Osman Nûri Topbaş Hocaefendi 15 Şubat 2021 Sohbeti

VİDEOLAR

Osman Nûri Topbaş Hocaefendi'nin İsrâ Sûresi 23-38. ayetlerinin bize verdiği mesajlardan bahsettiği, Erkam Radyo ve Erkam TV de yayınlanan 15 Şubat 2021 tarihli sohbeti...

15 Şubat 2021 Sohbeti

Sohbetimizin bereketli olması için, üç İhlâs bir Fâtiha okuyalım.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in aziz, lâtif, mübârek, pâk rûh-i tayyibelerine, ehl-i beytin, ashâb-ı kirâmın, enbiyâ-i izâmın, sâdât-ı kirâm hazarâtının; hâssaten, merhum, rûhâniyetinden müstefîd olduğumuz Sâmi Efendi Hazretleri’nin rûh-i şerîflerine; şehidlerimizin rûh-i şerîflerine, cümle akrabalarımızın rûh-i şerîflerine, dînimizin, îmânımızın, vatanımızın, milletimizin selâmetine, üç ayların ümmet-i Muhammed için bereket, rahmet olması niyaz ve duâsıyla, bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs!

Muhterem, kıymetli kardeşlerimiz!

Cenâb-ı Hak üç aylarımızı feyizli, bereketli, hayırlı eylesin -inşâallah-.

Üç aylar, ilâhî af, rahmet ve mağfiretin bol bol ihsân edildiği, müstesnâ bir lûtuf mevsimi.

Cenâb-ı Hak -inşâallah- lûtfuyla, keremiyle bu mübârek ayları, ibadetlerle, hayır-hasenatlarla, Allah yolunda gayret ve fedakârlıklarla, hâssaten hizmetle ihyâ edebilmeyi, cümlemize Cenâb-ı Hak nasîb eylesin.

İnşâallah, önümüzde Regâib, büyük bir mükâfat Mîrac, Beraat gibi kandiller var önümüzde.

Daha sonra -inşâallah- ilâhî rahmetin coşup taştığı Ramazân-ı Şerîf’e gireceğiz.

Onun içinde de Cenâb-ı Hakk’ın Peygamber Efendimiz’e ve Efendimiz’in ümmetine müstesnâ bir lûtuf olan, bin aydan hayırlı, seksen küsur seneden hayırlı, yani o kadar, bir ömrün Cenâb-ı Hak bereketini bir gecede halkediyor.

Tabi bu bize Cenâb-ı Hakk’ın bir cömertliğini gösteriyor. En çok “Rahman Rahîm” esmâsı geçiyor.

Cenâb-ı Hak kalplerimizi nasibdâr eylesin -inşâallah-.

Cenâb-ı Hak, -inşâallah- ilâhî af berâtını almış olarak, yani bir şehâdetnâme alarak, bayram sabahına erişmeyi, Cenâb-ı Hak cümlemize ihsân eylesin.

Sâmi Efendi Hazretleri’nin, ondan bir hâtıra ile başlamak istiyorum. Ondan sonra âyetlere geçelim -inşâallah-.

Evlâtlarımızın tahsili hususunda Sâmi Efendi Hazretleri’nin bir tavsiyesi. Sohbetlerinde asıl ilmin, Allah Teâlâ’nın kudret ve azametini kalpte hissetmek, esas ilmin o olduğunu ifade ederlerdi.

Bir gün ziyaretine bir talebesi geliyor:

“–Efendim diyor, benim diyor, iki yeğenim diyor, Amerika’da tahsil gördü diyor, onun için duâ edin.” diyor.

Tabi umûmî bir îkaz bu. Üstad Hazretleri buyuruyor ki:

“–Fakir de Dâru’l-Fünûn mezunuyum. (Yani o zamanki Hukuk Fakültesi ama, şimdiki gibi değil, daha geniş, İslâm hukuku ağırlıklı.) Fakat asıl tahsil, mârifetullah tahsilidir!

Yani bugünkü ilim anlayışı, Allâh’ın kâinâta koyduğu maddî kanunların tespitinden öteye geçmiyor.

Ne kadar Cenâb-ı Hak “az bir ilim verdik” diyor. Bu az bir ilim de Cenâb-ı Hakk’ın koyduğu kâideler. Fizikti, kimyaydı, matematikti vs. sayısız, insan hâlet-i rûhiyesine koyduğu psikoloji, pedagoji, sosyal antropoloji vs. birtakım bilgiler. Bundan çok azını verdim, buyuruyor Cenâb-ı Hak. Fakat esas olan Cenâb-ı Hakk’ın bizden arzu ettiği;

لِيَعْبُدُونِ (“…Bana (Allâhʼa) kulluk etsinler diye.” [ez-Zâriyât, 56])

لِيَعْرِفُونِ (Ben’i (Allâhʼı) bilsinler diye)

Cenâb-ı Hakk’ı yakından tanıyabilmek, kalpte tanıyabilmek, kul olabilmek, gönlün muhabbetle dolması, zihnî bilgilerin kalpte hazmedilmesi. Bu şekilde bir, sâlih bir mü’min olabilmek. Bu şekilde Cenâb-ı Hakk’a dost olabilmek. Esas ilim budur. Cenâb-ı Hakk’ı tanıyabilmek.

Âdem -aleyhisselâm-’dan başlayarak, Efendimiz’e kadar gelen, bütün hak dinlerin içinde Cenâb-ı Hakk’ın bize tebliğ ettiği hususiyetler:

Birincisi; Allâh’a kulluk.

İkincisi; ana-babaya olan saygı, hürmet, hizmet…

Ondan sonra:

“…Onlardan biri veya ikisi senin yanında yaşlanırsa, sakın ha onlara «Üf!» deme; onlara «قَوْلًا كَرِيمًا» ikramkâr konuş.” (el-İsrâ, 23) Cenâb-ı Hak buyuruyor.

Yani ana-baba sağken, büyük bir nîmet. Duâsını alabilmek. Vefatlarından sonra da onlar için hayır-hasenatlar yapabilmek.

Ebû Üseyd naklediyor:

Bir gün biz Rasûlullah Efendimiz’in huzûrunda otururken bir adam çıkageldi:

“–Yâ Rasûlâllah! (dedi.) Anam-babam öldükten sonra onlara yapabileceğim neler var dedi, ne iyilikler var?” dedi.

Efendimiz şöyle buyurdu:

“–Onlara duâ et,

[رَبَّنَا اغْفِرْ لِى وَلِوَالِدَیَّ وَلِلْمُؤْمِنِينَ يَوْمَ يَقُومُ الْحِسَابُ

(“Rabbimiz! Hesap görülecek günde, beni, ana babamı ve mü’minleri bağışla.” [İbrahim, 41]) Onlara duâ et.]

–Onların günahlarının bağışlanması için de duâ et,

–Vasiyetlerini yerine getir (eğer vasiyet etmişse),

–Anne-babanın akrabalarını gözet (onlarla alâkanı devam ettir),

–(Bir de anne-babanın) dostlarına da ikramda bulun.” (Bkz. Ebû Dâvûd, Edeb, 120)

Yani anne-babanın vefatıyla yine anne-babaya olan hizmet bitmiyor, devam ediyor.

Yine Efendimiz buyuruyor:

“(Cebrâil geldi, mâlum, üç şeyi tebliğ ediyor Cebrâil.) Anne ve babasına veya sadece onlardan birine yaşlılık günlerinde yetişip Cennet’e giremeyen kimsenin burnu yerde sürülsün!” diyor Cebrâil. Efendimiz “âmîn” diyor. (Bkz. Müslim, Birr 9, 10; Tirmizî, Deavât, 101)

Demek ki anne-baba sâlih ve sâliha olursa, kıymetine paha biçilmez. Onlar dünyada da sağlığında da ömürlük bir teşekküre lâyık anne-babadır.

