Osman Nûri Topbaş Hocaefendi 19 Ekim 2020 Sohbeti
Osman Nûri Topbaş Hocaefendi'nin Üzeyir Aleyhisselam'dan bahsettiği Erkam Radyo ve Erkam TV de yayınlanan 19 Ekim 2020 tarihli sohbeti...
19 Ekim 2020 Sohbeti
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in aziz, latîf, mübârek, pâk rûh-i tayyibelerine, ehl-i beytin, ashâb-ı kirâmın, enbiyâ-i izâmın, sâdât-ı kirâm hazarâtının, şehidlerimizin ve cümle geçmişlerimizin rûh-i şerîflerine,
Dînimizin, vatanımızın, milletimizin, bütün İslâm dünyasının selâmetine,
Şerirlerin şerrinden muhafazasına, mevcut rahatsızlıktan/hastalıklardan muhafazasına, Rabbimiz lûtfuyla hastalara şifâ, dertlere devâ, borçlara edâ nasîb eylemesi niyaz ve duâsıyla;
Bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs…
Muhterem, kıymetli kardeşlerimiz!
Mevzûmuz Üzeyr -aleyhisselâm-. Orada bize telkin edilen “Ba‘su ba’de’l-mevt” / ölümden sonra diriliş. İnşâallah o mevzuyu dilimizin döndüğü kadar işlemeye gayret edeceğiz Cenâb-ı Hakk’ın lûtfuyla -inşâallah-.
Cenâb-ı Hak Mü’minûn Sûresinde, kâmil bir mü’min olmamızı istiyor. On tane şart geliyor burada. Ondan sonra da bir tefekkür; insan kendi gelişini düşünecek. Nerelerden geldi? Nasıl geldi? Nasıl içindeki bu cihazlar, bu fakülteler meydana geldi? Sonunda ne olacak? Nasıl bir imtihan mektebi içindeyiz? Sonra vefatlar var, sonra tekrar diriliş var, ilâhî hesap var.
Cenâb-ı Hak:
قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ
“Müʼminler felâh buldu.” (el-Mü’minûn, 1) buyuruyor. Tabi felâh bulması,
فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰیهَا
(“(Nefse) iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin olsun ki.” [eş-Şems, 8])
Fücur bertaraf edilecek, takvâda mesafe alınacak. Rûhânî vasıflar artacak. Nefsânî vasıflar bertaraf edilecek, asgarîye düşürülecek ve kalp temizlenecek. Cenâb-ı Hak öyle temiz bir kalp istiyor.
اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ
(“…Ancak Allâhʼa kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” [eş-Şuarâ, 89]) buyuruyor. Selîm bir kalple, rafine olmuş, tertemiz… Nasıl insan doğduğu zaman tertemiz doğuyor; öyle ibadet, muâmelât, muâşeretle kalpler tertemiz hâle gelecek. İlâhî azamet tecellîleri, kavlî âyetler, kevnî âyetler… Kalp nasîb alacak. Kalp, her gördüğü şeyde Cenâb-ı Hakk’ı hatırlayıp zikir hâle gelecek.
قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ
“Müʼminler felâh bulacak.” (Bkz. el-Mü’minûn, 1)
Yani bir imtihanın içindeyiz. Esas imtihan, kalbin imtihanı. Yani zihinden ziyade kalbin imtihanı.
“Onlar ki, namazları huşû içindedir.” (Bkz. el-Mü’minûn, 2)
Gerek namaz, gerekse diğer ibadetler, hepsi bir huşû olacak. Huşû olacak ki kalp temizlenecek. Namazın getirdiği faziletler; fahşâdan-münkerden koruyacak. Orucun getirdiği insanda en mühim; merhamet, şefkat, Allâh’ın nîmetlerini tefekkür etme. Zekâtın getirdiği; borç, borcunu ödeyecek. Daha öteye, sadaka ve infak edecek, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşacak. Cenâb-ı Hakk’ın verdiği malı, zihnî melekeleri, ne gücü varsa Cenâb-ı Hak yolunda kullanabilmek.
Ondan sonra kalp o hâle gelecek ki “boş şeylerden, mâlâyânî şeylerden kendisini koruyacak”. (Bkz. el-Mü’minûn, 3)
Zaman mahdut, çok mahdut. Bir ebede doğru gideceğiz, sonsuzluğa doğru gideceğiz. Onun için her nefes çok kıymetli.
Zaten bu ölüm ânında ve ölümden sonra bunun kıymeti esasında idrak edilecek, her şey şuhudda olacak. Onun için Cenâb-ı Hak:
“Onlar ki boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler.” (el-Mü’minûn, 3) buyuruyor.
Sonra bu zekât. Tabi zekât borç. “فَاعِلُونَ” buyruluyor. (Bkz. el-Mü’minûn, 4)
Helâl kazanacak, helâlden kazanılacak ve aranacak. En mühim; müslümanın derdiyle dertlenilecek, borcunu ödeyecek. Yani zengin, fakire olan borcunu ödeyecek. Borç ödemedir zekât.
Daha öteye, infak var. Onun daha ötesine gidecek. Cenâb-ı Hakk’a yaklaşacak o şekilde.
“...İffetlerini korurlar.” (el-Mü’minûn, 5) buyruluyor. Bu iffet de çok mühim. Yani iffet, insana ait bir keyfiyet. Diğer mahlûkatta bir iffet mefhumu yok. Onlar serbest. Çünkü onlarda, fücur hâli onlarda, onlar nefsânî arzuların istikâmetinde. Fakat insan, diğer mahlûkâta benzemeyecek. Giyimiyle, kuşamıyla, asâletini koruyacak, iffetini koruyacak.
Ondan sonra gelen âyette Cenâb-ı Hak, bir dünya nizâmı, “emânet…” (Bkz. el-Mü’minûn, 8)
Yani helâl kazanç olacak. “Ahitlerinde duracak.” (Bkz. el-Mü’minûn, 8)
Yani bir mü’min, bir karakter taşıyacak. Ne karakteri? “El-Emîn ve es-Sâdık” karakteri.
Rasûlullah Efendimiz’e daha peygamberlik gelmeden evvel dahî, Efendimiz’den bahsederken câhiliye insanı; “el-Emîn geldi” derlerdi. “En sâdık geldi. En emîn, en doğru insan geldi.” derlerdi.
Demek ki bir müslüman da “el-Emîn” olacak, “es-Sâdık” olacak.
Tekrar ondan sonra namaz geliyor. Namaz, baştan namaz, tekrar sonra namaz geliyor:
“يُحَافِظُونَ” (Bkz. el-Mü’minûn, 9) Demek ki namaza çok ehemmiyet vermek.
