Osman Nûri Topbaş Hocaefendi 14 Eylül 2020 Sohbeti
Osman Nûri Topbaş Hocaefendi'nin Musa Aleyhisselam ve Fravun'dan bahsettiği Erkam Radyo ve Erkam TV de yayınlanan 14 Eylül 2020 tarihli sohbeti...
14 Eylül 2020 Sohbeti
Muhterem kardeşlerimiz!
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mübârek, pâk rûh-i tayyibelerine, ehl-i beytin, ashâb-ı kirâmın, enbiyâ-i izâmın, sâdât-ı kirâm hazarâtının, cümle geçmişlerimizin, şehidlerimizin rûh-i şerîflerine;
Dînimizin, vatanımızın, milletimizin, bütün İslâm dünyasının selâmetine, şerirlerin şerlerinden muhafazasına;
Bu niyaz ile, bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs…
Muhterem kardeşlerimiz!
Sohbetimiz, Mûsâ -aleyhisselâm- üzerine. Cenâb-ı Hak ibretler almayı, cümlemize nasîb eylesin.
“Ülü’l-Azm” peygamberler var, bu, büyük peygamberler, diğer peygamberlerden farklı. Mûsâ -aleyhisselâm- da bu “ülü’l-azm” peygamberlerin üçüncüsü. Yâkub -aleyhisselâm-’ın neslinden. Benî İsrâil Peygamberi.
Hayatında Firavun ile ağır bir mücâdele var.
Firavun bir rüya gördü. Arz-ı Mev’ûd’dan bir kişi çıkacak, o, tahtını alt üst edecek. Onun için karar verdiler. Erkek çocukları bir sene öldürülecek, bir sene kalacak. Kızlara dokunulmayacak. Çünkü bu kalan erkek çocuklarıyla piramitler yapılacak, piramitlerde bu Firavun’un ve âilesinin cesetleri orada saklanacak. Kadınlar öldürülmeyecek, bunlar da hizmetkâr olarak, hizmetçi olarak kullanılacak. Yani Benî İsrâil, bu şekilde Kıptîler, yani Mısır’ın esas toplumuna Kıptî deniyor ve bu Kıptîler, Benî İsrâil’e zulmetmek, onu bir hizmetçi olarak kullanmak sûretiyle bu şekilde toplumu devam ettirecekler…
Burada ibret; Cenâb-ı Hak Mûsâ -aleyhisselâm-’ı, Firavun’un sarayında büyütüyor. Yani Firavun’un eliyle Mûsâ -aleyhisselâm-’ı koruyor Cenâb-ı Hak.
Kul, Cenâb-ı Hakk’a sığınırsa, Rabbi onu düşmanının yanında dahî korur ve gözetir.
Rabbimiz bize Mûsâ -aleyhisselâm-’ı tanıtıyor. Kur’ân-ı Kerîm’de 136 yerde Mûsâ -aleyhisselâm-’ın ismi geçiyor.
Mısır sultanlarının sıfatlarına Firavun deniyor. Yusuf -aleyhisselâm- zamanında Reyyân bin Melik var, o mü’min. Fakat sonra gelenlerden bir kısmı, putperest, bir kısmı yakın, daha müsâmahalı. Meselâ Kâbus var. Kâbus da da firavun oluyor. Kâbus, Yusuf -aleyhisselâm-’a îman etmiyor. Fakat onu işinde devam ettiriyor. Sonra gelen firavunlar ise, Benî İsrâil’e karşı büyük bir düşmanlık besliyor, onlara zulmediyorlar.
Yusuf -aleyhisselâm-’dan sonra İsrâiloğulları Mısır’da kaldı. Bunlar, Yusuf, Yâkub, İshak ve İbrahim -aleyhisselâm-’ın dînine bağlı idiler, bu Benî İsrâil kavmi.
Mısır’ın eski yerli halkı da Kıptîler oluyor. Bunlar putperest. Yıldızlara ve putlara tapıyorlar. Sonunda Firavun’u da tanrı olarak kabul ettiler. Firavun da gaddar ve zâlim.
Benî İsrâil’in çoğalarak iktidarı ele geçirmesi korkusuyla Kıptîler, Sıptîlere, yani Benî İsrâil kavmine karşı zulüm ve eziyet etmeye başladılar. Gittikçe şiddetli zulme dayanamayan Sıptîler ise, Yâkub -aleyhisselâm-’ın yurdu olan Kenan diyârına gitmek istediler. Ancak ona Firavun müsâade etmedi, gidemediler. Çünkü Firavun, onları piramitlerin yapımı için ağır işlerde çalıştırıyor ve bu yüzden bırakmak istemiyorlardı. Kendi halkı çalışmıyordu.
Âyet-i kerîmede şöyle buyruluyor, Kasas Sûresi 4. âyette:
“Firavun, (Mısır) toprağında gerçekten azmış, halkını çeşitli zümrelere bölmüştü. (Yani Kıptîler ve Sıptîler.) Onlardan bir zümreyi güçsüz buluyordu. (Sıptîleri güçsüz buluyordu.) Çünkü (diyor âyet) o (Firavun), bozgunculardan (biri) idi.” (el-Kasas, 4)
Cenâb-ı Hak bu zulümler işlenirken Mûsâ -aleyhisselâm-’ı peygamber olarak gönderdi:
“Biz ise, o yerde güçsüz düşürülenlere bir lûtufta bulunmak, onları önderler yapmak ve onları (mukaddes topraklara) vâris kılmak istiyorduk. (Cenâb-ı Hak. Tabi bu, merhalelerden sonra olacak.) Ve o yerde onları hâkim kılmak; Firavun’a, Hâmân’a ve ordularına, onlardan korktukları şeyi göstermek (istiyorduk).” (el-Kasas, 5-6) buyuruyor.
Firavun’u Korkutan Rüyâ:
Bir gece rüyâsında Beyt-i Makdis’ten bir ateş çıkıyor, Kıptîlerin evlerini yakıyor, ancak İsrâiloğulları’na bir zarar vermiyor. Rüyâyı gördü. Tâbir ettirdi. Ona:
“–Benî İsrâil’den bir çocuk çıkacak, senin saltanatını yıkacak! Bunu bil!” dediler.
Bunun üzerine Firavun, İsrâiloğulları’ndan doğacak olan bütün çocukların öldürülmesine karar aldı. Yani -rivâyete göre- yüz binden fazla çocuk öldürüldü.
Firavun, “Ben tanrıyım.” diyen bir kimse. Gördüğü bir rüyaya bu kadar itibar ediyordu da, Cenâb-ı Hakk’a kul olmaya neden îtibar etmiyor? İşte nasıl bir gaflet!
O rüyayı ona gösteren kim? Onu düşünmüyordu. O rüya kendi kendine mi geliyordu? Lâkin o, bunu hiç düşünecek firâsette değildi. Çünkü insan, nefsânî arzulara daldıkça hamâkat/ahmaklık artar. Şu cihandaki kevnî âyetlere âmâ olur. İlâhî azamete, ilâhî kudret akışlarına, ilâhî nakışlara âmâ olur.
Hâlbuki bu, Cenâb-ı Hakk’ın bir îkâzı kendisine, yani bir; “Haddini bil, sen bir kulsun!” Fakat ihtiras, buna mânî oluyor. Firavun…
Mahalleleri dolaşırlardı, bu Benî İsrâil’in evlerinde eğer hamile bir kadın varsa onu takip ederlerdi, hattâ bazen zulüm de ederlerdi. Yani değneklerle karınlarına vururlardı, bir an önce çocuğu doğursun diye, biz de işimizi bitirelim diye. Erkek çocuksa onun başını vururlardı. Diğer sene serbestti.
Tabi Mûsâ -aleyhisselâm- çocukların öldürüldüğü sene dünyaya geldi. Cenâb-ı Hak buyuruyor âyet-i kerîmede:
“(Biz) Mûsâ’nın annesine:
«Onu emzir! Kendisine zarar geleceğinden endişelendiğinde onu (Nil nehrine) denize bırakıver! Hiç de korkup kaygılanma! Çünkü Biz, onu sana geri vereceğiz ve onu peygamberlerden biri yapacağız.» diye bildirdik.” (el-Kasas, 7)
Bu, annesine büyük bir haz veriyor. Bunun üzerine Mûsâ’nın annesi, bir marangoza gidiyor, bir sandık yaptırıyor. Mûsâ -aleyhisselâm-’ı içine koyarak onu Nil Nehri’ne bırakıyor. Sandık Nil Nehri’nden döne döne Firavun’un sarayının önüne geliyor. Câriyeler bakıyor, bir sandık var, merak ediyorlar, sarayın önüne geliyor. Koşuyorlar, sandığı açıyorlar hemen, güzel bir çocuk, nurlu bir çocuk, Âsiye Vâlidemiz’e götürüyorlar.
Âsiye Vâlidemiz, Firavun’un hanımıydı. Mûsâ’yı görünce yavruyu, gönlünde büyük bir muhabbet hâsıl oluyor. Sonra korkuyor, ona Firavun’un bir zarar vermesinden. Firavun’u iknâ etmek için Firavun’un yanına götürüyor.