Lokman Sûresi’nde de:

“Biz insana, anne-babaya iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Çünkü anası onu nice sıkıntılara katlanarak taşımıştır. Sütten ayrılması iki yıl içinde olur. (İşte bunun için) önce Bana (yani Cenâb-ı Hakk’a), sonra da anne-babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş ancak Bana’dır. (Lokman, 14)

Hesap, Cenâb-ı Hakk’a verilecek.

Fakat, yalnız, anne-babanın tâlimatları Kitap ve Sünnet’in dışında olursa, o zaman itaat olmuyor. Yine âyet devam ediyor Lokman Sûresi’nde:

“Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne, yani Cenâb-ı Hakk’a) ortak koşman (yahut da bir şerîatin dışında yaşaman) için zorlarlarsa, onlara o zaman itaat etme (buyuruyor. Fakat) onlarla (yine) dünyada iyi geçin (buyuruyor). Bana yönelenlerin (Yani kimler? Sâlihalar, sâdıkalar yahut da sâlihler, sâdıklar. Bana yönelenlerin) yoluna uy. Sonunda dönüşünüz Bana’dır. (Cenâb-ı Hak buyuruyor.) O zaman size, yapmış olduklarınızı Ben haber veririm.” (Lokman, 15)

Efendim bugün, anne-babalardan şikâyet geliyor. Fakat iş işten geçtikten sonra geliyor.

Evlâdın terbiyesi, anne karnındayken başlıyor. Meryem Vâlidemiz’in annesi Hunne, hâmileyken evlâdının derdinde. Babası da İmran. Hattâ Âl-i İmran Sûresi, bir sûreye adı veriliyor.

Hunne hamileyken, duâ ediyor:

“–Yâ Rabbi diyor, ben bunu Beyt-i Makdis’e adayacağım.” diyor. Yani anne-babanın şu telâkkîsi mühim: “Cenâb-ı Hak bana evlâdı emanet olarak veriyor. Yani o emaneti Allah yolunda yetiştirecek, hem kendisi dünyada hem âhirette, iki cihanda âbâd olacak…”

Cenâb-ı Hak Mûsâ -aleyhisselâm-’a şöyle buyuruyor:

“–Ey Mûsâ! Ben, kullarımdan o kişiyi severim ki, gençlik zamanından ihtiyarlık hâline kadar ömrünü ibadetle geçirmiştir.”

Aynı Meryem Vâlidemiz’de olduğu gibi. Annesi Beyt-i Makdis’e… O zaman erkek çocuk adanırdı, fakat Hunne’nin güzel niyetiyle, Cenâb-ı Hak, Meryem Vâlidemiz’i de, onu da Beyt-i Makdis’e kabul ediliyor.

Zekeriyya -aleyhisselâm- da onun terbiyesine veriliyor. Hattâ zaman zaman açardı kapıyı, sorardı hâlini-hatırını, orada meyveler görürdü:

“–Bunlar nereden geldi?” derdi. Çünkü kimse girmiyor.

“–Rabbimden.” derdi.

Demek ki bir takvâ ile evlâtlarımız yetişirse o evlâda birçok tecellîler olmuş oluyor.

Velhâsıl anne-baba, evlâdının derdinde olacak. Daha dünyaya gelmeden derdinde olacak.

Mûsâ -aleyhisselâm-’a şöyle buyuruyor:

“–Ey Mûsâ! Ben, kullarımdan o kişiyi severim ki, gençlik zamanından ihtiyarlık hâline kadar ömrünü ibadetle geçirmiştir. Gençliğinde günah işlememiş ve gönlünü yalnızca Bana bağlayarak Ben’im sevgimi kazanmıştır.”

Cenâb-ı Hak böyle evlâtlar cümlemize nasîb eylesin.

Hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde, Arş’ın gölgesi altında barındırılacak yedi grup insandan biri de “Rabbine kulluk ederek temiz bir hayatın içinde serpilip büyüyen bir genç.” (Bkz. Buhârî, Ezân, 36)

Yani bu şikayetleri edenler de, tabi zamanında ne verdik ki, şimdi ne bekliyoruz?

“Aman tahsil, tahsil…” diyorlar. İmtihana giriyor çocukları, kapılarda bekliyorlar anne-baba saatlerce. Fakat bir âhiret tahsilini düşünmüyorlar.

Hâlbuki dünya tahsili, âhiret tahsilinin içine alındığı zaman, o kulu Cenâb-ı Hakk’a yaklaştırıyor. İşte daha evvel Sâmi Efendi Hazretleri’nin îkâzı gibi.

Âişe Vâlidemiz naklediyor:

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bir kişi geldi, yanında yaşlı bir zât vardı. Allah Rasûlü:

“–Ey filân! Yanındaki kimdir?” diye sordu. O kişi de:

“–Babamdır.” cevâbını verdi.

Fahr-i Kâinat Efendimiz:

“–Onun önünden yürüme, ondan evvel oturma, ismiyle hitap etme ve ona (güzel davran)!” (Bkz. Heysemî, VIII, 137)

Ondan sonra gelen 24. âyet:

“Onları esirgeyerek alçakgönüllülükle üzerlerine kanat ger (ihtiyarladı onlar, yaşlandı. Kanat ger, buyuruyor.)

«–Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi Sen de onlara (öyle) rahmet et!» diyerek duâ et.” (el-İsrâ, 24)

Ne güzel bir toplum meydana gelecek bu şekilde…

“Allah Teâlâ, Cennet’te sâlih kullarının derecesini yükseltir. (Der ki anne-baba:)

«–Yâ Rabbi, bu terfî bana hangi sebepten verildi?»

Allah Teâlâ buyurur ki;

«–Çocuğunun yaptığı sana istiğfar ve duâ sebebiyle (ve hayır-hasenâtıyla)…»” (Bkz. Ahmed, II, 509; İbn-i Mâce, Edeb, 1)

İnsan ömrünün üç safhası var, üç mevsimi var, Allah ömür verirse:

Birincisi; “Çocukluk”. Bu çocukluk, bir âcizlik devri. Âcizlik içinde dünyaya gelişi. Her bakımdan himâyeye muhtaç. Hiçbir ihtiyacını kendisi göremez.

İkinci merhale; “Gençlik”.

Bu da zindelik. Dünya mevsiminde ilkbahar gibi.

Üçüncüsü; “نُنَكِّسْهُ فِي الْخَلْقِ”.

Cenâb-ı Hak “…yaratılışını tersine döndürürüz...” (Yâsîn, 68) buyuruyor. Güç ve kuvvetten düşüp tekrar bir çocukluğa dönüş olan “Yaşlılık”.

Onun için Cenâb-ı Hak “onlara sakın ha «üf» deme” buyuruyor. İnsan çocuğuna üf der. Fakat anne-baba, yaşlandığı zaman, onlara bir hassâsiyetle duracak.

Ne güzel bir sistem…

Efendimiz’in yine vefâsı ve nezâketi:

Süt babası, yahut süt annesi geldiği zaman, süt kardeşi geldiği zaman, onlara ayrı ayrı ihtimâm ederdi. Örtü sererdi, örtüye otuttururdu. (Bkz. Ebû Dâvûd, Edeb, 119-120/5145)

  1. âyet:

“Rabbiniz, sizin kalplerinizdekini çok iyi bilir. (Herkesten gizlersin içindekini, Cenâb-ı Hak’tan gizleyemezsin.) Eğer siz iyi olursanız (sâlih olursanız, sâliha olursanız), şunu iyi bilin ki Allah, kötülükten yüz çevirerek tevbeye yönelenleri son derece bağışlayıcıdır.” (el-İsrâ, 25)

Demek ki Cenâb-ı Hak, şah damarımızdan daha yakın. Kalbimizi Cenâb-ı Hak -inşâallah- zikirle doldurur. Yani her gördüğümüz, her an, Cenâb-ı Hakk’ı hatırlamakla doldurur. Fakat Cenâb-ı Hak burada bizden hep istiğfar etmemizi Rabbimiz arzu ediyor.