Efendimiz vefat ederken dahî, son nefesinde bile, artık, Enes diyor ki:
“Duyamaz hâle geldik diyor. Fakat Efendimiz iki şeyi tekrarlıyordu: Biri; namaz. İkincisi; emrinizin altındakinin hukukuna dikkat edin.” (Bkz. Beyhakî, Şuab, VII, 477)
Bir rivâyette bunlar; dullar, yetimler. Onlar da bizim üzerimizde…
Cenâb-ı Hak, bu, on tane şeye dikkat edenler için; “Onlar için Firdevs Cenneti, yani en güzel Cennet, en mükemmel bir Cennet. Buraya vâris olacaklardır buyuruyor. Orada ebedî kalacaklardır.” buyuruyor. (Bkz. el-Mü’minûn, 10-11)
Yani şu dünyada ne kadar ömrümüz varsa, bu ebedî kalınacak âleme bir hazırlık mâhiyetinde.
Ondan sonra Cenâb-ı Hak, kulu tefekküre davet ediyor:
“Kendini düşün baştan. Nasıl meydana geldin? Geliş tarihini sen biliyor muydun? Haberin var mıydı dünyadan? Anneni-babanı biliyor muydun? Dünyada neler var neler yok, biliyor muydun?..”
“Andolsun Biz insanı çamurdan (süzülüp çıkarılmış) bir özden yarattık.” (el-Mü’minûn, 12)
Cenâb-ı Hak topraktan meyveler veriyor, sebzeler veriyor. Hayvanlar onu yiyor, insana geçiyor. Velhâsıl insanın nüvesi toprak. “Biz topraktan yarattık.” buyuruyor. (Bkz. el-Mü’minûn, 12)
“…Bir özden yarattık. Onu sağlam bir karargâhta nutfe hâline getirdik.” (el-Mü’minûn, 12-13)
Bir ana karnında bir nutfe hâline getirdik. Sağlam. Etten yapılı ama, demirden daha sağlam. Anne düşse, vesâire olsa, orada sağlam kalıyor.
“Sonra nutfeyi, aleka…” Asılı bir şey, bir askı gibi, bir pıhtı.
Ondan sonra “mudğa”. Çiğnenmiş bir et. Bir güzelliği yok. Vücutlarındaki bir tenasüp de yok.
Ondan sonra Cenâb-ı Hak; “kemikler” teşekkül edecek. “Lahim.” O kemiklere kaslarla bağlanacak. Bu şekilde, en güzel sûrette bir insan meydana gelecek. Mahlûkâtın en güzeli, maddî ve mânevî. (Bkz. el-Mü’minûn, 14)
Cenâb-ı Hak:
“Ondan sonra muhakkak ki siz bunun ardından elbette öleceksiniz.” (el-Mü’minûn, 15) buyuruyor. Fânîlik… Bekā, Cenâb-ı Hakk’a ait.
“Sonra da şüphesiz sizler kıyamet günü tekrar dirileceksiniz.” (el-Mü’minûn, 16) buyuruyor. Ondan sonra:
اِقْرَاْ كِتَابَكَ
“Kitabını oku! Bugün nefsin sana kâfidir…” (el-İsrâ, 14) denilecek. Bütün hayatımız, teferruatına kadar bütün hassâsiyetle karşımıza çıkacak.
Mevzumuz Üzeyr -aleyhisselâm-. Üzeyr -aleyhisselâm-, Harun -aleyhisselâm-’ın neslinden geliyor.
Rabbimiz, Üzeyr -aleyhisselâm- ile bizlere; “ba‘su ba’de’l-mevt” yani ölümden sonra dirilişin nasıl gerçekleştiğine bir misal veriyor. Tabi misaller çok Kur’ân-ı Kerîm’de de, burada Üzeyr -aleyhisselâm-’dan bir misal veriyor. Zira Üzeyr -aleyhisselâm- vefât etti, 100 sene sonra tekrar diriltildi. Yani sanki o öldüğü zaman, zaman durdu.
Üzeyr -aleyhisselâm-, Tevrât’ı ezberleyen sayılı kimselerdendir.
Peygamber olup olmadığı şüphelilerdendir. Ya peygamberdir veyahut sâlih bir kuldur. Bir sarâhat yok orada.
Yani Üzeyr -aleyhisselâm-’ın 100 sene vefât ettirilip sonra diriltilmesi hâdisesi şöyle vukû buluyor:
Üzeyr -aleyhisselâm-’ın yaşadığı zamanda, İsrâiloğulları yine azgınlık ediyor, yine yoldan çıkıyor. Cenâb-ı Hak da onlara belâ olarak, meşhur zâlim Buhtünnasr’ı gönderiyor.
Yani bu da bize Fâtiha’da bir şey:
اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ
(“Ancak Sana kulluk eder ve ancak Senʼden yardım dileriz.” [el-Fâtiha, 5])
“اِيَّاكَ نَعْبُدُ” biterse, Allâh’a kulluk biterse “وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ”, Allah’tan yardım da bitmiş oluyor.
Bu kabile de azdı, dînî hayat bitti. Cezâ olarak Cenâb-ı Hak Buhtünnasr’ı gönderdi.
Bu, Şam ve Ürdün bölgelerini Buhtünnasr istilâ etti. Mescid-i Aksâ’yı yıktı. Ve bağ-bahçeleri harâb etti. Savunmasız insanları hunharca öldürdü. Genç ve faydalı gördüğü kimseleri çalıştırmak için esir olarak aldı. Üzeyr -aleyhisselâm- o esir aldıklarından biriydi. Rivâyete göre elli yaşındaydı. Elli yaşında esaretten kaçarak kurtuldu. Merkebiyle Kudüs’e yola çıktı. Kudüs’e yaklaştığı zaman hayret etti, dehşet içinde kaldı, yıkık binâlar, harâb olmuş bağ-bahçeler… Mahzun mahzun seyretti. Dinlenmek için bir yere oturdu. Merkebini de bir ağaca bağladı.
Sonra Cenâb-ı Hakk’ın kudretini tefekkür etmeye başladı. Her şey yeniden nasıl dirilecek?.. Bu hâldeyken uykuya dalıyor. Rabbimiz bunu âyetlerde anlatıyor uzun uzun. (Bkz. elBakara, 259)
Yani burada diyor ki:
“Ölümden sonra Allah bunları nasıl diriltir?” diyor. Bağ-bahçe hiçbir şey kalmamış, harâbeye dönmüş…
Bunun üzerine Allah, Üzeyr -aleyhisselâm-’ı vefat ettirdi. 100 sene öyle bıraktı. Sonra tekrar diriltti.
“–Ne kadar kaldın?” diye sordu.
O da:
“–Bir gün, yahut da daha az!” dedi. Cenâb-ı Hak ona:
“–Hayır, yüz sene kaldın! (Böyle uyku hâlinde.) Yiyeceğine ve içeceğine bak.” dedi.
Şıra yapmıştı vs... O hiç bozulmadan duruyordu. Fakat merkebinin yalnız kemikleri kalmıştı.
“Seni insanlara bir ibret kılalım diye (yüz sene ölü tuttuk, sonra tekrar dirilttik). Şimdi sen kemiklere bak (dedi. Bu, merkebin kemiklerine bak) onlar nasıl (tekrar) düzelecek, nasıl onlara et giydireceğiz yeni baştan.”
Yani o çürümüş merkep, Allâh’ın emriyle tekrar diriltildi.