Yine âyette, Kasas 9:
“...(Firavun’a diyor ki:) «–(Bu çocuk) benim ve senin için bir göz aydınlığıdır! (Âsiye Vâlidemiz diyor.) Onu sakın öldürmeyin, belki bize faydası dokunur, ya da biz onu evlât ediniriz.» Hâlbuki onlar (işin sonunu) sezemiyorlardı.” (el-Kasas, 9) buyuruyor Cenâb-ı Hak.
Hazret-i Mûsâ’ya bir süt annesi arandı. Fakat çocuk, gelen hiçbir annenin sütünü emmiyordu. Mûsâ’nın ablası Meryem, annesinin süt annesi olacağını haber verdi.
Yine âyet devam ediyor:
“Annesi, Mûsâ’nın ablasına:
«–Onun izini takip et!» demişti. O da, onlar farkına varmadan kardeşini uzaktan gözetledi. (Baktı ki Firavun’un sarayının önüne geldi.) Biz (Cenâb-ı Hak) daha önceden (annesine geri verilinceye kadar) onun süt annelerini kabûl etmesine (onları emmesine) müsâade etmedik (başkalarını emmesine)...” (el-Kasas, 11-12)
Bunun üzerine ablası diyor… Birçok kadınlar geliyor saraya, onların hiçbirini sütünü Mûsâ -aleyhisselâm- emmiyor. Emmeyince Meryem diyor ki, ablası:
“–Ben bir kadın biliyorum, onun diyor, sütünü her çocuk emer.” diyor. (Bkz. el-Kasas, 12)
Getir o kadını diyorlar.
Annesi saraya geliyor. Annesine gelince Mûsâ -aleyhisselâm- emmeye başlıyor. Onun üzerine Âsiye Vâlidemiz diyor ki:
“–Sana diyor, burada kal, sarayda, sana bir ücret de verelim, süt ücreti, burada emzir.” diyor. Âsiye Vâlidemiz çok seviyor Mûsâ -aleyhisselâm-’ı. Cezb ve incizab kanunu. Annesi diyor ki:
“–Benim bir oğlum daha var diyor. O, katledilmeyen devrede doğan şeylerden. Onun için ben onu evde yalnız bırakamam diyor. İsterseniz ben onu alıp eve götüreyim, istediğiniz zaman getiririm.” diyor. “Peki”, diyorlar, hem de annesine bir ücret bağlıyorlar.
Hep hikmetler… Yani o Firavun’un sarayında Cenâb-ı Hak büyütecek. Ve Mûsâ -aleyhisselâm-’ın annesi olduğunu anlayamadılar.
Yani Cenâb-ı Hak, Mûsâ -aleyhisselâm-’ı Firavun’un o şaşaalı sarayı içinde, Firavun’un gözü önünde onu Cenâb-ı Hak muhafaza etti. Cenâb-ı Hakk’ın dilemesine bağlı…
O hâlde Cenâb-ı Hakk’ın daima muhafazasına sığınabilmek. Velhâsıl sığınak, barınak, istinadgâh, yalnız Cenâb-ı Hak.
Onun için insanın sığınacağı bir liman bulması lâzım. Cenâb-ı Hak, Mûsâ -aleyhisselâm-’ı sarayda nimetler içinde büyüttü. Annesi bile yanındaydı. Hattâ annesine bedelsiz olarak yapacağı emzirme karşılığında Firavun’dan ücret dahî verildi.
Yani Cenâb-ı Hak dilerse, kulunu en îtinâlı, güzel şekilde muhâfaza ediyor. Meselâ küfrün en şiddetli zamanlarında, meselâ Rusya’nın komünizm devirlerinde bile daima orada İslâm’ı muhafaza eden mü’minler bulundu.
Cenâb-ı Hakk’ın bir “Hâdî” sıfatının tecellîsi. Diğer taraftan bir “Mudill” sıfatının tecellîsi; bir peygamber geldiği hâlde, küfürde insanlar oluyor. Asr-ı saâdette Rasûlullah Efendimiz her türlü mucizeyi gösterdiği hâlde, yine küfürde olan insanlar oldu. Demek ki bu Mudill ve Hâdî sıfatı devamlı, kıyamete kadar tecellî hâlinde gidecek. Daima mü’min de olacak, kâfir de olacak.
Yine Rasûlullah Efendimiz Mekke’den Medîne’ye hicret ederken müşrikler takip ettiler. Hazret-i Ebû Bekir ile birlikte saklandıkları Sevr Mağarası’nın önüne defalarca geldiler. Mağaranın girişini kapatmış olan örümcek ağı ve güvercin yuvasını görünce onların bu mağarada olmadıklarına kânî oldular ve geri dönüp gittiler.
Yani Cenâb-ı Hak kulunu bir örümcekle ve güvercinle saklamak istedi ve sakladı. Cenâb-ı Hak demirden bir -Yecüc Mecüc’e gerildiği gibi- demirden bir perde gerilebilirdi. Basit bir ağ ki örümcek en basit bir yuvası, üflesen dağılır; kuş yuvası, onu muhâfaza etti.
İnsanın karakter ve şahsiyetinde iki önemli âmil mevcuttur:
- Verâset. Yani sülâleden gelen hususiyetler.
- Terbiye.
İnsan, bazen verâsetin, bazen terbiyenin, bazen de her ikisinin tesiri altında kalır. Fakat terbiye, verâseti bertaraf eder.
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- İslâm’dan evvel nasıl sert yapılıydı, nasıl bu, Rasûlullah Efendimiz’in terbiyesinden sonra verâseti değişti, pamuktan yumuşak bir insan hâline geldi. Köprüden eğer bir hayvan düşerse deryaya, yarın adl-i ilâhî benden sorar, diye onun endişesini yaşadı. Fakirlerin evine torbayla unlar taşıdı. Yani bir İslâm’dan evvelki durumu, İslâm’dan sonrası… Demek ki, insan ne kadar terbiyeye muhtaç…
İşte ashâb-ı kirâm da Rasûlullah Efendimiz’in bu yüksek terbiyesinde, zirve insanlar hâline geldiler.
Onun için tezkiye zarûrî.
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا
(“(İç âlemini) temizleyen, felâha erdi.” [eş-Şems, 9])
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ تَزَكّٰى
(“Temizlenen kimse şüphesiz kurtuluşa ermiştir.” [el-A‘lâ, 14]) Bu tezkiye neticesinde insanda ihtiraslar, hasetler vs. kibir, birtakım kötü hasletler kaybolacak. Yerine, takvâya ait hususiyetler yer alacak.
Mûsâ -aleyhisselâm-’ın annesi, onu Firavun’un sarayında emzirmeye başladı. Fakat Vezir Hâmân, durumdan şüphelendi:
“–Bu çocuk senin mi?!” dedi. “Çünkü senden başka hiçbir kimsenin, hiçbir annenin sütünü emmedi.” dedi. “Yalnız senin sütünü emdi!”
Mûsâ -aleyhisselâm-’ın annesi de:
“–Her nedense bütün çocuklar benim sütümü emerler, ben temiz bir kadınım.” dedi.
Orada bir, Cenâb-ı Hak Kasas 10. âyette bir hâdiseyi hatırlatıyor:
“...Eğer (diyor) Biz (diyor, vaadimize) inananlardan olması için onun (yani Mûsâ’nın annesinin) kalbini pekiştirmemiş olsaydık, neredeyse işi meydana çıkaracaktı.” (el-Kasas, 10)
Yani o, Mûsâ -aleyhisselâm-’ın annesinin hissiyâtını da Cenâb-ı Hak muhafaza ediyor, onun hissiyâtını da koruyor.
Âsiye Vâlidemiz Mûsâ -aleyhisselâm-’ı özlediği zaman, onu saraya getirirdi, severdi, hediyelerle karşılardı.
Bir gün -yine bir endişe, Firavun bir zarar verir mi diye- aldı Âsiye Vâlidemiz, Firavun’un odasına götürdü. Firavun kucağına aldı:
“–Bu bizim evlâdımız olacak.” dedi.
Hemen Firavun’un sakalından bir kıl kopardı. Sonra da Firavun’a bir tokat attı. Sonra Firavun’un elindeki kamçıyı alıp ona vurdu. Firavun kızdı:
“–İşte benim aradığım düşmanım budur!” dedi. Ve Mûsâ -aleyhisselâm-’ın katline karar verdi.
Âsiye Vâlidemiz hemen koştu:
“–Bu çocuktur! Aklı ermez… İstersen imtihan edelim dedi. Bir tabak yâkut, elmas getirelim, bir tabak da ateş getirelim. Eğer ateşe eli giderse, bil ki bu çocuktur, bu mâsumdur, bunu bir çocukluktan dolayı çekmiş, yapmıştır!” dedi.
Bunun üzerine bir tabak getirdiler. Mûsâ -aleyhisselâm-’ın eli mücevhere giderken, onun elini Cebrâîl müdâhale etti, elini itti. O da ateşe gitti. Hattâ ateşi aldı, diline sürdü, ağzına götürdü, dili tâ bu mukaddes vâdi Tuva’ya kadar bir rekâket meydana geldi dilinde.
Bu durumu gören Firavun:
“–Evet, çocukluğundan bunu yapmıştır!” dedi ve Mûsâ’yı affetti. Yine sarayda alıkoydu.