Cenâb-ı Hak:

“Şah damarından daha yakınım.” (Bkz. Kāf, 16) buyuruyor.

Rasûlullah Efendimiz’in bir ilticâsı var. Ki Peygamber, zirve Peygamber, Fahr-i Kâinat, buyuruyor ki:

“Allâh’ım! Bize, günahlarla aramıza perde olacak kadar korkundan nasîb eyle!..” (Tirmizî, Deavât, 79)

Yani kul, hiçbir zaman şımarmayacak. Daima Cenâb-ı Hakk’ın nîmetlerini düşünecek. Devamlı, hem korkacak hem sevecek.

Nîmetleri düşünecek, sevinecek. Şu kâinat, insana bir endam aynası. Cenâb-ı Hak insan için ne lâzımsa, her şeyi halketmiş. Kevnî âyetler, zerreden küreye. Kulun sâlih olması zarûrî. Zira Cenâb-ı Hak “kişi ile kalbi arasına gireceğini” bildiriyor Enfâl Sûresi’nin 24. âyetinde.

Ömer bin Hattâb -radıyallâhu anh-, bir gencin duâ ettiğini duydu:

“Sen, kişi ile kalbi arasına girersin. (Aman yâ Rabbi!) Benimle günahlar arasına gir de hiçbir günah işlemeyeyim!”

Bu duâ Hazret-i Ömer’in çok hoşuna gitti:

“–Allah sana rahmet eylesin!” dedi. Gence hayır duâlarda bulundu. (İbn-i Batta, el-İbânetü’l-kübrâ, IV, 132; Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, IV, 45 [el-Enfâl, 24])

Ve bu gencin bu duâsı da, tâ kıyamete kadar gelen mü’minler için bir ders olmuş oluyor.

Hâlimiz Cenâb-ı Hakk’a ayân. Bu şuur içinde “Tevbe-i Nasuh”ta bulunmak zarûrî. Tevbe ederken de şeytanın bizi kandırmamasına dikkat etmek lâzım. Çünkü şeytan o kadar şiddetli ki, Cenâb-ı Hak:

فَاسْتَعِذْ بِاللّٰهِ diyor. Yani;

“Şeytandan gelen kötü bir düşünce seni tahrik edecek olursa; فَاسْتَعِذْ بِاللّٰهِ : Allâh’a sığın…” buyuruyor. (el-A’râf, 200; Fussilet, 36)

Daima da gelir bu. Çünkü insan, hissiyatına göre hareket eder, birçok yanlış fikirlerini doğru zanneder.

Yine ayrı bir îkaz; zaman yok, mekân yok Cenâb-ı Hakk’a. Geçmiş yok, gelecek yok, bütün zerreden küreye yaratan Cenâb-ı Hak. Bütün yarattıklarının hepsinin yanında.

“…Nereye gitseniz, Allah sizinle beraberdir.” (Bkz. el-Hadîd, 4) buyuruyor.

Yani bizim arkamızda bir kamera gezdirseler, nasıl dikkat ederiz? En nihâyet onu bir fânî seyredecek deriz. Ona bile çok dikkat ederiz. Fakat Cenâb-ı Hak her an yanımızda.

Tabi hiç yalnız değiliz. Kirâmen Kâtibîn var, şeytan var vs. var. Bir kalabalıkla hayatımız devam ediyor. İş, bu nefis engelini aşabilmek.

Şöyle buyrulmuştur:

“İki şeyi unutma (rahat edip huzur bulmak için):

–Cenâb-ı Hakk’ı unutma…”

Bu da, zikir. “Ayaktayken, otururken, yanları üzerindeyken…” (Bkz. Âl-i İmrân, 191)

Yani neyi görsen, Cenâb-ı Hakk’ı hatırlayacaksın. Hepsini yaratan, Fâil-i Mutlak, Cenâb-ı Hak.

Birincisi; Cenâb-ı Hakk’ı unutma!

Allah korusun, bunun bir de felâket durumu var. Bu, Haşr Sûresi’nin 19. âyette:

“Allâh’ı unutan, Allâh’ın da bu yüzden kendilerini unutturduğu kişiler gibi olmayın…” Allah korusun!

Bunu da görüyoruz. Dünya piyasasında görüyoruz. Allâh’ı unutanlar, kendilerini unutuyorlar, nasıl insanlara zulmediyorlar?! Ve insanları ahlâksızlığa doğru, ahlâksızlığın daha öte ahlâksızlığa doğru teşvik ediyorlar ve sevk ediyorlar. Onun için:

“Allâh’ı unutan, bu yüzden Allâh’ın da onlara kendilerini unutturduğu kişiler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir.” (el-Haşr, 19)

Demek ki Cenâb-ı Hakk’ı unutma!

İkincisi:

“يَحْذَرُ الْاٰخِرَةَ” (“…Âhiretten korkan…” [ez-Zümer, 9])

“Ölümü unutma!” Fânîliği unutma!

كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍۚ

(“Yeryüzündeki her canlı yok olacak.” [er-Rahmân, 26])

كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ

(“Her nefs ölümü tadacaktır!..” [Âl-i İmrân, 185])

Demek ki daima insan fânîliğin içinde olacak. Her an ölüm gelebilir kendine… Ne gence, ne ihtiyara, ne çocuğa, ne büyüğe. Bir insan bir kabristanı gezdiği zaman, kendisinden aşağıda çok insanın kabrini görür orada. Orada sadece kabirde bir levha vardır, orada “Hüve’l-Bâkî” yazar. Yalnız Cenâb-ı Hakk’a ait, “bekā” Cenâb-ı Hakk’a ait, bir de “halk” sıfatı Cenâb-ı Hakk’a ait, yaratan yalnız Cenâb-ı Hak.

“İki şeyi de unut” buyruluyor:

“Başkasına yapmış olduğun hayırları unut.”

“Ben şuna zamanında şunu verdim de, böyle yaptım vs…” bunları unut. Çünkü onları sen eğer Allah için yaptınsa, onun propagandasını yapmayacaksın. Onun için “ben” diyenler yolda kalır. “Ben” enâniyeti güçlendirir. Efendimiz’de “ben” yoktur hiç hayatında. “Yâ Rabbi Sen!” diye…

Yalnız bir Huneyn’de oldu, orada da düşman iyice böyle etrafı sardı, Efendimiz atıyla tâ düşmanın ortasına kadar girdi. O büyük cesaret, ashâb-ı kirâmı topladı. Orada kendisine Cenâb-ı Hakk’ın verdiği sıfatlarını bildiriyordu. Her bildirdikten sonra “لَا فَخْرَ” buyuruyordu, “övünmek yok” buyuruyordu. (Bkz. Dârimî, Mukaddime, 8. Ayrıca bkz. Tirmizî, Menâkıb, 1/3616)

Velhâsıl insan; câmi yaptırdı, hayır-hasenat yaptırdı, talebe yetiştirdi, ibadet yaptı, hatim indirdi vs. oldu. Bu, mümkün mertebe Allah ile kendi arasında kalacak.

–İkincisi, bu da çok mühim:

“Başkalarının sana yaptığı yanlışlıkları unut.”