“Durum kendisi tarafından anlaşılınca (Üzeyr -aleyhisselâm-:)
«–Şimdi iyi biliyorum ki, Allah her şeye kâdirdir!» dedi.” (elBakara, 259)
Yani bir “hakka’l-yakîn” meydana geldi. Nasıl İbrahim -aleyhisselâm-’da bu, dört tane kuşun ayrı ayrı hepsini bir mikserden geçirip gibi sanki, dört tane tepeye konması, çağırmasıyla İbrahim -aleyhisselâm-’ın, hepsinin canlanıp gelmesi gibi, bu merkep de o şekilde canlandı.
Üzeyr, uykuya daldığında, vakit sabah vaktiydi. Yüz sene sonra uyandığı zamanda daha Güneş batmamıştı, bir kerahat vaktiydi.
Onun için kendisi, sorulduğu zaman:
“–Ne kadar uyudun?” diye;
“–Bir gün veyahut da daha az.”
Geçen zaman, aslında yüz yıldı.
Bu arada Buhtünnasr ölmüştü. Bütün esirler de serbest kalarak Kudüs’e dönmüşlerdi. Mescidi Aksâ tâmir edilmiş, bütün şehir tekrar mâmur edilmiş.
Üzeyr -aleyhisselâm- merkebine binerek Kudüs şehrine doğru yürüdü. Her şeyi değişmiş buldu. Tahminî olarak mahallesini, evini aradı. Bir evin önünde durdu. Kapısında âmâ ve kötürüm bir kadın vardı. Ona:
“–Üzeyr’in evini biliyor musun?” dedi. “Neresidir?” dedi. Kadın hüzünle:
“–Üzeyr’in evi burasıdır dedi, ama kendisi yüz yıl önce öldü ve kayboldu dedi kadın. Ben de onun câriyesiydim!” dedi.
Üzeyr:
“–Ben Üzeyr’im!” dedi. Başından geçenleri anlattı.
Câriye çok sevindi. Üzeyr’den eski hâline dönmesi için duâ istedi. Üzeyr -aleyhisselâm- duâ edince de eski sıhhatine kavuştu.
Üzeyr -aleyhisselâm- vefât ettiği sırada 18 yaşında bir oğlu vardı. Oğlu, 118 yaşında ak sakallı bir ihtiyar oldu. Babası Üzeyr ise 50 yaşındaydı. Yani oğlu 118 yaşında, baba 50 yaşında. Oğlu baştan tanıyamadı, şaşırdı:
“–Benim babamın sırtında hilâl şeklinde siyah bir ben vardı.” dedi.
Üzeyr, sırtını açtı şöyle. Baktılar; hilâl şeklindeki bu siyah beni gördüler. Artık Üzeyr -aleyhisselâm- hakkında şüphe kalmadı.
Buhtünnasr, Kudüs’ü işgâl ettiği zaman, bütün Tevrat nüshalarını yakmıştı.
Üzeyr -aleyhisselâm-, dîni yeniden ihyâ etti. (Bkz. Bursevî, Rûhu’l-Beyân, II, 512513, Erkam Yay. İstanbul 2005)
İbni Abbas’tan rivâyet:
İsrâiloğulları âhireti unutunca, Cenâb-ı Hak, Tevrât’ın içinde bulunduğu sandığı da onlardan aldı. Bir Tâbut/sandık vardı. Tevrât’ı onlara unutturdu. İsrâiloğulları buna çok üzüldüler.
Bilhassa Üzeyr -aleyhisselâm- Allâh’a çok ibadet etti, yalvarıp yakardı. Allah’tan inen bir nur, onun kalbine in’ikâs etti. Unutmuş olduğu Tevrât’ı tekrar hatırladı Üzeyr -aleyhisselâm-.
Sonra Tevrât’ı yeniden İsrâiloğulları’na öğretti. Daha sonra Tevrât’ın içinde saklandığı o sandık da bulundu.
İsrâiloğulları, Üzeyr -aleyhisselâm-’ın öğrettiğini Tevrât’ın aslına uygun buldular. Üzeyr’e olan sevgileri/muhabbetleri arttı. Hattâ bir dalâlete düştüler; Üzeyr -aleyhisselâm-’a “Allâh’ın oğlu” diyecek kadar öteye gittiler. (Taberî, Câmiu’l-Beyân, X, 143)
Nasıl Îsâ -aleyhisselâm-’da hristiyanlar bir şirke düştü; orada da bir kısım Benî İsrâil, bu şekilde, “Üzeyr Allâh’ın oğludur” diyerek küfre girdi.
Âyeti kerîmede:
“Yahudîler; «Üzeyr, Allâh’ın oğludur!» dediler.
Hristiyanlar da; «Mesîh (Îsâ) Allâh’ın oğludur!» dediler.
Bu, onların ağızlarıyla geveledikleri sözlerdir. (Buyuruyor Cenâb-ı Hak. Onlar, sözlerini) daha önce kâfir olmuş kimselerin sözlerine benzetiyorlar. (Cenâb-ı Hak;) Allah onları kahretsin! (buyuruyor. Çünkü tevhid akîdesinin ortaklığa tahammülü yok.) Nasıl da (haktan bâtıla) döndürülüyorlar.” (etTevbe, 30) Bu kadar ilâhî azamet tecellîleri varken…
“(Yahudîler, hahamlarını; hristiyanlar) da râhiplerini, Meryem oğlu Mesîh (Îsâ) rab dediler. (Hâlbuki Cenâb-ı Hak burada:) Ancak tek ilâha kulluk etmeleri emrolundu. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır.” (Bkz. etTevbe, 31)
Fakat maalesef onlar yoldan çıktılar.
Tabi burada en çok bize telkin edilen:
“Ba‘sü ba‘de’lmevt” / ölümden sonra diriliş.
Zaten ölümden sonra diriliş olmasa, bu dünyaya gelişin mantığı da olmaz. Seni sırayla dünyaya getiren kim? Merzuk kılan kim?..
Yine Cenâb-ı Hak Hac Sûresi’nde yine bu dirilişten bahsediyor:
“Ey insanlar! Eğer yeniden dirilmekten şüphede iseniz, şunu bilin ki, Biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alekadan, sonra uzuvları belli belirsiz bir çiğnem et parçasından yarattık ki size (kudretimizi) gösterelim. (Yani demek ki insan tefekkür edecek; bir nutfeden nasıl meydana geldi, bu cihazlar nasıl geldi, hayat nasıl akıyor?..)
…Sonra kuvvetli çağınıza ulaşmanız için (sizi büyütürüz buyuruyor).
İçinizden kimi vefât eder (o yaşlılık çağına kadar) kimi ömrünün en zayıf çağına (yani ihtiyarlığa) kadar götürülür. Tâ ki bilen bir kimse olduktan sonra bilmez bir hâle gelir!” (el-Hac, 5)
Yani böylece bedenî güç azaldığı gibi, zihnî melekeler de dumûra uğrar.