Cenâb-ı Hak severse sevdirir. Mûsâ -aleyhisselâm-’ı bütün saraydaki bütün müstahdemlere sevdirdi.
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Mûsâ, yiğitlik çağına erip olgunlaşınca, Biz ona hikmet ve ilim verdik. İşte muhsinleri Biz böyle mükâfatlandırırız.” (el-Kasas, 14) buyuruyor.
Yani ihlâsa göre Cenâb-ı Hak demek ki kullarına Cenâb-ı Hak ikramda ve ihsanda bulunuyor.
Bundan sonra Mûsâ -aleyhisselâm- bu hikmet ve ilim verildikten sonra tebliğ etmeye başladı.
Firavun’un Kıptîlerinden Fatun isminde zâlim bir ekmekçisi vardı. Bu kişi, Sâmirî isimli bir Sıptî ile kavga hâlindeydi Benî İsrâil’den. Sıptî yani Benî İsrâil’den olan kişi:
“–Gel Mûsâ dedi, beni dedi bu zâlimin elinden kurtar dedi. Mûsâ -aleyhisselâm- araya girdi; şöyle bir itiverdi, ayırmak için araya girdi. Fakat adam düştü, öldü.
Ertesi gün aynı Sıptî dedi ki:
“–Mûsâ dedi, yine benim şu adamla aramda şeyim var dedi, gel dedi şunun elinden beni kurtar.” dedi.
O adam da dedi ki:
“–Sen dedi, dün dedi, öldüren sen değil miydin Fatun’u dedi. Şimdi sen dedi, cebbarlardan mısın?” dedi. (Bkz. el-Kasas, 18-19)
Mûsâ -aleyhisselâm- geriye çekildi. Mûsâ -aleyhisselâm- ilk gün o Fatun’u öldürmekle yanlışlıkla, bir zelle işledi. Cenâb-ı Hak dileseydi o adamı öldürtmezdi. Şöyle bir itiverdi çünkü, düştü öldü. Mûsâ -aleyhisselâm- zaten adamı öldürmeye kastetmemişti. Hiçbir kötü niyeti de yoktu.
Fakat Mûsâ -aleyhisselâm- büyük zaferlere eriştiğinde gurura, enâniyete kapılmaması için Mûsâ -aleyhisselâm- bir adam öldürdüğünü daima hatırlayacaktı. Bu olay, Mûsâ -aleyhisselâm-’ın gönlüne dâimâ bir diken gibi batacak. Yani Cenâb-ı Hak, bu zelle ile onu enâniyete/benliğe düşmekten kurtaracaktı.
Bir kişi geldi, Mûsâ -aleyhisselâm-’dan olan:
“–Mûsâ dedi, Firavun dedi, meclis kurdu dedi. Seni bulup yakalayıp imha edecekler dedi. Sen hemen bu beldeden git.” dedi. (Bkz. el-Kasas, 20)
Bunun üzerine Mûsâ -aleyhisselâm- tabi hazırlıksız, o zamana kadar Mısır’ın dışına çıkmadı hiç, Mısır’ın dışını da bilmiyor, eline bir erzak da almadı. Alacak zaten vakit de yoktu. Öyle çölde yürümeye başladı. Yani korka korka Mûsâ -aleyhisselâm- devam etti. Nereye gittiğini de bilmiyordu. O Firavun’un şâşaalı sarayından, o Medyen çöllerine garip, kimsesiz, aç olarak yola devam ediyordu. Orada dua ediyordu:
“Rabbim! (Diyordu.) Beni zâlimler gürûhundan kurtar!” (el-Kasas, 21)
Mûsâ -aleyhisselâm- Medyen’e doğru gidiyordu. Medyen, 8 günlük bir mesafe. Demek ki 8 gün aç olarak yürüdü. Bir yere geldi. Baktı, bir kale var. Kalenin yakınında durdu. “Herhâlde burada insanlar vardır.” dedi. Sabahleyin kalenin kapıları açıldı. Oradan çobanlar, koyunlarıyla beraber dışarı çıktı. Önlerinde bir su kuyusu vardı. Su kuyusunun önüne geldiler. Hayvanlarını sulamaya başladılar. O zaman iki kız da kenarda duruyordu. O iki kız da koyunlarıyla beraber bekliyorlardı.
Mûsâ -aleyhisselâm- sordu:
“–Siz niye bekliyorsunuz dedi, niçin sulamıyorsunuz hayvanları?”
Onlar dediler ki:
“–Çobanlar gitmedikçe hayvanlarımızı sulayamıyoruz!” dediler. İffet sahibi iki kız idi.
“–Bizim kimsemiz de yok dediler. Babamız çok yaşlı ve hâlsiz. Bu sebeple koyunlarımızı biz sulayıp otlatmak zorunda kalıyoruz. Erkeklerin içine girmediğimiz için de burada bekliyoruz. Bazen kuyularda su bitiyor; yine o şekilde sürümüzü, koyunlarımızı alıp tekrar dönüyoruz.”
Bunlar, Şuayb -aleyhisselâm-’ın kızları Safura ve Süfeyrâ idi.
Mûsâ -aleyhisselâm- sekiz gündür aç olmasına rağmen, güç olsa da kuyudan su çekti.
Çobanlara dedi baştan:
“–Bekletmeyin bu iki hanımı dedi. Yol verin onlar şey yapsın, sulasın.” dedi. Mûsâ -aleyhisselâm-’a çobanlar da:
“–Senin gücün varsa dedi, sen çek şey yap, bizim işimize karışma.” dedi.
Bunun üzerine Mûsâ -aleyhisselâm- kuyudan su çekti, onların hayvanlarını suladı. Bu iki hanım da teşekkür edip oradan ayrıldı.
Mûsâ -aleyhisselâm- nereye gideceğini, kim sahip olacak, gariplik, kimsesizlik… Orada bir gölgeye çekildi. Orada aç, kimsesizlik:
“…Yâ Rabbi (dedi), doğrusu (dedi) bana indireceğin (en ufak) hayra (bile ben) muhtâcım!» dedi.” (el-Kasas, 24)
Çok mühim burası. Yani bir saraylarda o ihtişam, debdebe; ondan sonra Medyen çöllerinde gariplik, yalnızlık. Nasıl bir peygamber devamlı bir med-cezir hâlesinde.
Yani Cenâb-ı Hak insana bazen varlık verir, bazen de yokluk verir. Ama her hâlükârda bizden teslîmiyet sahibi olmamızı ister. Varlıkta teslimiyet sahibi olacağız, haddi aşmayacağız. Varlığı nasıl kullanacağız, bileceğiz. Yoklukta ise sabırla teslim olacağız. Yani iki tarafta da Cenâb-ı Hak’tan râzı olan ağniyâ-i şâkirîn, fukarâ-i sâbirîn olarak devam etmek. Tabi bunların ikisi de çok zor. İnsan ne ahvâl olursa olsun hayatın med-cezirleri içinde hiçbir zaman Rabbini unutmayacak. Çünkü dünya bir imtihan. Bütün gelen, Âdem -aleyhisselâm-’dan son insana kadar, bütün insanlar bu imtihanın içinde. Zaman zaman varlıkla imtihan, zaman zaman yoklukla imtihan. Herkes zanneder ki varlıkta imtihan yok, varlık çok kolay, mal benim… Değil! İslâm’da “mal benim” yok. Mal, Allâh’ındır. Bir mü’min her işi bir bedel karşılığında değil… Bedel gelirse, Allah nasip ederse gelir; fakat o istekte olmayacak, daima Allah rızâsı için yapacak. Yani gönlünde aslâ dünyevî bir karşılık arzusu olmayacak.
Buna hepimiz çok muhtacız. Çünkü zor zamanlar olur dünyada. Öbür tarafta da zor zamanlar olur. Cenâb-ı Hak “Ashâb-ı Rakîm” olarak bir misal bize veriyor. Ashâb-ı Rakîm, üç kişi. Bir yerden bir yere geçerlerken gece dağın tepesinden zirveden bir taş iniyor, mağaranın kapısını kapatıyor. Üçünün gücü o taşı/kayayı bertaraf etmeye kâfî gelmiyor. Diyorlar ki üçü birbirine:
“–Biz buradan bir fizikî güçle çıkamayız. Allah için ne yaptık, bir tefekkür edelim. Allah -inşâallah- o ivazsız garezsiz, hasbeten yaptığımız bir amel-i sâlih dolayısıyla -inşâallah- bizi buradan kurtarır. Başka türlü aslâ buradan çıkacak fânî bir gücümüz yok bizim.”
Annesine-babasına yaptığı iyilikle… Onu anlatıyor, biraz daha açılıyor. Öbürü, ikincisi; bir akrabasından, halasının yahut teyzesinin kızına âşık, elde etmek istiyor. Kıtlıkta o geliyor yanına. Gelince tam diyor, benim diyor, senelerce beklediğim an diyor.
O kızcağız da diyor ki:
“–Bak diyor, sana ben Allah’tan korkmanı tavsiye ediyorum.” diyor. O da, tüylerim ürperdi diyor;
“–Haydi alacağını al git, senden hiçbir yanlışlık, bir şey yapmayacağım.” diyor.
Biraz daha açılıyor. Fakat bir kişinin çıkacağı şekilde değil.