“Bana zamanında bu böyle yapmıştı, böyle yaptı…” Unut! Sen onu affet ki Allah da seni affetsin.

Cenâb-ı Hak Enfâl Sûresi, birinci, hemen başında:

“O hâlde siz (gerçek) mü’minler iseniz Allah’tan korkun, aranızı düzeltin…” (el-Enfâl, 1) buyuruyor.

Demek ki bir mü’min, bir mü’minle arasını düzeltecek. “Bana zamanında bunu yapmıştı…” Burûdet olmayacak, Cenâb-ı Hak istemiyor! Mü’min, kardeşliği yaşayacak.

“Bir de akrabaya (en yakından başlıyor), yoksula, yolcuya hakkını ver. Gereksiz yere de saçıp savurma.” (el-İsrâ, 26)

Cenâb-ı Hak sana verdi, ona vermedi. Zira o sana zimmetli… Yani vefâ göster ki bu emâneti zâyî etme.

Demek ki bir mü’min daima ona dikkat edecek. Cenâb-ı Hak:

“…Sen onları sîmâlarından tanırsın…” (el-Bakara, 273) buyuruyor.

Kalbi mü’minin, röntgen gibi olacak; karşısındakinin durumunu keşfedecek, hâlinden anlayacak.

İbn-i Abbas, Ravza’daydı. Yanına bir kişi geldi, mahzun mahzun durdu. Oturdu yanına, hiçbir şey söylemedi. İbn-i Abbas döndü:

“–Kardeşim dedi, senin bir derdin var dedi. Mağmumsun dedi, gamlısın dedi. Nedir derdin?” dedi.

“–Ey dedi, Peygamber’in amcasının oğlu dedi. Borcum var, ödeyecek durum, tâkatim de yok.” dedi.

“–Sana yardım etmemi ister misin?” dedi.

“–İyi olur.” dedi.

Beraber tam çıkarken, İbn-i Abbas’a dedi ki o kişi:

“–Efendim, îtikâftasınız dedi. Ravza’dan çıkıyorsunuz.” dedi.

Efendimiz’in kabr-i şerîfini gösterdi:

“–Yeni yanımızdan ayrılan bu Fahr-i Kâinat Efendimiz’den duydum ki, «Kim bir kardeşinin (zorluktaki bir kardeşinin) işini hallederse, ona yardım ederse, şu kadar, şu kadar, şu kadar îtikâftan üstündür.»” (Bkz. Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, Beyrut 1990, III, 424-425)

Daima mü’min mü’mine zimmetli. Bunun en güzel misâlini, bu zimmetin nasıl îfâ edilecek, bunu Muhâcir-Ensar arasında görüyoruz.

“İslâm’a ilk giren Muhâcirler (yani Mekkeliler) ve Ensâr (onlara yardım edenler)…” Cenâb-ı Hak onları tavsiye ediyor, fazîlette onlar gibi olmamızı arzu ediyor. Ve onlar bize bir misal olmuş oluyor. (Bkz. et-Tevbe, 100)

Demek ki insan, çevresini genişlete genişlete, kendisini toplumdan ve dünyanın gidişinden mes’ûl görecek.

Mülk; sistemlerde, beşerî sistemlerde toplumundur, fertlerindir, vs. vs… Fakat İslâm’da mülk Allâh’ındır. “اَلْمُلْكُ لِلّٰهِ” Kul bunu unutmayacak. “Benim mülküm yok, Allâh’ın mülkü var.” diyecek.

Onun için iki tane tehlikesi var mülkün: Biri israftır, biri de cimriliktir.

İsraf nedir? Aşağılık duygusunu bastırma hareketidir israf. Yani kendini gösterecek öyle. Fazîletiyle değil, geometri ile gösterecek, eşya ile gösterecek.

Onun için buyruluyor:

“İsrafta hayır yoktur; bunun zıddı, hayır-hasenatta da israf yoktur!”

Kul, Cenâb-ı Hakk’a fedakârlık ve sevgisini gösterecek. Cenâb-ı Hak:

لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ

Buyuruyor:

“Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcamadıkça birr’e (iyiliğe, Allâh’a) yaklaşamazsınız (yakınlığa kalben). Her ne harcarsanız, Allah onu hakkıyla bilir.” (Âl-i İmrân, 92)

Bu âyet indiği zaman, ashâb-ı kirâm bunun derdine düştü. Ebû Talha, bu, “Kadınlar Kapısı”nın orada 600 hurma ağacı vardı.

“–Yâ Rasûlâllah! Bu diyor, hurma ağacımı bağışlıyorum dedi. En çok benim sevdiğim hurma bahçesiydi.” dedi. (Bkz. Buhârî, Zekât 44, Vesâyâ 10, 17, 26, Tefsîr 3/5; Müslim, Zekât 42, 43)

Bahçeye gitti, hanımı oturuyordu bahçede. Çitin arkasında durdu, girmedi bahçeye.

“–Ebû Talha, niye girmiyorsun dedi. Sen de seviyorsun bu bahçeyi, ben de seviyorum.”

“–Hanım dedi, artık bu bahçe bizim değil.” dedi.

“–Niye?” dedi.

“–Bugün bir âyet indi dedi, ben bu âyetin tesiriyle vakfettim.” dedi.

“–Peki Ebû Talha dedi, vakfederken dedi, beraber mi vakfettik, yani ortak mı vakfettik?”

“–Evet dedi, ortak vakfettik.”

“–O zaman dedi, ben eşyalarımı toplayayım, çıkayım.” dedi.

Hep ashâbın derdi, “Ben nasıl Rasûlullah’a yakın olabilirim, ki;

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

(“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” [Buhârî, Edeb, 96])

Kıyamette de beraber olayım.” Derdi buydu.

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- buyuruyor:

“Rasûlullah’ın aile efrâdı Medîne’ye geldiği günden vefât ettiği güne kadar, üç gün arka arkaya buğday ekmeğiyle karnını doyurmadı.” (Müslim, Zühd, 20)

Yine Âişe Vâlidemiz:

“Dileseydik doyardık diyor. Fakat diyor, Rasûlullah diyor, mü’min kardeşlerini kendine daima tercih hâlindeydi, îsar hâlindeydi. (Böyle elimize geçeni, bu şuur ve idrâk hâlinde hemen, hemen Rasûlullah infâk ederdi.)” (Beyhakî, Şuabü’l-îmân, III/62 [1396])

Hattâ açları doyurmakla, kendisi onun hazzıyla doyardı.

Enes diyor -radıyallâhu anh-:

“Rasûlullah diyor, İslâm için kendisinden ne istenirse onu mutlaka verirdi. (Hiçbir zaman yanına geleni çevirmezdi. Ona, daima gelen kimseye İslâm’ın merhametini gösterecek.) Hattâ bir kişi geldi, koyun istedi. Orada bir, iki dağ arasında koyunları vardı, “al git” dedi.

Adam koşarak gitti kavmine:

«–Kavmim dedi! Müslüman olun dedi! Muhammed dedi, yoksulluktan korkmayacak kadar cömert.” dedi. (Müslim, Fezâil 57-58)

İşte: اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

Fedakârlık, fedakârlık, fedakârlık…

Yine Efendimiz buyuruyor:

“Ey insanoğlu! İhtiyacından fazla olan malını insanlara vermen senin için hayırdır, vermemen kötüdür.

İhtiyacına yetecek kadarını elinde tutmandan dolayı ayıplanmazsın. (Muhakkak elinde bir miktar olacak. Yahut bir işin var, işletme sermayen olacak.)