Cenâb-ı Hak hayatı bahsediyor. Bir hayat mâcerasını. Ömür verdiğine…
وَمَنْ نُعَمِّرْهُ نُنَكِّسْهُ فِى الْخَلْقِ اَفَلَا يَعْقِلُونَ
“Biz ömür verdiğimize (baştan güç-kuvvet veririz, gençlik veririz) نُنَكِّسْهُ فِى الْخَلْقِ (sonra, yaşlandığı zaman) yaratılışını tersine çeviririz. (Yani vücut, cihazlar arıza yapmaya başlar, hastalıklar başlar, vücut şâkülünden düşer.) اَفَلَا يَعْقِلُونَ İnsan akıl erdirmez mi?” (Yâsîn, 68)
Yani insan bu fânîliğin idrâki içinde yaşayacak. Ölümün Cenâb-ı Hak vaktini bildirmiyor. Daima “Aman yâ Rabbi!” diyecek.
Ebû Rezin el-Ukaylî naklediyor:
Bir gün sahâbîden birisi:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! (Dedi.) Allah Teâlâ, mahlûkâtı yeniden nasıl yaratır? Bunun dünyada bir misâli var mı?” dedi. (Tabi misal sonsuz.)
Rasûlullah Efendimiz bir misal verdi:
“−Sen hiç, kavminin yaşadığı vâdiden kurak bir mevsimde geçmedin mi? Sonra bir kere de her tarafın yemyeşil olduğu mevsimde oraya gitmedin mi?..” (Ahmed, IV, 11)
Yani Rasûlullah Efendimiz bir sonbaharı bildiriyor. Her taraf kurumuş, dökülmüş, bitmiş; bir de onun bir bahar mevsiminde geçildiği zaman; tekrar dirilmiş… Ağaçlar, meyveler vs. bütün güzellikler… Ba‘sü ba‘de’l-mevt... Sırf burada mı? Çok şeyde “ba‘sü ba‘de’l-mevt”. Meselâ uykuya dalıyoruz. Sanki uyku, her gün bize verilen bir ölüm tatbikâtı. Uykuya dalıyoruz, neredeyiz haberimiz yok. Nerede uyuyoruz haberimiz yok. Birçok yerlerde dolaşıyoruz. Sonra sabah vakti, eğer ömrümüz varsa, Cenâb-ı Hak tekrar bizi dünyaya döndürüyor.
Cenâb-ı Hak “وَالْفَجْرِ” (“Fecre andolsun.” [el-Fecr, 1]) buyuruyor. Yani insanların uyandığı, bütün mahlûkâtın uyandığı zaman. Demek ki kalktığımız zaman “Aman yâ Rabbi!” diyeceğiz. “Elhamdülillah” diyeceğiz. Yatıp da bugün vefat eden çok kimse var. Bize ömür takviminden bugün bir yaprak daha verdi. Bu takvim yaprağını ben nasıl dolduracağım? Nasıl yâ Rabbi, Sen’in arzu ettiğin, Sen’in rızân üzere bir istikâmette bulunacağım?
Cenâb-ı Hak bize muhtelif âyetlerde, Efendimiz muhtelif hadislerde, seher vaktine…
وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ (“…Seher vaktinde Allahʼtan bağışlanma dileyenler.” [Âl-i İmrân, 17]) buyruluyor.
Demek ki seher vakti mânen doyacak kalp. Doyacak, gündüzün nefsânî arzulara karşı bir mukâvemet kesbedecek. Bu şekilde nefsânî arzuları bertaraf edecek. Geceye tekrar bu rûhâniyetle girecek. Yine seher vakti tekrar dolacak. Teheccüd namazı, ibadetler, kazâ namazı, Kur’ân-ı Kerîm, virdler vs… Tekrar rûhâniyetle yürek dolacak.
Yani gecenin-gündüzün bir vardiya değişmesi gibi, Güneş’in Ay’ın bir vardiya değiştirmesi gibi, kalp âlemi de bu şekilde kendisine mânen seviye bulacak.
Cenâb-ı Hak, bu, İbrahim -aleyhisselâm-’da dört kuşun; tavus, karga, horoz ve kartalın durumunu bildiriyor. (Bkz. el-Bakara, 260)
Yine Hazret-i Mûsâ zamanında bu, yıldırım çarpmış, ölen kimselerin, yine o zaman dirilttiğini Cenâb-ı Hak bildiriyor. (Bkz. el-Bakara, 55-56)
Bakara Sûresi’nde yine bir, ismi zaten Bakara, bir kâtilin yaptığı cürüm ortaya çıkıyor. Katlettiği kimse diriltiliyor.
Ashâb-ı Kehf var. Cenâb-ı Hak nasıl bir mağarada 309 sene onları bir uyku hâlinde, kendilerinden habersiz şekilde bekletiyor? (Bkz. el-Kehf, 17-20) Onlar Dakyanus’a karşı büyük bir mücadele etmişti, îmanlarını korumak için.
Ashâb-ı Rakîm bildiriliyor. Amel-i sâlihlerle Cenâb-ı Hak onların nasıl bir canlı mezardan koruyor.
Velhâsıl misaller çok -elhamdülillâh-. Yani her şey bir misal. Her şeyde fânîlik. Son üç cüz Kur’ân-ı Kerîm’in, ilâhî azamet tecellîleri, kıyâmet vs. Daha ziyade onlara ait.
Cenâb-ı Hak:
لَاۤ اُقْسِمُ بِيَوْمِ الْقِيٰمَةِ
buyuruyor. “Kıyamete andolsun/yemin olsun.” (el-Kıyâme, 1) buyuruyor. Yani kıyamet üzerinde çok yoğunlaşmamızı Cenâb-ı Hak istiyor. Bu bir şiddet ifadesi. O kadar zor ki, her şeyden bir hesaba çekileceğiz, en ufak bir şeyden.
Cenâb-ı Hak Kehf Sûresi’nde, bunu bildiriyor, hâlimizi.
“…Bu nasıl kitapmış?..” diyeceğiz ekranlar indiği zaman. “…Küçük-büyük hiçbir şey bırakılmadan, yaptığımızın hepsini sayıp dökmüş…” Sonra “…Rabbin hiç kimseye zulmetmez.” buyruluyor. (Bkz. el-Kehf, 49)
Yine Kamer Sûresi:
“Küçük-büyük her şey satır satır yazılmıştır.” (el-Kamer, 53) buyruluyor. En ufak -Allah korusun- dikkatsizlik… Meselâ bir kadın bir kediyi öldürüyor, aç bırakıyor, umursamıyor. Cehennem’e girecek bir hâl oluyor. Bir kişi bir köpeğe, inip kuyuda su veriyor. Köpek de kumu yalıyor susuzluktan. “Allah bana bu gücü verdi diyor, bu hayvanda bir güç yok diyor, kuyuya inecek.”
Bir mü’min daima tefekkür sahibi olacak, ince düşünüşlü olacak. Kuyuya iniyor, ayakkabısına koyarak -başka çare yok, kap yok- onunla Allâh’ın bu mahlûkâtını susuzluktan gideriyor. Cenâb-ı Hak onu affediyor.