Üçüncüsü de, o da ticârette. Bir işçi çalışıyor, bir müddet sonra gidiyor. Hattâ ücreti kalıyor. Diyor iş sahibi:
“–Bu diyor bir müddet sonra dönecek, gelecek, benden isteyecek. Onu ben üreteyim diyor. O üretmekle daha huzurlu bir hayat yaşar.” diyor.
Adam tâ ki seneler sonra geliyor:
“–Ben diyor, sende diyor çalışmıştım diyor, ücret almadan gitmiştim, o ücretimi almaya geldim.” diyor.
O kişi de sürüyü gösteriyor.
“–Bak diyor, sen diyor, gittin diyor, ben o senin ücretinle hayvan aldım diyor. Bunlar üredi diyor, bak işte bunlar kalabalık bir sürü oldu diyor. Al diyor, senindir.” diyor.
Adam sürüye bakıyor, gülüyor, bir teşekkür ederek sürüyü alıp gidiyor.
“–İşte ben diyor, bunu diyor sırf diyor Allah rızâsı için yaptım.” diyor. Mağaranın kapısı açılıyor. (Bkz. Buhârî, Edeb 5, Enbiyâ 53, Büyû‘ 98, İcâre 12, Hars 13; Müslim, Zikir, 100; Ahmed, IV, 274)
Yani burada da Mûsâ -aleyhisselâm-’dan bir misal; ivazsız garezsiz, amellerimizin sâlih amel olacak ve araya bir fânî alâkası girmeyecek. Bu şekilde -inşâallah- Cenâb-ı Hakk’ın bir rahmetinin tecellîsi olacak üzerimizde.
“(Şuayb’ın) iki kızından biri (olan Safura): «Babacığım (dedi), onu ücretle (çoban olarak) tut! Çünkü ücretle istihdâm edeceğin (bu) en iyi kimse (dedi. Emin kimse dedi, sâlih kimse dedi). Güçlü ve güvenilir olan (bir kimse) dedi.” (el-Kasas, 26)
Demek ki burada, kendisine vazife verilecek kişinin iki hususiyeti olması lâzım. Bunların birisi liyâkat. Yani işi bilmek ve bununla birlikte o işi becerebilecek güce sahip olabilmek.
İkincisi de emânet: Doğru ve güvenilir olabilmek.
Bilhassa bu, müslümanın iki tane fârik vasfı. Yine Yâsin’in 2. sayfasında, Îsâ -aleyhisselâm- zamanında iki kişi gelip putperest kavme dîni tebliğ ediyor. Onlar reddediyorlar, kavim. Üçüncü bir kişi geliyor. Tebliğ ediyorlar. Yine kavim reddediyor. Karyeden, uzaktan bir yerden bir kişi koşarak geliyor:
“–Ey diyor, ahâlî diyor, ben size bir soru soracağım diyor. Bu gelen üç kişi diyor, sizden bir ücret istiyor mu diyor. Bir diyor, ecir istiyor mu diyor. Bir dünyalık talebi var mı?” diyor.
“–Yok.” diyorlar.
İkincisi:
“–Bunlar hidâyet üzere insan mı diyor. Bunlarda bir yanlışlık, bir hatâ görüyor musunuz hâllerinde?”
“–Yok.” diyorlar. Onu da görmüyoruz.” diyorlar.
“–Ben o zaman diyor, onların getirdiği inanca ittibâ ediyorum.” diyor.
Kızıyorlar:
“–O zaman seni taşlarız.” diyorlar. Hakîkaten Habîb-i Neccâr’ı taşlıyorlar. Taşlayarak öldürüyorlar. Ölürken, işte âyet-i kerîmede, kavmine acıyor:
“–Keşke diyor, Rabbimin diyor, bana olan ikramını kavmim bilseydi.” diyor. (Bkz. Yâsîn, 27)
Velhâsıl bu liyâkat, emânet, şahsiyet, karakter, emânet. İşte bunu en güzel, asr-ı saâdette görüyoruz. Efendimiz’in terbiyesinde yetişen o kısmen yarı vahşi insanlar bir kısmı, onlar öyle bir şey oldu ki, dünyaya büyük bir karakter ve şahsiyet tevzî ettiler, hak-hukuk tevzî ettiler.
Kızlar diyor ki:
“–Emin bir kimseydi diyor, güçlü bir kimseydi.” diyor.
“–Güçlü olduğunu nereden biliyorsun?” dedi Şuayb -aleyhisselâm-, “–Güçlü olduğunu nereden biliyorsun?” dedi.
“–Baba dedi, koca bir kayayı tek başına kaldırdı, kuyunun üzerine koydu. Kuyunun ağzını kapattı.” dediler.
Güvenilir de; onun “el-Emîn” vasfını söylediler. Tabi bu, firâset.
Firâset; sâlih-sâliha mü’minlerde meydana gelen isâbetli sezgidir, keşif hâlidir. Firâset, kalpte vukû bulan mânevî bir idrâk kâbiliyetidir.
Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-’a Enes -radıyallâhu anh- geldi. Enes’e Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-:
“–Gözünü haramdan koru!” dedi.
O da:
“–Yâ Halîfe dedi, Rasûlullah’tan sonra sana âyet mi geliyor dedi. Gözümün harama baktığını nereden gördün?”
Bir kadın geçiyordu, o kadına gözü kaydı. Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- dedi ki:
“Mü’minin firâsetinden sakınınız! Çünkü o, Allâh’ın nûruyla bakar!..” (Tirmizî, Tefsîr, 15)
Yine Ebû Hanîfe Hazretleri, abdest alan bir genç gördü. O gence:
“–Şu hatâları yapma oğlum!” dedi.
Genç, hayret içinde Ebû Hanîfe Hazretleri’ne:
“–Yâ İmâm dedi, bu hatâları işlediğim zaman sen yoktun dedi. Bunu sen nereden biliyorsun?” dedi.
Ebû Hanîfe Hazretleri de:
“–Abdest âzâlarından dökülen sulardan gördüm!” dedi.
Bu nedir? Firâset.
Yani firâsetin şartı nedir o zaman?
İlk başta, birinci şartı helâl lokma.
İkincisi, şerîati bütün hayatın muhtevâsında devam ettirmek, kalbî hayatı inkişâf ettirmek. Helâl lokma en başta, rûhâniyet verir, huzur hâli verir, eğer şüpheli lokma ise gaflet verir.
Vâsıtî -radıyallâhu anh- buyuruyor:
“Firâset, kalpte parlayan nûrun ışığıdır. Kalpte yerleşen mârifettir, (Cenâb-ı Hakk’ı kalben bulabilmek, kalben idrâk edebilmek, O’na yaklaşabilmektir). Bu mârifet ile gaybın sırları ayân olur…”
Mevlânâ da bu hususta der ki:
“Hacca gidenler, orada hacda, Kâbe’nin Rabbi ile buluşsunlar. Eğer Kâbe’nin Rabbi ile buluşurlarsa, her yerde Kâbe’yi bulurlar.”
Yine Mesnevî’sinde ayrı bir, Mevlânâ’nın şeyi var:
“Akıl, dünyevî işlerimizde başarılı olmasına rağmen, mâhiyeti îcâbı, hakîkate, ilâhî esrâra, yani mârifetullâha vâsıl olmakta yetersiz kalır. (Dünyevî işlerde iyidir, fakat kalpte Allâh’ın tanınması, yani esmânın kalpte tecellî etmesi, burada akıl yetersiz olur buyuruyor. Buraya yetişmekte mârifetullâha, vâsıta kalptir.) Bu ulvî yolculuk için, bu vâsıta, (kalbî inkişaf) gereklidir. O da gönüldür, aşktır, vecddir, istiğraktır. (Ondan sonra çok güzel bir ifadesi var Mevlânâ’nın:) Akıl, Mustafâ’ya kurban olsun!”
Yani Rasûlullah Efendimiz ne buyurursa, ona hiç düşünmeden bir itaat hâlinde…
Yine Abdülhâlık Gücdüvânî Hazretleri sohbetinde, bir yabancı geliyor. Orada sohbette;
“Mü’minin firâsetinden korkunuz! Çünkü o, Allâh’ın nûruyla bakar!” (Tirmizî, Tefsîr, 15) hadisini okuyor. Gelen kişi diyor ki:
“–Bunun sırrı nedir?” diyor.
Abdülhâlık Gücdüvânî Hazretleri cevaben -gelen hristiyan, bir imtihan etmek için geliyor- Gücdüvânî Hazretleri diyor ki:
“–Belindeki zünnârı çıkar o zaman diyor. Sen hristiyansın diyor, beni imtihana geldin diyor. Belindeki zünnarı çıkar.” diyor.
Onlar bir zünnar takarlardı şeyler, papazlar, bir kemer gibi. Tabi burada mânevî olarak bahsediyor.
Bu firâset dolu kerâmet karşısında genç, Pîr’in önünde kelime-i şehâdet getirdi ve müslüman oldu.
Gücdüvânî Hazretleri bu sefer ihvânına döndü, cemaate döndü:
“–Biz de kalplerimizdeki zünnarı çıkartalım!” dedi.
Kalpteki zünnar, kibir -en başta-, haset, gurur, cimrilik, kıskançlık ve emsalleri. Bunlardan kalp temizlenecek. Çünkü bunlar, kalbi Allah’tan uzaklaştıracak hususiyetler.
