Osman Nûri Topbaş Hocaefendi 20 Nisan 2020 Sohbeti

Osman Nûri Topbaş Hocaefendi'nin orucun faydaları ve karantina döneminde yapılması gerekenlerden de bahsettiği Erkam Radyo ve Erkam TV de yayınlanan 20 Nisan 2020 tarihli sohbeti...

20 Nisan 2020 Sohbeti

Çok Muhterem Kardeşlerimiz!

Rasûlullah Efendimiz’in azîz, latîf, pâk, mübârek rûh-i şerîflerine, ehl-i beytin, ashâb-ı kirâmın, sâdât-ı kirâm hazarâtının, şehidlerimizin ve bütün geçmişlerimizin rûh-i şerîflerine;

Çok yakında hulûlüyle müşerref olacağımız Ramazân-ı Şerîf’’in bütün ümmet-i Muhammed için bereket, hayır, sıhhat, selâmet olması;

Cenâb-ı Hakk’ın yer ve gök âfatlarından, belâ ve musibetlerden muhafazası;

Hayırların celbi, şerlerin def’i, ümmet-i Muhammed’in sağlık, sıhhat ve âfiyeti niyâzıyla,

Hâssaten hastalarımıza şifâ, dertlilerimize devâ, borçlularımıza edâ, nâmurâd olanların bermurâd, nâşâd olanların -karîben- handân u şâdân olması duâsı/niyâzıyla; bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs…

Muhterem Kardeşlerimiz!

Mevzûmuz, Tevbe Sûresi’nin 111-112. âyetleri üzerinde. Cenâb-ı Hak -inşâallah- bu âyetlerin muhtevâsında yaşayarak istikâmet sahibi olabilmek, Cenâb-ı Hakk’a dost olabilmeyi, Cenâb-ı Hak cümlemize nasîb eylesin -inşâallah-.

Cenâb-ı Hak buyurur:

وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِى اٰدَمَ

“Biz, hakîkaten insanoğlunu mükerrem yarattık.” (el-İsrâ, 70)

Yani mükerremliği, mânevî tarafından. Cenâb-ı Hakk’a yakın olması hasebiyle. En yakın, insandır. Meleklerin en üstünü Cebrâil’dir, fakat Mîraç’ta:

“–Yâ Rasûlâllah! Sen devam et.” Sidre’de buyurdu. “Benim son noktam burasıdır.” dedi. (Bkz. Râzî, XXVIII, 251)

Yani bir mü’min Cenâb-ı Hakk’a olan yakınlığı ile meleklerin de daha ötesine geçiyor. Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor:

وَنَفَخْتُ فِيهِ مِنْ رُوحِي

Cenâb-ı Hak insana, kendisinden bir sır;

“…Rûhumdan üflediğim zaman…” buyuruyor. (el-Hicr, 29; Sâd, 72)

Cenâb-ı Hak kendinden bir vasıf veriyor. Yani cemâlî sıfatlar kulda tecellî edecek, kul Cenâb-ı Hak’la dost olacak.

Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor:

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ

“…Nereye gitseniz, Cenâb-ı Hak sizinle beraberdir...” (Bkz. el-Hadîd, 4)

Cenâb-ı Hak zaman ve mekândan münezzeh. Daima kuluyla beraber, bütün mahlûkatla beraber, ne kadar hayal edebilirsek edelim, ne kadar varlık varsa, Cenâb-ı Hak onların her an yanında hâzır ve nâzır.

Yani bu, ihsan duygusu “وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ”

Burada bize düşen, bu ihsan duygusuna nâil olabilmek. Yani ilâhî müşahedenin, ilâhî kameranın altında olduğumuzun, daima bir mü’minde idrâk ve şuur hâline gelebilmesi.

Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor:

وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ

(“…Biz ona (insana) şah damarından daha yakınız.” [Kāf, 16])

Kul, Cenâb-ı Hakk’a yakınlığı nisbetinde irfan sahibi olur. İçimizden geçeni yalnız biz biliyoruz, bir de Cenâb-ı Hak biliyor. Demek ki kul, irfan sahibi olacak. Yani ihlâs olacak, ihsan olacak ve irfan olacak. Bunun neticesinde kulda bir muhabbet, “el-Vedûd” esmâsından kalp hisseler alacak.

Cenâb-ı Hakk’a; Yunus Emre’nin benzeri, Mevlânâ’dan benzer, evliyâullah’tan benzer bir muhabbet taşıyacak. Bunun neticesinde, gözünün gördüğü her yerde, her şeyde kalp, ilâhî kudret akışları, ilâhî nakışları müşâhede edecek.

Rabbimiz, kulunu çok seviyor. Kuluyla dost olmak arzu ediyor. Tabi dostluk, müştereklikten kaynaklanır. Yani “lâ ilâhe” nefsânî arzular bertaraf edecek; “illâllah” Cenâb-ı Hakk’ın cemâlî sıfatları o kalbin mazharı olacak. Merhamet, şefkat, afüv vs. bütün cemâlî sıfatlar o kalpte tecellî edecek ve dost olacak.

Yani dostluk, sevenin, sevilen(de kendi) husûsiyetlerini görmesinden kaynaklanır. Biz de ne kadar ilâhî ahlâk ile ahlaklanabilirsek o kadar Cenâb-ı Hak ile dostluğumuz, yakınlığımız olur. Gerçekten hiçbir dost, dostunu hiçbir zaman unutmaz, gönlünden ve dilinden düşürmez.