Geçimini üstlendiklerinden başlamak sûretiyle iyilik et. Veren el, alan elden üstündür.” (Müslim, Zekât, 97)

Allah korusun, cimriye Hümeze Sûresi’nde:

(O), malının kendisini ebedî kılacağını zanneder. Hayır! Andolsun ki o, Hutame’ye (sarıcı bir ateşe) atılacaktır. (el-Hümeze, 3-4)

Demek ki cimrilik çok kötü bir şey. Çünkü “mal benim” diyor. Hâlbuki mal onun değil, mal Allâh’ın.

İsraf da o kadar kötü bir şey, o da Allâh’ın verdiği malı kendinin zannediyor.

Velhâsıl ömür; vâdesi belli olmayan en kıymetli bir sermaye. Üzerinde metrajı yazılı olmayan bir makara gibi, nerede kopacağı belli değil. Onun için:

“Yarın diyenler helâk oldu.”

Yarın var mısın, yok musun?

Hasan Basrî Hazretleri’ne bir kişi geldi:

“–Açım.” dedi.

“–Bekle dedi o zaman.” dedi.

Eve gitti, unuttu. Sabahleyin baktı, açım diyen insan kenarda vefat etmiş. Çok üzüldü. Evyah dedi, vah vah dedi. Telâfi edeyim dedi. Kefen aldı vs. aldı, definde yardımcı oldu filân... Ertesi sabah camiye geldiği zaman, mihrapta bir yazı gördü mânen: “Yaptığın hayır, kabul olmadı!”

Fırsat eldeyken, o anda yapmalı.

Nefsin mayasında fânîliğe isyan var, fânîliği istemez. Onun için en mühimi; mal ile, can ile kendimizi istikbâle hazırlayabilmek.

“Bir kimse çölde bir yolculuk yapıyordu. Semâdan bir ses geldi (bulutun içinden), «Filân adamın bahçesini sula!» (Bir ses duydu. O onu takip etti. Bulut gitti bir yerde) boşalttı yağmurunu (içindekini). Bir kişi de onu kürekle, o gelen yağmur suyunu sağa sola, tarlasına dağıtıyordu.

«–Ey falan dedi, ismin nedir senin?» dedi.

O zât;

«–Şudur, niye soruyorsun?» dedi.

«–Çünkü dedi, buluttan senin ismini duydum dedi… Sen hangi davranışın sebebiyle Allâh’ın bu lûtfuna mazhar oldun?»

Bahçe sahibi dedi ki:

«–Madem, merak ediyorsun çok, söyleyeyim dedi: Şu gördüğün bahçe dedi, ürün verince dedi, mahsul verince dedi, oturup hesap yaparım dedi. Üçte birini sadaka diye dağıtırım dedi. Üçte birini çoluk çocuğuma, kendime ayırırım dedi. Üçte birini de tohumluk yaparım dedi. Benim, budur.» dedi.” (Bkz. Müslim, Zühd, 45; Ahmed, II, 296)

İşte قُلِ الْعَفْوَ : fazlasını ver.” (el-Bakara, 219)

  1. âyet:

“Zira böyle saçıp savuranlar, şeytanların dostlarıdır. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.” (el-İsrâ, 27)

Bu, israf, ashâb-ı kirâmın tanımadığı bir hayat tarzıydı. Onlar daima “Yarın konağımızın âhiret olacağı” telâkkîsi içinde yaşadılar. Onun için daima bir infak hâlinde…

Zeynelâbidîn -radıyallâhu anh- vefat edince, sırtında yaralar gördü:

“–Yara varmış dedi, herhâlde hastaydı.” dedi.

“–Yok dedi, o dedi, gizlice dedi, gece karanlığında dedi, çuvallar alır dedi, yoksulların kapısına bırakır, kendini göstermeden giderdi dedi. Bu, sırtındaki yaralar, o çuvalların getirdiği yaralardır.” dedi.

Ömer -radıyallâhu anh- da o da öyleydi. Hattâ gelinini o şekilde seçti.

Ondan sonra gelen âyet:

“Eğer Rabbinden beklemek durumunda olduğun bir rahmet için onların yüzlerine bakamıyorsan, hiç olmazsa kendilerine gönül alıcı bir söz söyle.” (el-İsrâ, 28)

Efendimiz’e ganimetler gelirdi bol bol. Beşte bir. Dağıtırdı hep, hiçbir şey kalmazdı. Sonra birisi gelip önünde mahzun mahzun dururdu. Bir şey de söylemezdi. Yani belli ki müşkül durumda. Efendimiz bir şey veremediği için utanırdı, biraz şöyle kendisini biraz öbür tarafa çevirirdi. Cenâb-ı Hak orada işte:

“قَوْلًا مَيْسُورًا” diyor. “Hiçbir şey veremiyorsan, tatlı birkaç söz söyle.” (Bkz. el-İsrâ, 28)

Yani bir müslüman diğer bir kardeşine red yok. Çıkmaz sokak göstermek yok. Hiçbir şey veremiyorsa onu tesellî edecek. Kendine zimmetli görecek.

Yani İslâm, abus, alık bir sîmâ istenmiyor. Çatık kaşa müsâade yok.

Mudâr Kabîlesi geldi. Efendimiz şöyle baktı, yarı çıplak insanlardı. Çok üzüldü.

“–Bilâl dedi, ezan oku dedi. İki rekât namaz kıldırdı cemaate.

“–Herkes ne varsa getirsin.” dedi. Fakat Efendimiz gördüğü zaman sapsarı oldu rengi.

Herkes bir şey getirdi. Kimi bir avuç hurma getirdi. Kimi bir torbaya doldurarak getirdi. Efendimiz, ashâb-ı kirâmın bu gayretini görünce, o sararan benzi pembeleşti. (Bkz. Müslim, Zekât, 69)

Demek ki bize düşen nedir?

Rasûlullah Efendimiz buyuruyor:

“Ben diyor, kabrimde, İsrâfil üfürünceye kadar «ümmetî, ümmetî» diyeceğim.” buyuruyor. (Bkz. Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XIV, 414)

“Güzel amelleriniz bana gelir sevinirim, menfî amelleriniz gelir, ben sizin için üzülürüm.” buyuruyor. (Bkz. Heysemî, IX, 24)

Demek ki “hasbeten lillâh” olan amellerimiz, Rasûlullah Efendimiz’i Cenâb-ı Hak sevindirmek için O’na, kıyamete kadar kabrinde de gösteriyor.

Yine burada, verirken, bu da çok dehşetli bir âyet, Bakara, 263. âyet:

“Güzel söz ve bağışlama, arkasından incitme gelen sadakadan daha iyidir…”

Yani ne demek bu? “Yâhu geçen gün verdim ya, her zaman geliyorsun, istiyorsun?..” Bu çok tehlikeli!

“Sadaka, Allâh’ın eline geçer (mecâzî olarak) Allâh’ın elinden fukaranın eline geçer.” buyruluyor. (Bkz. Ali el-Müttakî, VI, 377/16134; Taberânî, Kebîr, IX, 109)

Mü’min, içtimâîleşecek. Etrafına dâimâ İslâm’ın güler yüzünü sergileyecek. Ve bir de rahmet dilini kullanacak. Aslâ yılan diline îtibar etmeyecek.

Mevlânâ buyuruyor:

“Bir gönül al ki diyor, hacc-ı ekber olsun.” diyor.

Şems bana bir şey öğretti (diyor, o da zihnine değil. Zihni, Şems’in bildiğinden çok daha ötesini biliyordu. Kalbine nakşetti.) «Bir tek mü’min üşüyorsa (dedi, sen Celâleddin) ısınma hakkına sahip değilsin.» (dedi. O da evet dedi) ben de üşüyorum dedi, ısınamıyorum.” dedi.