Şuayb -aleyhisselâm-, Hazret-i Mûsâ’yı çok beğendi, sevdi. Onu yanında alıkoymak istedi. Bir çare düşündü. Sonunda kızı Safura ile evlenmesini teklif etti. Safura ile evlendiler.
Rivâyete göre Mûsâ -aleyhisselâm- koyunları güderken hiçbirine değnek bile vurmazdı. Eziyet etmezdi. Onları aç bırakmazdı.
Efendim, bir hâtıra:
Bu, Azerbaycan’da Samed Baba diye bir zât vardı. Çobandı kendisi. Halka göre câhildi. Fakat ârif bir zâttı bu. Ona burada Medîne’den gelen, Ravza’dan gelen bir halıdan bir parça göndermiştik, yünden. Onu, halıyı aldı, dedi ki, seccâdeyi:
“–Ben dedi, çobanlık yaptım dedi, hiçbir hayvana çimdik, yani bir şey vurmadım dedi. Allah dedi, bana onların tüyünden olan bir seccâde gönderdi.” dedi. İşte ârif kim?..
Allah Teâlâ da onu İsrâiloğulları’na peygamber olarak gönderdi Mûsâ -aleyhisselâm-’ı, onunla konuştu / mükâlemede bulundu. Peygamberliğinden sonra da çobanlığa devam etti, milletini birçok kötülükten korudu.
Allâh’ın yarattıklarına şefkatli davranmayan, hiçbir Allah dostu yoktur, olamaz. Biz de O’nun mahlûkâtını aziz tutar, onlara şefkatle muâmele edersek, Hak ehlinin ulaştığı mertebelerden Cenâb-ı Hak cümlemize bir hisse nasîb eder -inşâallah-.
Hemen hemen bu çobanlık, bütün peygamberlerin az-çok icrâ ettikleri bir meslektir. Böylece, Allah onlara tebliğ vazifesini vermeden önce;
–İdarecilere lâzım olan mes’ûliyet hissini veriyor,
–Vazifeyi hakkıyla îfâ etme şuuru veriyor,
–Şefkat ve merhamet gibi birtakım husûsiyetleri kazandırıyor.
Çobanın en mühim vazifesi; onları kurtlardan korumak, güneşte bırakmamak, otluk yerlerde sergilemek.
Demek ki bugün de evlâtlarımıza anne-babaların en mühim şeyi, onlara çobanlık etmek, onları kurtlardan korumak.
Birçok, televizyonun yanlış programları, ateistlerin birtakım internette verdikleri programlar, maalesef tam böyle kurtlar olmuş oluyor. En mühim annenin-babanın vazifesi, kurtlardan korumak ve ailenin çobanı olması.
Velhâsıl nihayet Mûsâ -aleyhisselâm- çobanlıkta sekiz sene doldurdu. Şuayb -aleyhisselâm- koyunları, damadı ve kızına hediye etti. Onuncu seneye kadar devam ettirdi. Benekli koyunlar çıktı bolca -çok makbuldü- benekli koyunlardan verdi, müstahdemlerine verdi.
Medyen’den Mısır’a doğru çıktılar. Hem de gidip orada kardeşini görmek istedi Hârun’u. On sene uzakta kaldı memleketinden.
Yolda şiddetli bir yağmur başladı. Bir kış akşamıydı. Her yer zifiri karanlıktı. Geceyi geçirmek için bereketli Tûr Dağı’na sığındılar. Bir mağaraya girdiler. Safura hâmileydi; çocukları dünyaya gelmek üzereydi. Bu soğuk, karanlık ve yağmurlu gecede, ateş ve ışığa ihtiyaçları vardı. Uzakta bir ışık gördü, ateş gördü.
“–Buradan sakın çıkmayın dedi, kaybolursunuz dedi. Ben gidip o ateşten alıp geleyim.” dedi.
Bu, aslında gördüğü ateş, kendisini peygamberliğe hazırlamak için bir işaretti. Âyet-i kerîmede:
“Sonunda Mûsâ süreyi doldurup (zamanı doldurup) âilesiyle yola çıkınca, Tûr tarafında bir ateş gördü. Âilesine: «–Siz (burada) bekleyin; ben bir ateş gördüm. Belki oradan size bir haber yahut ısınmanız için bir kor parçası getiririm!» dedi.” (el-Kasas, 29)
“Oraya vardığında (Mukaddes Vâdi Tuvâ’ya varınca, tarafımızdan:) «Ey Mûsâ!» diye seslenildi (o vâdide): Muhakkak ki Ben, evet Ben, Sen’in Rabbinim! Hemen nâlinlerini çıkar! Çünkü Sen, kutsal vâdi Tuvâ’dasın! Ben Sen’i seçtim. Şimdi vahyedilene kulak ver! (Âyet-i kerîmede.)
Muhakkak ki Ben, yalnızca Ben Allâh’ım! Ben’den başka ilâh yoktur. Bana kulluk et; Ben’im zikrim için namaz kıl!
(Demek ki burada zikir ve namaz çok mühim. Yani zikir nedir? Allâh’ı unutmamaktır. Gözünün gördüğü her şeyde Cenâb-ı Hakk’ı hatırlamak, ilâhî azamet, ilâhî kudret akışlarından kalbin ders alabilmesi. Âyet-i kerîmenin devamı, Tâhâ’da:)
Kıyâmet günü mutlakâ gelecektir. Herkes peşinden koştuğu şeyin karşılığını bulsun diye, neredeyse onu (kendimden) gizleyeceğim. Ona inanmayan ve nefsinin arzularına uyan kimseler, seni ondan (kıyâmete inanmaktan) alıkoymasın; sonra mahvolursun!” (Tâhâ, 11-16)
Yani onlara bir tâviz verme! Küfür ehline bir tâviz verme! Sonra mahvolursun!
Yani peygambere bir îkazla başlıyor.
Müfessirler, “Nâlinlerini çıkar!” ifadesine şu mânâları vermişlerdir:
“İki nâlin, dünya ve âhireti temsil etmektedir.”
“Kalbini, dünya ve âhiret ile ilgili meşgûliyetlerden boşalt! Hak için her şeyden tecerrüd edip sıyrıl ve Allâh’ın mârifetinde, müşâhedesinde fânî olmaya bak!..”
Mevlânâ Hazretleri yine, aklın hudûdunu şu misâl ile ifade ediyor:
“Hasta olan bir kimse, akılla ancak hekime kadar gider, doktora kadar gider aklıyla. Hekimin kapısında aklın vazifesi biter. Bundan sonra ona hekimin tavsiyelerine teslîmiyet düşer. Nitekim mârifetullâha nâil olabilmek de, teslîmiyetin büyüklüğü nisbetinde ancak mâfiretullâh’tan bir netice alınır.”
Diğer bir ifadeyle bu “iki nâlinini çıkar” emri şu mânâya gelir:
“Sen tabiat ve nefisten sıyrıl! Nefsini ve ona bağlı şeyleri düşünmeyi bırak!”
“Delîlin tefekküründen vazgeç! Çünkü müşâhede ve ıyândan, yani göz ile gördükten sonra bunların faydası yoktur!”
Bu nedir? Teslimiyetin telkiniydi.
Cenâb-ı Hak, Hazret-i Mûsâ’ya mukaddes Tuvâ Vâdîsi’nde “Nâlinlerini çıkar!” diye emretmesi, Mûsâ -aleyhisselâm-’ın ayaklarının, oranın bereketinden istifâde edip şerefyâb olması içindi o mukaddes vâdi Tuvâ’da.
Ancak ne ibrettir ki, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e Mîrâc gecesi şöyle denildiği rivâyeti vardır:
“Ey Habîbim! Sen Arş yaygısı üzerinde pabuçlarınla yürü ki, Arş Sen’in pabuçlarının tozu ile şereflensin ve Arş’ın nûru Sana kavuşma nîmetine nâil olsun!” (İsmâil Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân, V, 370)
Bu da Efendimiz’in, bütün peygamberlerin üzerindeki bir zirve durumunu gösteriyor.
Cenâb-ı Hak -buralar da çok ibretli- Mûsâ -aleyhisselâm-’ı peygamber olarak tayin edip onunla konuşunca kendisine hitâben şöyle buyurdu:
“…Sağ elindeki nedir, ey Mûsâ? (Dedi.)” (Tâhâ, 17)
Asâ vardı. Mûsâ -aleyhisselâm-:
“«–O benim asâmdır. (–Ne yaparsın onunla?) Ona ben dayanırım, onunla (koyunlarıma) davarlarıma yaprak silkelerim…” (Tâhâ, 18) Benim için bundan başka onunla çok iş görürüm dedi, o asâ ile.
Bunun üzerine Allah -celle celâlühû-:
“«–Yâ Mûsâ! Onu yere at» dedi.” (Tâhâ, 19)
Mûsâ, hemen emri yerine getirdi:
“Hemen onu yere attı. Bir de ne görsün, hızla sürünen bir yılan değil mi?” (Tâhâ, 20)
Asâ yılana döndü.
Bunu gören Mûsâ -aleyhisselâm- o yılandan kaçmaya başladı. Yani asâsından kaçmaya başladı.