Yani Allâh’ın affı, bazen bu köpekte olduğu gibi çok ufak, bazen orta, bazen büyük… Allâh’ın kahrı da, bazen o kadında olduğu gibi, ihmâl eden, ya küçük, ya büyük, ya orta... Onun için, hiçbir hayrı ihmâl etmemek, hiçbir şerri de küçük görmemek lâzım.
Lokman -aleyhisselâm- âyette, Lokman Sûresi 16. âyet:
“(Öğütlerine şöyle devam etti:) Yavrucuğum dedi, yaptığın iş (iyilik ve kötülük, ne yapıyorsan) bir hardal tanesi ağırlığında bile olsa ve bu, bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa, yine Allah onu (senin karşına) getirir. (Kurtuluş yok.) Doğrusu Allah en ince işleri görüp bilmektedir. Her şeyden haberdardır.”
Bugün meselâ, Cenâb-ı Hak malzemeyi verdi, insanlar bir kompüter denilen bir şey buldu. Bir düğmeye basıyorsun, ne var ne yok içinde, yüklenen her şey çıkıyor. Kim bilir ilâhî kompüterler nasıl çalışacak kıyamet günü?
“Kitabını oku, bugün nefsin sana kâfidir…” (el-İsrâ, 14) denilecek.
Kendi kendimizin şahidi olacağız. Gözler konuşacak, dil olacak göz. Allah bu gözü sana niye verdi, sen bu gözü nerede kullandın? Ne kadar bu göz kevnî âyetleri tefekküre götürdü, veyahut da birçok yanlış yerlerde bu göz ziyan edildi.
Kulaklar öyle. Bu kulaklar neye âşinâ oldu? Kur’ân-ı Kerîm sesine mi, sohbetlere mi, neye âşinâ oldu? Veyahut da boş şeylerle bu kulaklar ziyan mı edildi?
Deriler konuşacak buyruluyor. İnsan kendi kendinin şahidi olacak.
Tabi bu dünya imtihan. Hep peygamber hayatlarına baktığımız zaman, onların ümmetleri ağır imtihanlardan geçiyor. Bizim mensup olduğumuz Rasûlullah Efendimiz’in ümmeti en ağır 13 sene Mekke devri, 10 sene Medîne devri. Yapılacak zulmün en ağırlarını yaptılar. Kızgın kömürlerin üzerine yatırdılar. Hattâ Hazret-i Ömer, Habbâb, onun bir sırtını gördü:
“–Bu nasıl bir sırt dedi! Aman yâ Rabbi, ne hâle gelmiş!” dedi.
Bir ayağı bir deveye, bir ayağı bir deveye bağlayıp ters istikâmette… Yani İslâm’dan küfre döndürmek için, yapılan bütün mel’anetleri yaptılar.
Medîne devrinde de öyle. Bir taraftan yahudiler vardı, bir taraftan münâfıklar vardı, bir taraftan müşrikler vardı. Nasıl o ashâb-ı kirâm İslâm’ı yaşadı?..
Âyet-i kerîmede bazı müslümanlar, Âl-i İmran’ın 196-197. âyetinde bazı müslümanlar dediler ki:
“–Biz Allâh’a inandık. Her şeye katlanıyoruz. Fakat müşrikler diyar diyar, rahat rahat dolaşıyorlar.”
Onun üzerine âyet indi, bir imtihan dünyası içinde olduğumuzu hatırlatıyor:
“İnkârcıların (refah içinde) diyar diyar dolaşmaları sakın seni aldatmasın. Azıcık bir menfaattir o. Sonra onların varacakları yer Cehennem’dir. O ne kötü bir varış yeridir.” (Âl-i İmrân, 196-197) Cenâb-ı Hak buyuruyor.
Cenâb-ı Hak:
ثُمَّ لَتُسْـَٔلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ
buyuruyor. “…Verdiğimiz nîmetlerden sorulacaksınız.” (et-Tekâsür, 8) En büyük nîmet, İslâm nîmeti. En büyük nîmet, Rasûlullah Efendimiz’e ümmet olma nîmeti. Bu âyet nâzil olduğu zaman;
ثُمَّ لَتُسْـَٔلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ
Bir delikanlı geldi:
“–Yâ Rasûlâllah dedi, Cenâb-ı Hak bir hesap istiyor ama bizden, benim hesap verecek hiçbir şeyim yok dedi. Ne malım var, ne mülküm var, hiçbir şeyim yok!” dedi.
Rasûlullah Efendimiz dedi ki:
“–Senin gölgelendiğin bir ağaç var mı?” dedi. Cenâb-ı Hak bir ağaç yaratmayabilirdi. “Gölgelendiğin bir ağaç var mı?” dedi.
“–Var.” dedi.
“–Ayağına giydiğin iki pabuç var mı, iki nalin var mı?” dedi. Hiçbir mahlûkatta yok o. Ayak ona göre tanzim edilmiş ilâhî olarak.
Tabi o zaman soğuk su çok zor elde ediliyor, biz her zaman soğuk suyu elde ediyoruz.
“–İçtiğin bir soğuk su var mı?” dedi.
“–Var, yâ Rasûlâllah.”
“–Sen de onlardan hesaba çekileceksin.” dedi. (Bkz. Süyûtî, VIII, 619)
İbrahim -aleyhisselâm- malıyla, canıyla, evlâdıyla Cenâb-ı Hakk’a dost oldu, hepsini feda etmekle. Kendisine ilâhî ufuklar açıldı. Ufuklardaki dehşet, Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-’ı bir endişe içinde bıraktı. “Acaba ben kulluğumu îfâ edebildim mi, ikmâl edebildim mi?” O korkusuyla:
“وَلَا تُخْزِنِى يَوْمَ يُبْعَثُونَ”
Cenâb-ı Hakk’a bir ilticâ etti:
“–Yâ Rabbi dedi, insanların diriltileceği gün beni mahcup etme.” buyurdu. (Bkz. eş-Şuarâ, 87)
Mal gitti. Malı feda etti. Canı feda etti. Evlâdı fedâ etti. Yani üç tane kalbindeki taht yıkıldı. Kalp, her an Cenâb-ı Hak’la beraber hâle geldi. Tabi daima bu son nefes…
“Nasıl yaşarsanız öyle haşrolunursunuz.” buyruluyor. (Bkz. Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, V, 663)
Âyette de Cenâb-ı Hak, Kāf Sûresinin 19-20. âyetinde, bizim bu son nefes mâceramızı Cenâb-ı Hak bildiriyor. Âyet şöyle:
“Ölüm sarhoşluğu gerçekten gelir de «İşte ey insan! Bu senin öteden beri kaçtığın şeydir.» denir. Sûr’a üfürülür; işte bu, geleceği vaad edilen gündür.”
Hepimizin başından geçecek hâdise… Kimse ölümü istemiyor. Yatalak bile olsa; “Aman diyor ölmeyeyim diyor, biraz daha yaşayayım.” diyor. Bir ölüm gerçeği…
Velhâsıl ömrün hayırlısı, Cenâb-ı Hakk’ın emrinde geçen geceler ve gündüzlerdir.