Velhâsıl merhamet, müslümanın alâmet-i fârikası, ziyneti, zenginliğidir, merhamet.

Merhamet; sende olanı, ondan mahrum olana senin ikram etmendir. Merhamet, başkasının mahrûmiyetini telâfî için onların yardımına koşmandır.

İlâ­hî na­zar­la­rın in­san­da­ki te­cel­lîgâ­hı kalptir. Kalp, nazargâh-ı ilâhîdir. Kâ­inat­ta­ki te­cellî­gâ­hı Kâ­be’dir. Yani kâ­inat için­de Kâ­be neyse, bir mâ­nâ­da, in­san vü­cû­dun­da­ki kalp de aynı me­sâ­be­de­dir.

Yine Hazret-i Mevlânâ buyuruyor:

“Hacca gidenler diyor, orada diyor, Beytullâh’ın diyor, sahibini arasınlar diyor, Kâbe’nin sahibini arasınlar diyor. Eğer diyor, Kâbe’nin sahibini bulurlarsa diyor, O’nunla buluşurlarsa diyor, yani Cenâb-ı Hak’la, her yerde Kâbe’yi bulurlar o zaman.” diyor.

Enes diyor, ben diyor, Rasûlullah’ın elinden daha yumuşak olan bir atlasa, bir ipeğe dokunmadım diyor. Allah Rasûlü’nün kokusundan da daha güzel bir koku duymadım buyuruyor. Efendimiz’e tam on sene hizmet ettim. Bana bir defa «Üf!» demedi. Yaptığım bir iş sebebiyle;

«–Niçin böyle yaptın?» demediği gibi, yapmadığım bir iş sebebiyle de bir kez bile;

«–Şöyle yapsan olmaz mıydı?» demedi. (Buhârî, Savm 53, Menâkıb 23; Müslim, Fedâil 82)

Esas nedir burada? Demek ki muhabbeti aşılayabilmek. Bak Mevlânâ’ya bile, buna muhtaç, ben diyor, artık üşüyorum diyor, Şems bana bunu verdi…

Demek ki evlâdımızın o kalbine bir muhabbetle onu terbiye etmek. Misalleri ashâb-ı kirâmda çok fazla.

Mevlânâ; “Merhem ol diyor. Sakın diken olma!” buyuruyor.

Ondan sonra gelen âyet:

“Eli sıkı olma; büsbütün eli de açık olma. Sonra kınanır, (kaybettiklerinin) hasretini çeker durursun.” (el-İsrâ, 29) buyuruyor.

Efendimiz’e gelirdi, bir dehşete kapılırdı bir sahâbî:

“–Yâ Rasûlâllah bütün malımı veriyorum.” derdi.

“–Yok derdi Efendimiz, sen üçte birini ver.” derdi. Öbürüne;

“–Sen yarımını ver.”

Ebû Bekir -radıyallâhu anh- hâriç, hepsine, bir miktar kendisi için bırakmasını isterdi. Çünkü, yarın müşkül durumda kalır, keşke der. O zaman kaybeder. Fakat Ebû Bekir Efendimiz hâriç. (Bkz. Tirmizî, Menâkıb, 16/3675)

Bir sefer:

“–Herkese bana olan, yaptıklarının ödedim, yalnız Ebû Bekir hâriç.” dedi.

Ebû Bekir Efendimiz bunu kendisi gayriden gördü, öyle hissetti:

“–Yâ Rasûlâllah! Canım, malım, her şeyim Sen değil misin, ben Sen’den daha başka bir şey miyim?” dedi. (Bkz. İbn-i Mâce, Mukaddime, 11)

Tam fenâ fi’r-Rasûl.

Tabi bu çok mühim.

“O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da (verirler) Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar, insanları affederler. Allah da güzel davrananları sever.” (Âl-i İmrân, 134) Allah muhsinleri sever buyuruyor.

Bu çok mühim. Yani darlıkta da vermek çok mühim.

İşte Yermük Harbi’nde 50 derece belki o kumun üzerinde, üç kişi “su, su” diyordu. Râvî diyor ki ondan suyu götürdüm diyor, öbüründen “su” gelince, o onu işaret etti, o onu işaret etti. En nihâyet üçü de dedi suyu içmeden şehid oldu, son nefeslerini verdiler. Bir bakraç su ortada kaldı. İşte bu, darlıkta vermek.

Yarım hurma darlıkta vermek. Bir hurman varsa yarım hurma. Yani “Bende az var ne yapayım?” Yok! Vereceksin. Fakat nasıl vereceksin?

Efendimiz buyuruyor ki:

“–Bir dirhem yüz bin dirhemi geçti.”

“–Yâ Rasûlâllah nasıl bir dirhem yüz bin dirhemi geçer?”

“–Bir dirhemi veren, kendinden koparıp verdi; yüz bin dirhem veren, (o da güzel ama) o da bolluktan verdi.” (Bkz. Nesâî, Zekât, 49)

Yani burada neyi görüyoruz, fedakârlık görüyoruz. Yani Rabbimiz bizden hep fedakârlık istiyor. Fedakârlık olmayınca geri gidiyor.

Meselâ Kur’ân-ı Kerîm’de bir Darvan kıssası vardır Kalem Sûresi’nde. Yemen’de bir zât vardı. Çok cömert bir zâttı. Dağıtırdı, infâk ederdi. O, ekinlerini toplarken bütün fukarâ tarlanın etrafına gelirdi. Hepsine öşrünü bol bol verirdi. Bu adamcağız vefât etti. İki oğlu dedi ki:

“–Yâhu dedi, babam veriyordu ama dedi, bu bize yetmez dedi, bu dedi. Onun için dedi, gece karanlığında, daha Güneş doğmadan gidelim, fakirler uyurken, fakat giderken de aman sessiz gidelim de, sesimizi duyar, fakirler toplanır.” dedi.

Bir gittiler, tarlayı kapkara gördüler.

“–Biz dediler, herhâlde yanlış yere geldik.” dediler. Öbürü:

“–Yok dedi, biz fukaranın hakkını gasp ettik, Allah da bu tarlayı bu hâle çevirdi.”

Hemen istiğfar ettiler.

Demek ki, bilhassa zekât borç. Öşür borç. Yani o Kur’ân-ı Kerîm’de geçen 8 yer, senin ortağın eğer malın varsa. Ondan sadaka mükemmel, infak çok çok daha ötede.

Ebû Zerr’in de hiçbir şeyi yoktu:

“–Çorbana su koy dedi, öyle dağıt dedi, etrafını gözet.” dedi. (Bkz. Müslim, Birr, 142)

Bakara 195. âyetinde Cenâb-ı Hak:

“Allah yolunda harcayın…” (el-Bakara, 195) diyor. “Ben bu kadar yaptım…” O, yok! İstemiyor Cenâb-ı Hak. Sana Allah güç-kuvvet verdikçe Allah yolunda gayret edeceksin. Yani emekliye ayrılman, kabirde olacak. Tâ kıyamete kadar kabirde emekli olarak kal.

“…Yaptığınızı güzel yapın…” (el-Bakara, 195)

“اَحْسِنُوا” buyruluyor; bir mü’minin her şeyi en güzel olacak. Karşısına bir huzur hâli verecek.

“…Allah muhsinleri sever (ihsan edenleri sever).” (el-Bakara, 195)

“قُلِ الْعَفْوَ” İşte “fazlasını ver” buyuruyor. (Bkz. el-Bakara, 219)

Yine sermayen olacak, işin olacak, fabrikan varsa sermayen olacak. Fakat israf etmeyeceksin, cimrilik etmeyeceksin, fazlasını vereceksin.