Allah Teâlâ:
“«–Al onu! Korkma! (Dedi.) Biz onu şimdi ilk hâline döndüreceğiz.» buyurdu.” (Tâhâ, 21)
Abdülkâdir Geylânî Hazretleri, bu âyetleri şu şekilde açıklar:
“Âyetlerde beyân olunan hâdiselerin maksadı, Mûsâ -aleyhisselâm- Allâh’ın kudretine muttalî olacak. Tâ ki, Firavun’un saltanatı, onun gözünde büyük ve kudretli gözükmesin!
Diğer bir gâye ise, Firavun ve kavmi ile harp etmeyi Mûsâ -aleyhisselâm-’a öğretmek idi. Böylece Allah, Firavun ve onun etrafındakilerle savaşmaya hazırladı. Mûsâ -aleyhisselâm-’ı hârikulâde şeylere muttalî kıldı. Zira Mûsâ -aleyhisselâm- önceleri çekingen idi. Sonra Allah, onun kalbini genişletti. Kendisine hüküm, peygamberlik ve ilim verdi.”
Yine Mûsâ -aleyhisselâm-, Cenâb-ı Hakk’ın; “Sağ elindeki nedir?” suâline cevâben fânî alâkaları zikredince, -yaprakları silkelerim vs.- Allah bunların atılmasını emretti. Yani nefs ve onunla bağlantılı olan şeyler, koca bir yılan hâlinde temessül etti. İnsanın bağlandığı ihtiraslar, hasetler vs. gösteriş, şâşaa, israflar, cimrilikler vs. bunlar bir temessül etti. Bunlar bir yılan şeklinde Mûsâ -aleyhisselâm-’a gösterildi.
Böylece Mûsâ -aleyhisselâm-’a nefsin hakîkati, nefsin âfeti gösterildi. Mûsâ -aleyhisselâm- bu nefsin âfetlerinden korktu, ürktü ve ondan kaçtı. Bütün bunlara rağmen, ona bir bakıma şöyle denilmiş oldu:
“–Ey Mûsâ! İşte bu yılan, Allah’tan başka şeylere bağlılık vasfının ta kendisidir. Bu nefsânî vasıf, şekillenmiş bir sûrette sahibine görününce, ondan ürker ve kaçar.”
Yine âyet-i kerîmede “Asânı at!” diye emrolunmasının diğer bir işârî mânâsı da:
“Artık sen tevhîd sıfatı ile sıfatlanmışsın. Senin bir asâya dayanıp güvenmen, senin için kendisine dayanacağın ve kendisinden yardım dileyeceğin fânî bir varlığın olması, nasıl doğru olabilir? Nasıl olur da sen, o asâ ile ben şöyle yapıyorum, ondan istifâde ediyorum ve onda benim için başka faydalar da var diyorsun? Tevhîd yolunda ilk adım, sebepleri terktir. Yani mutlak tevekkül ve teslîmiyettir. Her türlü talep ve istekten vazgeçmek şeklindedir.”
İbrahim -aleyhisselâm-, melekler dâhil bütün fânîlerin yardımından müstağnî oldu. Melekler geldiler ateşe atıldığı zaman;
“–Yardım edelim.” dediler. Her melek fârik vasfını söyledi.
İbrahim -aleyhisselâm-:
“–Aramıza girmeyin!” buyurdu.
Yani izâfetlerden sıyrıldı. Yalnız Hakk’a tevekkül ve teslîmiyet gösterdi. İşte o zaman ateş, serin ve selâmet oldu.
İkinci mûcize, “yed-i beyzâ”. Elini koynuna soktuğu zaman sağ elini, birdenbire bir ışık, bir projektör hâlinde vuruyordu.
“(Mûsâ’ya:) «Elini koynuna sok; kusursuz, bembeyaz çıkacaktır. Korkudan, (açılan) kollarını kendine çek! İşte bu ikisi (asâ ve yed-i beyzâ), Firavun ve onun adamlarına karşı Rabbin tarafından iki kesin delildir. Çünkü onlar, yoldan çıkan bir kavim olmuşlardır!» (diye vahyedildi).” (el-Kasas, 32)
Ondan sonra hemen orada:
“Firavun’a git! (Firavun) azdı.” (Tâhâ, 24) Cenâb-ı Hak buyuruyor.
Yine Mûsâ -aleyhisselâm- tereddüt:
“«Rabbim! Ben onlardan birini öldürmüştüm; onların da beni öldürmelerinden korkarım.» dedi.” (el-Kasas, 33)
Daha sonra da kardeşi Harun’u kendisine yardımcı olarak istedi. Kendisinin, Mûsâ -aleyhisselâm- o ateşi ağzına götürdüğü için dilinde bir rekâket vardı. Onun için;
“–Ben dedi, anlatamam dedi, Harun’u bana yardımcı olarak verirsen, Harun vasıtasıyla daha benim vazifem daha çok kolaylaşır.” dedi. (Bkz. el-Kasas, 34)
Burada:
“Firavun’a git! Çünkü o iyice azdı.” (Tâhâ, 24) buyrulduğu zaman Mûsâ -aleyhisselâm- âile efrâdını sordu. Onlar mağaradaydı. Çocuk doğmuştu. Benekli koyunlar vardı. Belki bir-iki de müstahdemi vardı.
“–Bunlar ne olacak yâ Rabbi!” dedi. Yani ev halkım, davarlarım ne olacak?” dedi.
Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, “muhâfaza edenlerin en hayırlısı” olduğunu hatırlatarak şöyle dedi:
“–Ey Mûsâ dedi, Ben’i bulduktan sonra başka sen ne istersin dedi? Sen Ben’im emrimi edâya koş! Bana bağlan, teslîmiyet göster! İstersem, kurdu koyunlarına çoban eder ve meleklerime de âilene muhâfaza ettiririm dedi.
Ey Mûsâ dedi, nedir düşündüğün dedi. Yani niye bu düşüncelere saplandın dedi. Ne olacak benim ailem burada diye…
Annen dedi, seni denize bıraktığı zaman seni kim kurtardı dedi. Bir salın içinde, sandığı bıraktığı zaman, seni orada kim kurtardı dedi.
Bundan sonra seni annene kim kavuşturdu dedi.
Hani dedi, seni, bir kişiyi kazâ ile öldürmüştün, Firavun seni aramaya koyulmuş ve seni öldürmeye azmetmişti; o vakit seni ondan kim muhâfaza etti?
Ey Mûsâ! Seni Medyen çöllerinde garip, yalnız, kimsesiz olarak kim muhafaza etti?
Mûsâ -aleyhisselâm- her söyleneni dinliyordu, bir taraftan da her cümlenin sonunda:
“SEN YÂ RABBİ, SEN YÂ RABBİ, SEN YÂ RABBİ!..” diyordu. (Ahmed er-Rufâî, Hâletü Ehli’l-Hakîkati Meallâh, s. 337)
Gaybı ancak Allah bilir. Biz bazı şeyleri şer görürüz, belki de o bizim için şer değil hayırdır. Hayır gördüğümüz şey ise aslında şer olabilir. Çoğu kimse varlıklı olmak, konforlu bir hayat yaşamak ister. Ama belki o hayat onu cehennem yolcusu yapacaktır. Hakkımızda hayır olanı bilmeyiz.
Meselâ bir Kârun vardı. Onu da ileride bahsedeceğiz. Kârun, daha evvel sâlih bir kuldu. Tevrat’ı en iyi tefsir edenlerden biriydi. Mûsâ -aleyhisselâm- akrabasıydı. Onu varlık, konfor vs. alâka, şöhret, yolundan çıkardı.
Mûsâ -aleyhisselâm- ondan sonra:
رَبِّ اشْرَحْ لِى صَدْرِی. وَيَسِّرْ لِى اَمْرِی. وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِنْ لِسَانِی. يَفْقَهُوا قَوْلِی
(“…Rabbim! dedi, yüreğime genişlik ver. İşimi bana kolaylaştır. Dilimden (şu) bağı çöz. Ki sözümü anlasınlar.” [Tâhâ, 25-28]) diye duâ etti.
Âyet-i kerîmede; Hârun ile onu kuvvetlendirdi.
“…Ve onu işime ortak kıl (yâ Rabbi dedi). Sen’i çok çok zikredelim! Şüphesiz Sen bizi gözetlemektesin.» dedi.
Allah Teâlâ, (Mûsâ’nın ilticâsını kabûl ederek): «–Ey Mûsâ! İstediğin sana verildi.» dedi.” (Bkz. Tâhâ, 32-36)
Velhâsıl Mûsâ -aleyhisselâm-, Hârun da Mısır’daydı, Mûsâ -aleyhisselâm- yola koyuldu.
Yine Mûsâ -aleyhisselâm- ile bir îkaz geldi:
“Sen’i kendim için (elçi) seçtim (dedi). Sen, kardeşinle beraber, âyetlerimi götürün (emirlerimi götürün, âyetlerimi götürün)! Zikrimden de uzak kalmayın!” (Tâhâ, 41-42) denildi. Zikrimden de uzak kalmayın!