Son nefes gelmeden evvel Cenâb-ı Hakk’ın îkâzı var Münâfikûn Sûresinde, 9. âyette:
“Ey îman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allâh’ı anmaktan alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar ziyana uğrayanlardır.”
Demek ki malları Allah yolunda infak edersek, evlâtlarımızı Allah yolunda yetiştirirsek ne mutlu…
Onlar, demek ki ihmal edildiği zaman, o büyük bir ziyan olduğunu bildiriyor. Ondan sonra ölüm ânına geçiyor Cenâb-ı Hak, son nefese geçiyor:
“«Rabbim! Benim ölümümü yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka versem de sâlihlerden olsam.» demeden evvel, infak edin.” (el-Münâfikûn, 10) buyruluyor.
Rasûlullah Efendimiz buyuruyor ki:
“Sâlihler de ölüme bir hüzünle girecek. Keşke daha öteye gitseydik diye.” (Bkz. Tirmizî, Zühd, 59)
Çünkü mezarda kaybetmek, kazanmak yok, bitiyor. Çünkü mezarda her şey şuhud âleminde. Gerçi burada da şuhudda ama, kalbi olana bir şuhud âleminde.
Bir Allah dostu onu buyuruyor:
“Cenâb-ı Hak o kadar zâhir ki, zuhurunun şiddetinden gâib.”
İşte burada renkler görüyoruz; mavi, yeşil, kırmızı. Ne vâsıtasıyla görüyoruz? Hava vasıtasıyla. Atmosferin üzerine çıkınca yok renk. Havayı görüyor muyuz? Görmüyoruz. Havanın eserini görüyoruz burada. Aynı onun gibi. Her şey zerreden küreye, Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî azamet, kudret akışları…
Ondan sonra yine âyet devam ediyor:
“Allah eceli geldiğinden hiç kimsenin ölümünü ertelemez. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (el-Münâfikûn, 11)
Tabi burada ben şuraya da girmek istiyorum. Bugün bu çok mühim; evlâtlarımız… Bizim için evlâtlarımız ya sadaka-i câriye olacak, yahut da seyyie-i câriye olacak. Bir annenin, babanın en mühim vazifesi, evlâtları üzerinde olmalı.
Yani Meryem Vâlidemiz’in annesi daha hâmileyken Meryem Vâlidemiz’in derdine düştü. Onu Beyt-i Makdis’e adamanın derdine düştü. Hâlbuki o zaman erkekler oraya oluyordu. Fakat onun ihlâsıyla, Meryem Vâlidemiz de oraya adandı. Zekeriya -aleyhisselâm- da eniştesi, vekil oldu.
Yani demek ki bir baba, bir anne, eğer evlât belirmeye başlayınca; “Ben buna nasıl bir istikbal hazırlayacağım?” Onun ne istikbâli? Âhiret istikbâli.
Yani baba, anne, evlâdına dünya istikbalini ararken âhiret istikbâlini unutmayacak.
İki mektep var. Bir dünya mektebi var. Bu mektepte esâsında Cenâb-ı Hakk’ın azamet-i ilâhiyyesini okumak lâzım. Hangi bilgi, hangi ilim olursa olsun.
“Ona az bir ilim verdik.” buyuruyor Cenâb-ı Hak. (Bkz. el-İsrâ, 85) Veren Cenâb-ı Hak veriyor ki, bir zemin olsun.
İkincisi; âhiret mektebi içindeyiz. Esas âhiret mektebi içindeyiz.
Dünya mektebi yardımcı olmalı. Biz dünya mektebine kulluğumuzu îfâ etmek sûretiyle âhiret mektebini kazanmak için geldik.
Demek ki dünya mektebini âhiret mektebinin içine alırsak, kul faziletle donanır. Allah da ona yardım eder. Demek ki dünya mektebini âhiret mektebinin içine almak için gayret edeceğiz. Kul faziletlerle donanacak. Allah da o kuluna yardım edecek.
Ne buyuruyor Cenâb-ı Hak:
وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُ
“…Allah’tan ittikā edin, Allah da size öğretiyor.” (el-Bakara, 282) Hakkı, hakîkati, doğruyu öğretiyor. Mârifetullah’tan bir nasipler gelmeye başlayacak.
En merhametli anne-baba, evlâdının âhiret istikbâlini düşünen anne-babadır. Zaten âhiret istikbâlini düşünüyorsa dünya istikbâlini de düşünmüştür.
Ömer bin Abdülaziz ile ilgili, veziri diyor ki:
“–Efendi diyor, Beytü’l-Mâl’den aldığınız tahsisâtın kâfî gelmediğini görüyoruz diyor. Biraz, hakkınızı alsanız olmaz mı diyor. Yarın çocuklarınız diyor, vefatınızdan sonra müşkül durumda kalmasın.” diyor.
Şu mânidar cevâbı veriyor:
“–Eğer geride kalan evlâtlarım sâlih kimselerdense bir sıkıntıya düşmelerinden korkmam diyor. Zira Cenâb-ı Hak buyuruyor:
«…Allah (celle celâlühû) sâlih kullarının velâyet ve vesâyetini bizzat deruhte eder.» (el-A‘râf, 196)
Yok eğer sâlih değilse, sefih olacaklarsa, böyleleri hakkında yine Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de:
«Mallarınızı sefihlere vermeyiniz…» (en-Nisâ, 5) buyuruyor.
Mukâtil bin Süleyman, halife seçildiği zaman Mansur’un huzûruna girer. Halife nasihat ister, öğüt ister.
Mukâtil bin Süleyman:
“–Duyduklarımla mı nasihat edeyim, yoksa gördüklerimle mi?” diye sorar.
Halife Mansur der ki:
“–Gördüklerinle bana nasihat et.”
Yani bana, şu hayatta gördüğün manzaralarla sen bana öğütte bulun der. O da der ki:
“–Ey Mü’minlerin Emîri der. (İki halifeden bahseder.= Ömer bin Abdülaziz’in 11 evlâdı vardı. Onlara 9 dinar miras kaldı. Yani bir dinar bile düşmüyor. Hişam bin Abdülmelik’in de 11 evlâdı vardı. Aynı Ömer bin Abdülaziz gibi, onun da evlâdına mirasta bir milyon dinar düştü her birine. (Birine bir dinar, öbürüne bir milyon dinar düşüyor. Bir, bir milyon. Sonra diyor ki,) Bak diyor, halife diyor. ben diyor, Ömer bin Abdülaziz’in oğullarını diyor, Allah yolunda cihad için tam yüz atı sadaka olarak verirlerken gördüm diyor. Hişâm’ın mîras bıraktığı, Hişâm’ın da oğullarını, sokakta dilenirken gördüm.” diyor.
Burada iki hususiyet var:
Bir; kazancın helâl olması.
İkincisi; baba-ananın evlâdına emek vermesi. Bu çok mühim. Yani dünya âhirete hazırlık, kabre de hazırlık.