Ondan sonra 30. âyet:

“Rabbin rızkı dilediğine bol verir, dilediğine daraltır. Şüphesiz ki O, kullarından haberdardır…” (el-İsrâ, 30)

Bu bol verdiği kimse, eğer bunu, Rasûlullah Efendimiz’in o hâli gibi yapıyorsa “ağniyâ-i şâkirîn”den oluyor. Yine Efendimiz’in öyle zamanları da olurdu ki Âişe Vâlidemiz’in bildirdiği gibi, üç gün arpa ekmeğiyle doymadığı zamanlar olurdu. O da “fukarâ-i sâbirîn”e misal. Eyyûb -aleyhisselâm- misal, Süleyman -aleyhisselâm- misal diğer taraftan. Cenâb-ı Hak “نِعْمَ الْعَبْدُ” diyor “ne güzel kuldu” diyor onların ikisi de. (Bkz. Sâd 30, 44)

Yani İslâm’da, kibirli ve hasis zenginler ile sabredemeyip isyanda bulunan fakirler zemmedilmiştir onlar.

Yine Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği kullarına bir rahmet tecellîsi oluyor. Enes bin Mâlik rivâyet ediyor hadîs-i şerîfi, buyruluyor ki:

“Bazı mü’min kullarımı ancak zenginlik sağlam (bir müslüman) eyler. Onu fakir eylesem, bu durum onu ifsâd eder.

Bazı mü’min kullarımı da fakirlik sağlam tutar. Ona da rızkı bol versem bu durum onu ifsâd eder. (İşte Kârun, fakirken çok iyiydi, zengin oldu, hazine sahipleri oldu, isyâna gitti.)

Yine, bazı mü’min kullarım, kullukta bir derece ister. Fakat Ben ucuba girmesin, böylece kendini beğenmesi onu ifsâd etmesin diye, bu isteğini ona vermem.

(Kimi keramet peşinde, aman kerâmetim olsun. En büyük kerâmet, Hazret-i Ebû Bekir Efendimiz’in kerâmeti;

فَاسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ

(“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!..” [Hûd, 112])

Kur’ân ve Sünnet’i bir vecd ile, istiğrâk ile yaşayabilmek.)

Bazı mü’min kullarımın îmânını ancak sıhhat sağlam tutar; onu hasta etsem bu durum onu ifsâd eder.

(Onunla da hizmetle gıdalandırıyor Cenâb-ı Hak.)

(Yine ravî diyor ki: Zannediyorum bir de şöyle de vardı diyor:)

Bazı mü’min kullarımın îmânını ancak hastalık korur. Onu sıhhatli etsem bu durum onu ifsâd eder.

Yine, Ben kullarımın işlerini, kalbine dair ilmimle tedbir ederim; Ben her şeyi bilen ve her şeyden haberdâr olanım.” (Beyhakî, el-Esmâ ve’s-Sıfat, s. 122)

“Geçim endişesi ile çocuklarınızın canına kıymayın. Biz, onların da sizin de rızkınızı veririz. (Bir kısmı “imlâk” fakirlik dolayısıyla atardı, bir kısmı başka sebeplerden…) Onları öldürmek gerçekten büyük bir suçtur.” (el-İsrâ, 31)

وَاِذَا الْمَوْءُۧدَةُ سُئِلَتْ ﴿8﴾ بِاَىِّ ذَنْبٍ قُتِلَتْ ﴿9﴾

“Diri diri toprağa gömülen kıza, hangi günah sebebiyle öldürüldüğü sorulduğunda.” (et-Tekvîr, 8-9)

Bugün hangi kürtaj sebebiyle alındığı da…

Tabi bu, evlât, ayrı. Onu yetiştireceksin, bir bahçıvanın emek verdiği gibi. O sana bir rahmet olacak. Bir baston olacak sana. Kendini parçalatıp parçalatıp çıkartıyor oradan. Bu kadında merhamet olur mu, bu adamda merhamet olur mu? Bu nasıl anne-baba! Tabi, sıhhî şartlar ayrı.

Çocuğu olmayan kişi de Âişe Vâlidemiz’i hatırlamalı. Âişe Vâlidemiz’in çocuğum oldu-olmadı diye bir derdi yoktu. 300 tane talebesi vardı. Onları yetiştiriyordu.

Hakîm bin Hizâm Hazretleri var. Bu, hattâ Bedir Harbi’nde, düşman tarafındaydı. Sonra müslüman oldu. Dedi ki:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü dedi, ben dedi, câhiliye devrinde de hayırlar yapıyordum, bu öldürülmeye götürülen kızları alıp büyütüyordum dedi yetimleri, köle âzâd ediyordum, sıla-i rahimde bulunuyordum. Bunlara mukâbil bana ecir verilir mi?” dedi.

Fahr-i Kâinât Efendimiz buyurdu ki:

“–Sen zâten, daha önce yaptığın bu iyiliklerin hayrına İslâm’la şereflendin!” (Bkz. Buhârî, Zekât, 24; Büyû’, 100; Itk, 12; Edeb, 16; Müslim, Îman, 194-196)

Biz de İslâm’ı kaybetmeyelim! Biz de -inşâallah- böyle bir hizmetlerde bulunalım da son nefese kadar -inşâallah- îman ile son nefesimizi verelim.

Cenâb-ı Hak,

وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ

“…Ancak müslümanlar olarak can verin.”

Sakın ha başka türlü can vermeyin!

“…Allâh’ın azamet-i ilâhiyyesine yaraşır şekilde takvâ sahibi olun, ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) buyuruyor.

Yine bir zât geldi:

“–Yâ Rasûlâllah! Biz dedi, câhiliye devrinde putlara tapardık, kız çocuklarımızı diri diri toprağa gömerdik. Benim bir küçük kızım vardı, beni çok severdi. Öyle ki ben onu çağırdığım zaman sevincinden âdeta uçar, zıplaya zıplaya gelirdi. Bir gün yine onu çağırdım, koşarak yanıma geldi. Onunla beraber yola çıktık. Âilemizin yakınından bir kuyunun yanına vardık. Kızımın elinden tutarak şöyle kaldırdım; «Bak, kuyuya bak!” dedim. Onu kuyunun içine attım dedi. O da bana «babacığım, babacığım» diye bir çığlık attı.

Bunları duyunca merhamet ummânı Efendimiz’in gözlerinden yaşlar dökülmeye başladı. Cemaat de kızdı:

“–Sen dedi, niye dedi, Allah Rasûlü’nü üzüyorsun?!” dedi.

Efendimiz buyurdu ki:

“–Ona mânî olmayın! O bir problemini hâlletmek için şey yapıyor. O zaman dedi, sen câhiliye devrindeydin dedi, bunlardan bilmiyordun, haberin yoktu dedi, Allah -inşâallah- affeder.” dedi. (Bkz. Dârimî, Mukaddime, 1)

Yani düşünün bir vahşî insandan ne kadar bir merhametli, sâlih bir, âbide bir insan çıkıyor. Hattâ Karâfî diyor ki:

“Rasûlullah’ın hiçbir mûcizesi olmasaydı, o insanlardan, o yarı vahşîlerden nasıl bir İslâm bir faziletler medeniyeti inşâ etti, bu en büyük mucizesiydi Efendimiz’in.” buyuruyor.

Ondan sonra:

“Zinaya yaklaşmayın…” (el-İsrâ, 32) buyuruyor. Yapmayın buyurmuyor, yaklaşmayın buyuruyor. Yaklaşırsan düşersin içine. Çürük bir taşa basarsın, uçurumdan aşağı gidersin.