Demek ki Cenâb-ı Hak iki peygambere zikrimden uzak kalmayın buyurdu. Demek ki zikrin o kadar çok bir ehemmiyeti var. Namazın, orucun, vs. hayır-hasenâtın bir zamanı var. Fakat zikrin zamanı yok. Cenâb-ı Hak daimî bir zikir istiyor:
“Ayaktayken, otururken, yanları üzerindeyken zikrederler…” (Âl-i İmrân, 191) buyuruyor.
Zikrin neticesinde kevnî âyetleri tefekkür:
“…Göklerin ve yerin yaratılışını derinden derine tefekkür ederler, «Yâ Rabbi Sen Sübhan’sın derler. Bizi Cehennem azâbından koru.» derler.” (Âl-i İmrân, 191)
Demek ki Cenâb-ı Hak bir kulun bu hâlet-i rûhiye içinde olmasını arzu ediyor. Yani Mûsâ -aleyhisselâm- ve Harun -aleyhisselâm- peygamber oldukları hâlde kendisini zikretmelerini emrediyor.
Bu kalbî eğitim, bir mü’min için zarûrî. Îman cevherinin merkezi kalp. Şimdi, zihnî bilgiler insan alır ve zihni bir arşiv hâline getirir; bu kâfî değil. Kalbin devreye girmesi lâzım. Kalbin de eğitimi, muhabbetle oluyor. Muhabbet kadar kalpte Cenâb-ı Hakk’a yakınlık artıyor.
Ashâb-ı kirâma baktığımız zaman, bu, büyük bir zâhirî eğitimden sonra her inen âyet tatbik ediliyor, bir de ağır bir kalbî eğitimden geçiriliyor. Malıyla, canıyla, her şeyiyle kalbî eğitimden geçiriliyor.
Ne eğitimi? Teslîmiyet eğitimi. Efendimiz ne buyurmuşsa bir lûtuf olarak… Meselâ Mûte’ye giden kumandanların, gidecek Mûte’ye, hepsi şehid olacağını biliyordu. Fakat hiçbirinde en ufak bir tereddüt yoktu ve yüzlerinde tebessüm vardı.
Demek ki zihnî eğitim, bilgilerle oluyor. Fakat bu, iki vecheli oluyor. Rasûlullah Efendimiz:
“…Fayda vermeyen ilimden yâ Rabbi Sana sığınırım…” diyor. (Bkz. Müslim, Zikir, 73)
Fakat kalbî ilim, zihnî bilgileri koruyor. Kalbî eğitim yoksa, zihnî bilgiler varsa, Cenâb-ı Hak orada “ثَمَنًا قَلِيلًا” buyuruyor. Az bir dünyalık karşısında -Allah korusun- saparlar. (Bkz. Âl-i İmrân 77, 187, 199…)
Cenâb-ı Hak, Firavun’a giderken, “leyyin lisan” kullan buyurdu. (Bkz. Tâhâ, 44) Firavun’un İslâm’a gelmeyeceğini Cenâb-ı Hak biliyordu. Fakat bizlere olan şey, “yumuşak lisan kullan” buyurdu. Yumuşak lisan ne yapar? Daimâ azgının azgınlığını hafifletir. Onun için Cenâb-ı Hak:
“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen onu en güzel şekilde önle (buyuruyor…) Sana candan dost olur.” (Fussilet, 34) buyuruyor.
Cenâb-ı Hak da buyuruyor bu tebliğ hususunda; üç hususiyette insana bir emr-i bi’l-mârûf’tan bahsediyor:
“(Rasûlüm!) Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et. Rabbin kendi yolundan sapanları en iyi bilendir. O, hidâyete erenleri de çok iyi bilir.” (en-Nahl, 125)
Burada birincisi; “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır.” buyruluyor.
Yani tebliğ ederken, akl-ı selîm sahibi, eşyanın hakikatini öğrenen, araştırıcı, biraz seviye kazanmış âlimlere “hikmet”le. Meselâ bugün dünyada birçok kimse, Mesnevî’deki o hikmetlerle İslâm’a giriyor.
İkinci kategoride bulunanlar, halkın çoğunluğunu teşkil eder. Henüz sağlam fıtratını koruyan orta sınıf. Onlara da güzel öğütte bulun, buyruluyor.
Üçüncü sınıf, inatçı ve düşman kimseler. Bunlarla mücâdele, en güzel şekilde davet edilmesini istiyor. Cenâb-ı Hak burada “قَوْلًا لَيِّنًا” (yumuşak söz) (Bkz. Tâhâ, 44) buyuruyor. Yani kendine düşmanlık edene bile bir merhametle muâmele.
İşte Hazret-i Yusuf -aleyhisselâm-. Kardeşlerinin o kadar yaptığı zulme karşı mukâbele etmedi. Onlara ikram, ikram… En sonunda “Sen Yusuf’sun dediler.” “Allah seni hakîkaten bizden üstün yaratmış…” dediler. (Bkz. Yûsuf, 91)
Rasûlullah Efendimiz, o Mekke Fethi’nde, herkes bir kısas bekliyordu. Efendimiz “af” buyurunca, İslâm’a girdiler;
“–Sen ne güzel bir kardeşsin.” dediler. (Bkz. İbn-i Hişâm, IV, 32; Vâkıdî, II, 835; İbn-i Sa‘d, II, 142-143)
Yine Efendimiz’e Cenâb-ı Hakk’ın Âl-i İmran Sûresi’nde bir sıfatını bildiriyor:
“O vakit Allah’tan bir rahmet olarak onlara yumuşak davrandın. Şayet onlara sen kaba ve katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu hâlde onları affet, bağışlanmaları için duâ et. (Yapacağın) iş hakkında onlarla istişâre et. Kararını verdiğin zaman da artık Allâh’a tevekkül et. Muhakkak ki Allah, kendisine tevekkül edenleri sever.” (Âl-i İmrân, 159)
Mısır’a geldiler. Binbir tereddütle Firavun’un sarayına girdiler. Firavun’a tebliğ etmeye başladılar. Firavun, onlara dedi ki, Mûsâ -aleyhisselâm-’a:
“–Sen dedi, çocukken himâyemize girip benim sarayımda büyüdün dedi. Hayatının en mühim yıllarını sarayımda geçirdin dedi. Sonunda yaptığın bu kötü iş nedir dedi. Sen bir nankörsün!” dedi. (Bkz. eş-Şuarâ, 18-19)
“–Sen bir kâfir oldun dedi. Çünkü benim tanrılığımı kabul etmiyorsun!” dedi.
Mûsâ -aleyhisselâm-:
“(–Ben Kıptîyi öldürmedim.) Ben, o işi o anda sonunun ne olacağını bilmeyerek yaptım. Sizden korkunca da hemen aranızdan kaçtım. Sonra Rabbim bana hikmet bahşetti, beni peygamberlerden kıldı. O başıma kaktığın iyilik ise, İsrâiloğulları’nı köleleştirmenin bir neticesi değil miydi?» dedi.” (eş-Şuarâ, 20-22)
Sonra Firavun diyor ki:
“–Peki diyor, senin alâmetin ne diyor. Ne alâmetin var diyor. Neyle beni tatmin edeceksin?” diyor.
Mûsâ -aleyhisselâm- da bunun üzerine asâsını atıyor yere; koca bir yılan şekline giriyor, kıvranan böyle şey hâlinde. (Bkz. eş-Şuarâ, 29-32)
“–Mûsâ onu tut.” diyor. Korkuyor, ürküyor. Hem tanrı, hem korkuyor.
Mûsâ -aleyhisselâm- da tutuyor; tekrar asâya dönüyor.
“–Mûsâ diyor, bu kadar mı senin topu topu diyor, yapacağın sihir bu kadar mı diyor. Sen sihirbazsın diyor. Başka yok mu?” diyor.
Yed-i beydâ, elini koynuna sokuyor, çok kuvvetli bir projektör, ışık… (Bkz. eş-Şuarâ, 33)
Ondan da korkuyor. İnanacak hâle geliyor. Onun üzerine, yani bir şeyde kalıyor. Hemen Hâman geliyor -meleesi-:
“–Biz senin dedi, tanrılığını devam ettirelim dedi. Firavun dedi ki:
“–Hakîkaten Mûsâ dedi, büyük sihirbaz.” dedi.
“–Peki bunun karşısına kimi verelim?” dediler “Senin tanrılığını devam ettirelim.”
“–Mısır’ın en güçlü sihirbazlarını çağıralım, Mûsâ ile beraber onları bir müsabakaya sokalım. Onlar nihâyet Mûsâ’yı alt ederler. Senin de biz tanrılığını devam ettiririz. Sen tanrısın, sakın tanrılıktan vazgeçme.” dediler.
Bu da hoşuna gitti Hâmân’ın bu teklifi. Mısır’ın üstad sihirbazlarını buldular. Onları çağırdılar. Mûsâ -aleyhisselâm- ile bir görüştüler. Bunu ne zaman yapalım diye, bu müsâbakayı. O da:
“–Bir bayram sabahı yapalım, halk toplansın, halkın önünde yapılsın bu.”
“–Bu şekilde sen tanrılığını devam ettirir, Mûsâ’yı bertaraf edersin.” dediler.
En nihâyet sihirbazlar geldi, toplandı. Sihirbazlara:
“–Mûsâ’yı alt edecek misiniz?” dedi.