Sami Efendi Hazretleri sohbetlerinde birkaç sefer tekrar etti bunu ısrarla; Adana’da yakın bir yerden bir mezarlıktan bir yol geçiyormuş. Amme menfaati üzerine yol mezarın içinden geçiyormuş. Tabi öyle olduğu zaman feth-i kabir yapılır ve nakl-i kabir yapılır. Bir hâfız efendi, 30 sene evvel ölmüş. Fakat hâliyle hâfız, kāliyle hâfız, nezâketi, zarâfeti, muâşereti, ahlâkî vasıfları, her şeyiyle. Yani Rasûlullah Efendimiz’in hâlini aksettiren bir hâfız. Onu diyor, kalıbıyla beraber 30 sene sonra tekrar defn-i kabir yaptılar diyor.
Yine buna benzer, Medîne’de, oradaki arkadaşlara sordum ben:
“–Burada dedim, gömüldüğü zaman dedim, yıpranmamış bedenler çıkıyor mu?” dedim.
“–Zaman zaman çıkıyor.” dedi.
“–Ne yapıyorlar?” dedim.
“–Onu dedi, kapatıyorlar, onu bir daha açmıyorlar başka bir ölü gömmek için üzerine.”
Yine, Allah rahmet eylesin, bir dostumuz vardı Cevat Öztürk. O anlattı. Bu da çok ibretli bir hâdise:
Bir kadın vefat ediyor. Mezar açıyorlar, gömecekler, haşerat çıkıyor mezarın içinden. Başka bir mezar açılıyor, orada da aynı haşerat çıkıyor. Bir daha açıyorlar, aynı haşerat çıkıyor. Orada sâlih bir kimse geçiyormuş, o diyor ki:
“–Siz ne kadar mezar açsanız, Allah bazen size hikmet ve ibretleri gösterir. Onun için, gömün bu kadını.”
Onun üzerine kadın gömüldü diyor.
Onun için amellerimizin “اَحْسَنُ عَمَلًا” (en güzel amel) olması… (Bkz. Hûd, 7; el-Kehf, 7, el-Mülk, 2)
Rasûlullah Efendimiz’in “üsve-i hasene”sinden örnek alabilmemiz. Daima şunu düşüneceğiz: “Allah Rasûlü benim yanımda olsa, benim bu hâlime tebessüm eder mi?..”
Tabi biz ne kadar amel-i sâlih işlersek, Efendimiz’in üsve-i hasenesini örnek almaya gayret edersek, o kadar Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hâlinden hâller, Cenâb-ı Hakk’ın lûtfuyla in’ikâs eder.
Tabi burada o bir dinar, bir milyon dinar kalması neticesi, demek ki kazancımıza dikkat etmek lâzım. Zira kişinin parası üzerinde irâdesi yoktur. “Ben paramı istediğim gibi harcarım…” Yok, harcayamazsın istediğin gibi! İrâde paradadır. Helâl mal, sahibini helâle doğru yönlendirir. Haram para ise -Allah korusun- harama yönlendirir.
Bir anne-babanın evlâdını yetiştirirken nasıl bir hassâsiyet sergilemesi gerektiği hususunda Ahmed bin Hanbel’den güzel bir misal var:
“Ben on yaşındaydım diyor. Kur’ân-ı Kerîm’i hıfzetmiştim diyor. Sabah namazından önce annem beni kaldırırdı diyor. Soğuk Bağdat gecelerinde diyor, abdest suyumu ısıtırdı diyor. Sonra elbisemi giydirirdi. Evimiz uzak ve yol karanlık olduğu için kendisi de tesettüre bürünerek benimle birlikte câmiye kadar gelirdi. Beni böyle annem, dikkat etti takvâ hayatıma.”
Velhâsıl anne-baba en çok üzerinde duracağı, evlâdı. Ya onlara sadaka-i câriye olacak veyahut da seyyie-i câriye olacak. Anne-baba hakkı ödenmez. Fakat eğer onu dünya mektebinde yetiştirip âhiret mektebi unutulmuşsa, o zaman -Allah korusun- o anne-babadan evlât dâvâcı olacak.
Mevlânâ’nın güzel bir şeyi:
“Ey diyor, hakikat yolcusu diyor, o diyor, o gün gelip çatmadan diyor, o kıyamet gelip çatmadan diyor, Rabbin ile dostluk kur diyor bu dünyada diyor. Rabbinle dostluk kur ki, o diyor, zor gün kıyamet günü senin elinden tutsun.” diyor.
Âyette de:
لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ
(“…Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” [Yûnus, 62])
Onlar Cenâb-ı Hak’la bu dünyada dost olanlar, çok zor şeyden geçecek insan. Ölüm, son nefes, kabir, vs. kıyâmet…
İşte Mevlânâ diyor:
“Dost ol dünyada ki diyor, orada diyor, mahzun olmazsın.” diyor.
Cenâb-ı Hak diyor; “O gün diyor, yüzler vardır diyor, tabi yüzler bütün vücut da zelildir.” diyor. (Bkz. Abese, 38-42)
Yani dünyadaki yüzün, âhiretteki yüzün gibi olmayacak. Âhiretteki yüzün, senin sîretine göre sûretin olacak orada.
“O gün birtakım yüzler vardır ki mutludur.” (Abese, 38) buyruluyor. Cenâb-ı Hak cümlemize nasîb eylesin.
Onun için, virüsten korkuyoruz. Korkmalıyız virüsten tabi. İnsan sıhhatliyken, ibadeti, hizmeti daha başka olur. Fakat bu virüsten korktuğumuz kadar, Allah’tan korkmuyoruz maalesef. Ahlâk durumunu görüyoruz. Yani günahlarımızdan korkmuyoruz. Dilimizden çıkan yanlış kelâmlardan korkmuyoruz. Merhamet ve şefkat fukarâsı olmaktan korkmuyoruz. Bir virüsten korkuyoruz.
Evet virüsten de korkacağız. Cenâb-ı Hak onunla imtihan ediyor bizi.
Yahya bin Muaz Hazretleri:
“Şaşılır diyor, o kişiye ki, hastalık korkusuyla yiyecekten perhiz eder, Cehennem korkusuyla günahtan perhiz etmez.”
Cenâb-ı Hak yine çok misaller veriyor Kur’ân-ı Kerîm’de.
Bilhassa kardeşler, bu, zâhirî farzlar var; namaz, oruç, zekât, hac gibi. Bunun yanında da bâtınî farzlar var. Bu bâtınî farzlara da dikkat etmek lâzım. Zâhirî farzlar eğer eğer kıvam bulmuşsa, bâtınî farzlar da kıvam bulur. Onun için kalp devamlı zikir hâline girecek.
Bâtınî farzlar: Tefekkür, merhamet. Nasıldı asr-ı saâdette merhamet? Efendimiz’in merhameti nasıldı? Ashâbın merhameti nasıldı? Evliyânın merhameti nasıldı?
Merhamet, cömertlik. Bunun getirdiği; hizmet. Tembellik olmayacak. Tâ sahâbî Çin’e giderken üşenmedi, Semerkand’a giderken üşenmedi. Afrika’nın ortalarına girerken üşenmedi.