“…Zira o, hayâsızlıktır ve çok kötü bir yoldur.” (el-İsrâ, 32)

Bugün de maalesef bu hattâ daha beterine gitti. Tam bir câhiliye devrinin, o câhiliye devrinin daha ötesine gitti.

Zina, insanın temiz fıtratına, akl-ı selîme aykırıdır. İffet, insana ait bir keyfiyettir. İffetsizlik ise, hem insanlık haysiyetine hem de topluma bir ihânettir.

Bu da mühim bir şey; Ebû Şehm anlatıyor:

Medîne’de dedi, yanımdan bir genç kız geçiyordu dedi. Yakasından tuttum kızın dedi. Fakat sonra bıraktım dedi.

Sabah olunca Rasûlullah Efendimiz’den bey’at alıyorlardı herkes. Ben de gittim bey’at almaya dedi. O’nun yanına yaklaştım, Efendimiz’in. Bey’at alacağımı söyledim. Bana döndü dedi ki Efendimiz:

“–Şimdi yakayı tutup çeken mi yanıma geldi?” dedi.

“–Vallâhi yâ Rasûlâllah, o fiili bundan sonra aslâ yapmayacağım dedi. Bu yemininden sonra Allah Rasûlü’nden bîat aldım.” buyuruyor. (Ahmed, V, 294)

“Yetimin malına, rüşdüne erinceye kadar, güzel bir niyetle yaklaşın…” (el-İsrâ, 34) buyuruyor. O da çok mühim. Etrafımız yetimlerle dolu.

Cenâb-ı Hak:

“Öyleyse yetîmi sakın ezme.” (ed-Duhâ, 9) buyuruyor Duhâ Sûresi’nde.

“Kendileri canları çekmesine rağmen yetime, yoksula, esire verirler.” buyruluyor. (Bkz. el-İnsân, 8)

Yine Cenâb-ı Hak Fecr Sûresi’nde:

“Hayır! Doğrusu siz yetime ikram etmiyorsunuz…” diyor. Bir çikolata vermek olmaz. Onun hayatını düzenleyeceksin. Îmanlı bir insan olarak yetiştireceksin. Onun için, Osmanlı’da hep eytam vakıfları vardı. Yetimleri yetiştirme, yetimleri büyütme, istikâmet verme.

“Hayır! Doğrusu siz yetime ikram etmiyorsunuz, yoksulu yedirmeye de teşvik etmiyorsunuz. (Hem yedireceksin, hem de teşvik edeceksin.) Haram-helâl demeden mirası yiyorsunuz. (Allah korusun, bugün bilhassa o miras, bir problem.) Malı aşırı şekilde seviyorsunuz.” (el-Fecr, 17-20)

İnsanı takvâ sahibine götüren en başta helâl yemek, ikincisi de boş şeylerle meşgul olmamak.

Ahâlînin gıdasının helâl olduğu bölgelerde sâlihler çoğalıyor, helâlin az olduğu yerlerde ise sâlihler azalıyor, fâsıklar artıyor.

“Ölçtüğünüz zaman tastamam ölçün, doğru terâzi ile tartın. Hem bu daha iyidir hem de neticesi bakımından daha güzeldir.” (el-İsrâ, 35)

Cenâb-ı Hak:

“Semâyı yükseltti, dengeyi kurdu. (Ondan sonra) sakın dengeyi bozmayın (dedi). Ölçüyü adaletle tutun ve eksik tartmayın.” (Bkz. er-Rahmân, 7)

Yani bu ilâhî nizâma kalbimiz bir âhenk teşkil edecek.

Hayber zaferinden sonra Peygamberimiz, Abdullah bin Revâha’yı oraya gönderdi cizye almak için. Yahudiler rüşvet vermek istedi. Buyurdu ki Abdullah bin Revâha:

“–Vallâhi birçok menfiliklerinizden, kötü huylarınızdan sebebiyle size duyduğum buğz, size karşı âdil davranmama mânî olmaz. Sizin bana teklif ettiğiniz rüşvettir. Rüşvet ise;

(“اَلرَّاشِي وَالْمُرْتَشِي فِي النَّارِ” “Rüşvet veren de alan da Cehennem’dedir.” [Taberânî, Evsat, II, 296]) haramdır, biz onu yemeyiz!” dedi.

Yahudîler de, Abdullah’ı takdîr ettiler:

“–İşte bu adâlet ve doğrulukla gökler ve yer nizâm içinde ayakta durur.” dediler. (Bkz. Muvatta, Müsâkât, 2)

Yine:

“Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme. Kulak, göz, gönül, bunların hepsinden sorumludur.” (Bkz. el-İsrâ, 36)

Yarın bunun hesabını verir.

Onun için:

وَلَا تَجَسَّسُوا (el-Hucurât, 12) var. Tecessüs yasak. Tecessüs istiyorsan, kendi kusurlarına bak.

“Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma. Çünkü sen (ne ağırlığınla, azametinle) yeri yarabilir ne de dağlarla ululuk yarışına çıkabilirsin.” (el-İsrâ, 37)

Bu, Allah korusun bu, çok, kibir, felâket bir şey.

Halk, Kârun’a dedi ki:

“Şımarma (dedi)! Bil ki Allah şımaranları sevmez (dedi).” (el-Kasas, 76) Zenginliğin verdiği şımarması dolayısıyla kahroldu gitti.

Yine Lokman Sûresinde:

“Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme, böbürlenerek yürüme. Zira Allah, kendini beğenip övünüp duran kimseleri aslâ sevmez.” (Lokman, 18)

Cenâb-ı Hak:

“İbâdurrahmân, yeryüzünde mütevâzı olarak yürürler/dolaşırlar…” (el-Furkân, 63) buyuruyor.

Ondan sonra:

“Bu sayılanların kötü olanları, Rabbinin nezdinde de sevimsizdir.” (el-İsrâ, 38)

Yani bu maddeler, bütün hak dinlerin hepsinde müşterek vasıf. Cenâb-ı Hak:

“De ki: Andolsun, Kur’ân’ın bir benzerini ortaya koymak için ins ve cin bir araya gelse, (ne kadar insanlar, cinler varsa, fakülteler vs. hepsi gelsin) birbirlerine destek olsunlar, Kur’ân’ın benzerini meydana getirsinler.” (Bkz. el-İsrâ, 88)

Ebedî bir mûcize. Cenâb-ı Hakk’ın ne büyük ikramı...

Ondan sonra, onun altındaki âyet, 89. âyet:

“Muhakkak ki Biz, bu Kur’ân’da insanlara her türlü misalin çeşitlerini anlattık. (Bir problemin mi var; o problemin cevabı Kur’ân-ı Kerîm’de var, bir benzeri var.) Yine de insanların çoğu inkârcılıktan başkasını kabullenmezler.” (Bkz. el-İsrâ, 89)

Cenâb-ı Hak -inşâallah- hislerimizi, niyetlerimizi, rızâ-yı şerîfiyle teʼlif eylesin.

“Ey kalpleri evirip çeviren Rabbimiz! Kalplerimizi dînin üzere sâbit kıl!” (Bkz. Tirmizî, Kader, 7)

Cenâb-ı Hak cümlemize; ashâb-ı kirâmın yaşadığı gibi aşk ile yaşanan bir îman nasîb etsin. Kalp ve beden âhengi içinde îfâ edilen bir ibadet hayatı nasîb eylesin.

Allah Rasûlüʼnün rûhânî dokusundan hisse alarak yaşanan bir muâşeret ve bir muâmelât nasîb eylesin.

Elinden, dilinden, gönlünden âlemlere rahmet tevzî eden sâlih bir müʼmin olabilmemizi, lûtfuyla, keremiyle ihsan buyursun.

Lillâhi Teâle’l-Fâtiha!..