inşâallah- Cenâb-ı Hak hayra anahtar olmayı, şerre kilit olmayı cümlemize Cenâb-ı Hak nasip eyler.

Sâdî-i Şîrâzî de hizmeti nîmet bilenler için, şöyle ifade eder:

“Seni hayır işlemeye muvaffak kıldığı için Allâhʼa şükret. Zira Allah Teâlâ lûtuf ve ihsânıyla seni boş bırakmadı. Pâdişaha hizmet eden, ona minnet yükleyemez. Bilâkis seni hizmet yolunda istihdam ettiği için sen Cenâb-ı Hakkʼa minnettar ol.”

Yani “Ben yapıyorum” değil, “Elhamdülillâh yâ Rabbi, Sana şükürler olsun, bana bu hizmeti ihsan ettin…”

Ebûʼl-Hasan Harakānî Hazretleri buyuruyor:

“En büyük keramet, yorgunluk ve bezginlik hissetmeden, Allâhʼın mahlûkâtına hizmet etmektir.”

Kendisi de diyor ki, Orta Asyaʼda tarif ediyor, şuradan şuraya kadar diyor, olan yerde diyor, bir kişinin, bir müʼminin ayağına diken batsa, o diyor, benim ayağıma batmıştır diyor. Ayağına bir taş takılsa diyor, o taş diyor, bana gelmiştir, diyor.

Yine Ebûʼl-Hasan Harakānî Hazretleri:

“Hizmet insanı karşılaştığı tehlike ve güçlükler sebebiyle yılmamalı, bilâkis daha çok kuvvet bulmalıdır.”

Zira bir zaferin değeri, ona ulaşmak için katlanılan zahmetler nisbetindedir.

Bir zât, bir talebesini bir yere gönderiyor, tebliğ etmek için. O da oraya gidiyor, mektup yazıyor:

“‒Efendim diyor, burada diyor, öyle insanlar çok diyor, avam diyor, pek anlayacak kimse yok diyor. Döneyim mi?” diyor.

“‒Yok dönme diyor. Muhtaç olduğun insanı kendin doğuracaksın oğlum.” diyor. Yani onun çilesini çekeceksin, kendin yetiştireceksin…

Allâhʼa îman, Rasûlullah Efendimizʼe muhabbet ve îman… Muhabbet ise ispat ister. Gerçek muhabbetin kantarı fedakârlıktır. Zira fedakârlığın kadar muhabbetinde samimîsin demektir. İnsan, en büyük bedeli, muhabbeti uğruna öder. Nasıl sahâbî gidiyordu:

“‒Emret yâ Rasûlâllah!” diyordu.

Cellâtların, kelle uçuran cellâtların yanında Efendimizʼin mektubunu okuyordu. Yani insan en büyük bedelleri muhabbeti uğruna öder. Muhabbette samimiyetin alâmeti, sevilen uğrunda girilen risk, yapılan fedakârlık, katlanılan zorluklardır. Yani kendi rahatından, imkânlarından, menfaatinden vazgeçmektir.

Gerçek mânâda seven biri, sevdiğine fedakârlıkta bulunmayı aslâ bir zahmet, külfet, mihnet olarak görmez. Bilâkis tarifsiz bir zevk, hakîkî saâdet olarak telâkkî eder. Sevdiği uğruna canını bile verse bunu az görür.

İşte sahâbî böyleydi. Onun için öyle bir Efendimizʼe gönlü muhabbetle doldu ki, onun için “Yâ Rasûlâllah emret diyordu, yeter ki Allah Rasûlüʼnün gönlünde bir yeri olsun.

Efendimiz buyuruyor ki:

“Benim ümmetim yağmur gibidir. Başı mı, sonu mu hayırlıdır, bilinmez.” buyruluyor. (Tirmizî, Edeb, 81)

Şimdi her hâlde -Allâhu aʻlem- sonundayız. Yani demek ki bugün bir yağmur damlası olabilmek. Allah cümlemize nasîb eylesin.

Hudutlarda çalışanlara, tehlikeli yerlerde çalışanlara devlet prim verir “mahrumiyet primi” Cenâb-ı Hak da bu irşad için, insanlara İslâmʼı tebliğ için, bugün katlanılan zahmetlere de Cenâb-ı Hak “mahrumiyet primi” inşâallah ihsan edecek.

Eyyûb el-Ensârî Hazretleri 80 küsur yaşında İstanbulʼa kadar geliyor. Neyle geliyor? “…Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın…” (el-Bakara, 195) âyet-i kerîmesinin şumûlüne, onun şeyi için İstanbulʼa kadar geliyor 80 küsur yaşında.

“Ümmetim bir yağmura benzer, önü mü, sonu mu, hayırlıdır bilinmez.” (Tirmizî, Edeb, 81)

O hâlde düşünmemiz lâzım. Bizler, bu bereketli yağmurun bir rahmet damlası olabilmek için bugün ne kadar gayret göstereceğiz? Peygamber Efendimizʼe ne kadar hayırlı ümmet olabiliyoruz? Hâlimiz ne derece bir rahmet ümmeti manzarası sergiliyor? Rasûlullah Efendimizʼin “özledim” buyurduğu âhir zamandaki kardeşlerinden olabilme idealine yaraşır bir istikâmetimiz var mı?

Yani gerçek, Efendimizʼe yakınlığımız, Oʼnunla bir hâlimiz ölçüsündedir.

Cenâb-ı Hak -inşâallah- Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96) hadîs-i şerîfinin muhtevâsı içinde hayatımızı geçirmeyi cümlemize nasîb eylesin -inşâallah-. Zamanın şerlerinden muhafaza buyursun. Olan hâdiselerden ibret almayı, ders almayı nasip eylesin, depremlerden vs.

Bu soruyu da çok soruyorlar, “burada ölen nedir” diye.

Üç şey var burada:

Eğer ölen -bu bulaşıcı hastalıklardan, virüslerden- eğer müʼmin kişiyse -hadîs-i şerîfte- şehid sevabı verildiği bildiriliyor. (Bkz. Müslim, İmâre, 165; İbn-i Mâce, Cihâd, 17)

Eğer bir gâfil fakat müʼmin kimseyse, bir îkaz.

Eğer işin dışında bir kimseyse, onun için de bir kahr-ı ilâhî olduğu bildiriliyor.

Allah cümlemize -inşâallah- değişen îkazlardan ibret almayı nasîb eylesin.

Lillâhi Teâle’l-Fâtiha!..