Adâlet olacak, hak-hukuk olacak. Ona dikkat edilecek. En zor o. Çünkü onu, adâleti tenfiz edemezse, onun kıyamet günü hesabını verecek.
İhlâs olacak, “el-emîn, es-sâdık” olacak. mütevâzı olacak.
Edep olacak. En mühim edep. Bugün maalesef perişan durumda edep.
İffet hayâ olacak ve bir fedakârlık olacak.
Bunlar da bâtınî farzlar.
Zâhirî farzlarla, bâtınî farzlar bir âhenk teşkil edecek.
Zâhirî günahlar var: Kumar, içki, zina, sirkat, hırsızlık ve şeyleri, emsalleri. Onlara dikkat edilecek. Onlar nedir? En başta şirk, kibir, -Allah korusun- iffetsizlik, dedikodu, gıybet, iftira, vs...
Nefsî, nefsî olmak. Bu da en büyük felâket. Yani yalnız kendi nefsini düşünmek. Cenâb-ı Hak onu aslâ istemiyor. Yani insan nefsinin putperesti olmayacak.
Gurur, kibir, haset, öfke, riyâ, cimrilik, israf, tecessüs, tefrika/ayrılık, gıybet, iffetsizlik, yalan, nemime (söz taşıma), bunlardan mü’min kaçacak. Ona göre nefsin şeyleri var:
Emmâre: Allah korusun, zaten o bir mü’minde olamaz, emmâre. Yani hiç korkmadan istediği gibi işliyor. Hiç âhiret endişesi yok. Kendisini “lâ yüs’el” görüyor.
Ondan sonra “levvâme” geliyor. Bu levvâme’de, işte Cenâb-ı Hak, kendimizi tefekküre davet ediyor. Levvâme, bir pişmanlık.
لَا اُقْسِمُ بِيَوْمِ الْقِيٰمَةِ
“Kıyâmete andolsun/yemin olsun.” (el-Kıyâme, 1) diyor. Hemen arkadan, “nefs-i levvâme” geliyor. (Bkz. el-Kıyâme, 2) Demek ki tutarsız bir nefs. Hesaba çekileceksiniz buyruluyor.
İnsan daima tefekkür edecek. Âhireti unutmayacak.
İki şey unutulmayacak buyruluyor:
Cenâb-ı Hakk’ı unutmayacak. Onun kalp eğitimine girecek, Cenâb-ı Hakk’ı unutmamak.
İkincisi; âhireti unutmayacak. Her şeyin hesabını vereceğini unutmayacak.
İki şeyi unutacak:
Yaptığı hayırları unutacak, o kendine bir pay çıkartmasın. Bir de yaptığı yanlışlıkları unutmayacak ki, onu telâfi edecek çarelere baksın.
İmâm Gazâlî Hazretleri’nin bir öğüdü var. O da çok ibretli:
“Oğul diyor, farz et ki bugün öldün diyor. Hayatında geçirdiğin gaflet anlarına ne kadar üzüleceksin diyor. Âh, keşke, diyeceksin diyor. Lâkin heyhât! (Geri dönüş, artık söz konusu değildir!)”
“Her mü’min, sabah namazını kıldıktan sonra kendisine şu hatırlatmalarda bulunmalı:
«–Benim sermayem ömrümdür. Ömrüm gidince sermayem de gider, artık kazanma imkânım kalmaz. Bu başlayan gün, yeni bir gündür. Allah Teâlâ bugün de bana müsâade ederek ikramda bulundu. (Bir ömür verdi bugün de.) Eğer canımı almış olsaydı (bu gece), elbette bir günlüğüne de olsa dünyaya geri döndürülüp çokça sâlih ameller işlemeyi temennî edecektim.
Şimdi farz et ki öldün ve bir günlüğüne dünyaya dönmene izin verildi. O hâlde bugün günahlardan kat’iyyen (kerahatlerden, günahlardan) yaklaşma! Sakın ola ki bugünün bir ânını bile boş geçirme. Zira her nefes, paha biçilmeyen bir nîmettir.”
Yine 37. âyette Fâtır Sûresi’nde, mücrimler diyecek ki, bir manzara bildiriyor Cenâb-ı Hak:
“–Rabbimiz! Bizi buradan çıkar (diyecekler. Dünyada) yaptığımız (o kötü işleri) sâlih ameller hâline getirelim!”
Feryâd edecekler. Cenâb-ı Hak iki şey soruyor:
“–Düşünecek kadar bir zaman vermedik mi?” Bir ömür veriyor Cenâb-ı Hak. Gelen niye geliyor, giden nereye gidiyor? Kimin mülkünde yaşıyoruz?
“Düşünecek kadar zaman vermedik mi, ömür vermedik mi? Bir uyarıcı, bir peygamber gelmedi mi? (Niçin inanmadınız?) Şimdi (azâbı) tadın!” (Bkz. Fâtır, 37) buyrulacak.
Yunus Emre’nin güzel bir şeyi var, mısrâları:
Yalancı dünyaya konup göçenler,
Ne söylerler ne bir haber verirler!..
Üzerinde türlü otlar bitenler,
Ne söylerler ne bir haber verirler!
Kimisi dördünde kimi beşinde,
Kimisinin tâcı yoktur başında,
Kimi altı kimi yedi yaşında,
Ne söylerler ne bir haber verirler!
(Yani sen duy, sen anla o haberi.)
Kimisi bezirgân (tüccar) kimisi hoca,
Ecel şerbetini içmek de güç a!..
Kimi ak sakallı kimi pîr koca,
Ne söylerler ne bir haber verirler!
Yunus der ki gör takdîrin işleri,
Dökülmüştür kirpikleri kaşları,
Başları ucunda hece taşları,
Ne söylerler ne bir haber verirler!
Demek ki bir kabristandan geçerken Yunus’un bu şiirini tefekkür etmek lâzım.
Bir misalle sohbeti bitirelim:
Ömer bin Abdülaziz halife olunca, iki buçuk senedir halifeliği, İslâm tarihine en büyük imzayı atanlardan, “5. halife” olarak adlandırılır. Onun bir arkadaşı gelir, Ömer bin Abdülaziz’i görmek ister.
Ömer bin Abdülaziz de “buyursun” der. Gelip şöyle bir bakar. Ömer bin Abdülaziz tanınmaz hâle gelir iki buçuk senede.
“–Bu müheykel vücut ne hâle gelmiş böyle!” der. Gözler düşmüş, çukurlaşmış vs. Ömer de dinler onun hayretini. Sonra der ki:
“–Bak der, bunlardan vazgeç, bunları düşünme der. Sen der benim gömüldükten sonra, üç gün sonra kabrimi açsalar ne kadar daha çok dehşet manzaralar göreceksin der. Geç bunlar der, bana Rasûlullah’tan iki hadîs-i şerîf oku da ferahlayalım.” der.
Allah cümlemize -inşâallah- son nefes selâmeti nasîb eylesin. Son nefesimiz -inşâallah- en güzel ânımız olmasını Cenâb-ı Hak lûtfuyla, keremiyle ikram ve ihsân eylesin.
Lillâhi Teâle’l-Fâtiha!
YORUMLAR