Baş sihirbaz dedi ki:
“–Eğer dedi, bu dedi, Mûsâ’nın yaptığı sihirse dedi, dünyada bizden öteye giden sihirbaz yok dedi. Biz bunu bertaraf ederiz. Senin de tanrılığını devam ettiririz dediler. Lâkin bu, gökten inen bir hâdiseyse bizim yapacak bir şeyimiz yok o zaman.” dediler.
Peki dedi sihirbazlar;
“–Biz Mûsâ’yı alt edersek ne var karşılığı?” dediler.
Dedi ki Firavun da:
“–Siz gözdelerden olacaksınız. Yani Mısır’ın hazinelerini sizin önünüze dökeceğim dedi. Çünkü siz benim tanrılığımı koruyacaksınız bu şekilde.” dedi.
En nihâyet bayram sabahı toplandılar. Mûsâ -aleyhisselâm- baştan onlara bir öğüt verdi. Yaptıkları işin çok yanlış olduğunu bildirdi.
Bir tarafta Mûsâ -aleyhisselâm- bir tarafta sihirbazlar, müsabakaya başlanacak. Sihirbazlar baktılar Mûsâ -aleyhisselâm- şöyle güzel bir insan;
“–Mûsâ dediler, baştan sanatını sen mi gösterirsin, biz mi gösterelim?”
Mûsâ -aleyhisselâm-:
“–Siz atacağınızı atın, gösterin.” dedi.
Onlar atacağını attılar. Onlar orada, meydanda dolaştılar:
“–Tamam dediler, Mûsâ dediler, bak biz sihrimizi gösterdik, şimdi sıra sende, sen de göster.” dediler.
Mûsâ -aleyhisselâm- baştan bir korktu, ürktü. Cenâb-ı Hak “korkma” dedi. “Asâyı at!” dedi. Asâ koca bir yılan oldu, o sihirbazların attığı sopaları, şeyleri, değnekleri, ipleri yuttu hepsini.
Üstad sihirbaz dedi ki avene sihirbazlara -gözleri az görüyordu-:
“–Bana dedi, Mûsâ’dan ve asâdan haber verin.” dedi.
Onlar dediler ki:
“–Asâ tek başına dolaşıyor ortalıkta, ne var ne yok yutuyor. Yutuyor ama karnı da şişmiyor.” dediler.
“–Mûsâ nasıl?”
“–Mûsâ da bir dehşet içinde, olan hâdise karşısında.”
Üstad sihirbaz diyor ki:
“–Bu diyor, Mûsâ’nın işi değil diyor. Çünkü hiçbir diyor sanatkâr diyor, bir ürperti hâlinde sanatını göstermez diyor. Demek ki bu, gökten inen bir hâdise diyor. Mûsâ diyor, gökten inen bu hâdisenin, bu tecellînin bir tesiri altında.” diyor.
Firavun’a dönüyorlar:
“–Biz diyorlar, Mûsâ’nın ve Hârun’un Rabbine secde ediyoruz.” diyorlar.
Firavun diyor ki:
“–Siz diyor, ona secde etmek için diyor, Mûsâ’nın, Hârun’un Rabbine secde etmek için diyor, benden izin aldınız mı diyor. Benden izin almadan siz bu işi nasıl yaparsınız diyor. Sizin diyor, ceza olarak diyor, ya dönün diyor, yahut da kolunuzu-bacağınızı çapraz olarak kestireceğim, size azâbın en çetinini tattıracağım.” diyor.
Onlar da diyorlar ki:
“–Firavun diyorlar, biz bu hakîkati gördükten sonra, artık bu hakîkatten dönmeyiz diyorlar. Sen fiilinde serbestsin diyorlar. Sen yapacağın zulmü yap, buyur, diyorlar. En nihâyet senin yapacağın zulüm, bu dünyaya aittir diyorlar. Bu dünyadan sonra senin hükmün geçmez.” diyorlar.
Firavun gaddar. Kolları-bacakları çapraz kestirmeye başlıyor. Ve hurma dallarına astırıyor. Ortalık bir kan gölüne dönüyor. Fakat çok büyük bir ıztırap. Çok büyük bir dram. Onlar da bu durum karşısında sihirbazlar da Cenâb-ı Hakk’a duâ ediyorlar:
“Yâ Rabbi! Bizim üzerimize sabır yağdır (diyorlar. Sabır yağdır) ve bizim canımızı müslüman olarak al.” (el-A‘râf, 126) diyorlar. Firavun’a bir taviz vermekten korkuyorlar. Yani îmânımız zarar görür diye.
رَبَّنَا اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَتَوَفَّنَا مُسْلِمِينَ diyorlar.
“Yâ Rabbi! Üzerimize sabır yağdır (sabır dök, -çok ağır-) canımızı müslüman olarak al.” (el-A‘râf, 126) Ki bir taviz vermeyelim.
Burada Kur’ân-ı Kerîm’de bu îman… En zor îmandır. Îmandan bir taviz verildiği zaman îman gider, insan küfre düşer.
Efendimiz:
“Sabah mü’min, akşam kâfir; akşam mü’min, sabah kâfir…” buyuruyor. (Bkz. Müslim, Îmân 186. Ayrıca bk. Tirmizî, Fiten 30, Zühd 3; İbni Mâce, İkāme 78)
Bir îmandan taviz vermemek. Küffâra benzememek. Cenâb-ı Hak bu sihirbazları bildiriyor. Habîb-i Neccâr’ı bildiriyor. Ashâb-ı Uhdûd’un yaptığı zulümleri bildiriyor, hendeklere atması, yakması.
Tabi buna benzer çok şeyler de oldu. Meselâ ilk hristiyanları, ilk Îsevîleri sirkte aslan kafeslerinin önüne attılar. Onlar aslanların dişleri arasında îmanlarını korudular. Cenâb-ı Hak bize Mekkelileri-Medînelileri bildiriyor. Tevbe Sûresi 100. âyet:
“İslâm’a ilk giren Mekkeliler, Medîneliler/Ensâr ve onlara tâbî olan ihsan sahipleri…”
Bizim de onlar gibi olmamızı istiyor Cenâb-ı Hak.
Daima demek ki kendi hâlimizi o asr-ı saâdetteki mü’minlerin hâliyle tâdâd etmemiz lâzım. “Ben ne kadar doğru yoldayım? Ne kadar Rasûlullah Efendimiz’e kalbim/gönlüm sevgi ile dolu?”
Burada yine Mevlânâ’nın bir şeyi var:
“Sihirbazlar bir ülü’l-azm peygambere, Allâh’a yakın yüce bir kula, müsâbakanın başında öncelik tanıyarak gösterdikleri nezâket, iltifat ve hürmet bereketiyle tevhîd akîdesine geldiler, o iltifatla. O büyük peygamberle müsâbakaya çıkmaları sebebiyle de cezaya (kısâsa) uğradılar.”
Gerçekten, sihirbazların Hazret-i Mûsâ’ya biraz olsun tâzîm göstermeleri, gönüllerinde îmâna açılan bir pencere oldu ve hidâyet vesîlesi oldu. Zira lâyıkına muhabbet ve müstahakkına husumet/nefret, hayatı alabildiğine ulvîleştiren müstesnâ bir müessir, bir îman alâmeti…
Kime muhabbetimiz var, muhabbetimiz ne kadar, Allah-Rasûlullah düşmanlarına da ne kadar nefret var?
Mevlânâ bu hâdisenin derûnî vechesini de şu şekilde tahlîl ediyor:
“Mel’un ve zâlim Firavun, sihirbazları, îmanlarından dolayı ölümle tehdit ederek;
«–Ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama olarak kestireceğim. Sonra da sizi affetmeyip astıracağım!» demişti.
Firavun, o anda sihirbazların korkacaklarını, ürkeceklerini ve titreyerek kendisine boyun eğeceklerini zannetmişti.
Ama Firavun bilmiyordu ki, o sihirbazlar, korku ve endişeden kurtulmuşlar, ilâhî esrar ve hakîkatlere vâkıf olmuşlardı.
Onlar, felek havanında yüz kere dövülüp un hâline gelseler dahî, artık gölgelerini kendilerinden ayırt etme irfan ve basîretini göstermişlerdi.”
Yani, rûhun asıl, bedenin ise bir gölge olduğunu anlatmaya çalışıyor Mevlânâ. Bir an önce bu gölgeyi fedâ edip asıllarına ulaşmışlardı, yani “fenâ fillah” makamlarına ulaşmışlardı.
Yine buyuruyor Mevlânâ:
“Ey insan! Bu dünya bir uyku ve rüyâdan ibârettir. Sen oradaki cümbüş ve debdebelere (yani sen o dünyadaki cümbüş ve debdebelere) sakın aldanma! Şâyet rüyâda elin kesilse veya vücudun lime lime doğransa bile korkma! Zira: «Bu dünya, bir rüyâdan ibârettir!»” buyuruyor.
Cenâb-ı Hak Nebîler Silsilesi sohbetlerinden hisse almayı -başta fakire- cümlemize Cenâb-ı Hak nasîb eylesin.
Duâmızın kabûlü niyâzıyla; Lillâhi Teâleʼl-Fâtiha!..
YORUMLAR
14 Eylül 2020 tarihli sohbeti. yazıya çevirmemiz mümkünmü selam ve dua ile