Cenâb-ı Hak da bu dost olanlara kendisiyle, yani nefsânî arzularını bertaraf edip rûhânî istidatlarını inkişâf ettiren kullarına Cenâb-ı Hak:

لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

(“…Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” [Yûnus, 62])

Onlar bir kabir hayatı, kıyamet hayatı, zor anlar… Her zaman kul, Cenâb-ı Hakk’ın himâyesi altında olacak. Böyle bir müjde… Çünkü ömür son nefesle bitmiyor. Son nefesle, imtihan bitiyor. Esas hayat, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

لَا عَيْشَ اِلّٰا عَيْشُ الْاٰخِرَةِ

“Esas hayat, âhiret hayatıdır.” buyuruyor. (Buhârî, Rikāk, 1)

Şunu bilmek lâzım ki dostluk, iki kalp arasında bir cereyan hattıdır. Yâkub -aleyhisselâm-’ın on iki oğlu vardı. Kendisinin iç hususiyetlerini (gördüğü) Yusuf -aleyhisselâm- ile dost oldu.

Demek ki dostluk, müştereklikten kaynaklanır. İki kalp arasında bir cereyan hattıdır. İbrahim bin Edhem Hazretleri, tabi mâlum, tâcı tahtını terk etti. Ve bu dostluğun yüksek bir zevkine nâil oldu. Buyuruyor ki:

“İlâhî muhabbetteki vecd, istiğrâk (ilâhî manzaralar) müşahhas bir şey olsaydı; krallar onu alabilmek için bütün hazinelerini, hattâ krallıklarını da fedâ ederlerdi.”

Çünkü;

“اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ”

(“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâhʼı anmakla mutmain olur (huzura kavuşur).” [er-Ra‘d, 28])

Kalp, Cenâb-ı Hak’la beraber olunca bambaşka lezzetler teşekkül ediyor. Kalpte ufuklar açılıyor, Cenâb-ı Hak’la yakınlık artıyor.

İbrahim -aleyhisselâm-; “وَلَا تُخْزِنِى يَوْمَ يُبْعَثُونَ” buyurdu. O kadar dostluk peydâ oldu ki Cenâb-ı Hakk’ın birtakım ilâhî azamet tecellîlerinden nasipler geldi, kıyâmet günü; “وَلَا تُخْزِنِى يَوْمَ يُبْعَثُونَ” “Yâ Rabbi! İnsanları (yeniden) yarattığın gün, beni mahcup etme.” (Bkz. eş-Şuarâ, 87) dedi.

Yani yaptığı kulluğu az görmeye başladı. Hâlbuki malıyla, canıyla, evlâdıyla, hepsiyle Cenâb-ı Hakk’a fedâ ederek kalpteki bütün nefsânî tahtları yıkarak Cenâb-ı Hak’la dost olmuştu.

Cenâb-ı Hak ile dost olabilmek, evvelâ Peygamber Efendimiz’le dost olabilmeye bağlıdır. Zira kulu, Cenâb-ı Hakk’a vâsıl eden yol, Peygamber Efendimiz’e muhabbetten geçer.

İşte sahâbe-i kirâm bu muhabbeti elde etti, bu muhabbeti inkişâf ettirmeye gayret etti. Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede buyuruyor:

مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ

“Kim Allah Rasûlü’ne itaat ederse Allâh’a itaat etmiş olur…” (en-Nisâ, 80)

Dolayısıyla; takvâ üzere bir hayat yaşayabilmek, Cenâb-ı Hakk’ın mü’minlerden istediği bir dostluk nişânesidir. Kuldan istediği dostluk nişânesi ise;

اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰيكُمْ

“…Allah katında en keremliniz (en üstününüz), en müttakî olandır…” (el-Hucurât, 13)

Dostluğu kuvvetlendiren ise, fedakârlıktır.

Fedâkârlık, nefsî arzulara mukâvemet göstermekle kābildir. Onun için ashâb-ı kirâm dünyanın dört bir tarafına gidip insan olan her yere gidip İslâm’ı tebliğ etmek, Allâh’ın kendisine verdiği bu nîmetten onları istifâde ettirmek için dünyanın dört tarafına sefer ettiler, üşenmediler, yorulmadılar. Zira Cenâb-ı Hak; “ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ” buyuruyor. “…Verdiğimiz nîmetlerden sorulacaksınız.” (et-Tekâsür, 8)

Tabi en büyük nîmet bize -elhamdülillâh- müslüman olmamız. En büyük nîmet, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ümmet olmamız. Cenâb-ı Hak da bunu hatırlatıyor:

لَقَدْ مَنَّ اللهُ (“Allah lûtufta bulunmuştur…” [Âl-i İmrân, 164]) buyuruyor.

En büyük nîmet, Rasûlullah Efendimiz’e ümmet olabilmek. Bunun bir mü’min, bunun idrâki içinde olacak. Ben inandım vs. kalbim temiz… Bunların bir değeri yok!

Cenâb-ı Hak buyuruyor Ankebût Sûresi’nin 2. âyetinde:

“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece «Îmân ettik.» demekle bırakılacaklarını mı zannediyorlar?”

Yani bedeli ödenmeyen bir şeye sahiplik iddiasına kalkışmak, abesle iştigaldir. Demek ki îmânın bedelini ödeyebilmek.

Cenâb-ı Hak bize nîmetlerini bildiriyor. Nasıl bir şükran, bir teşekkür hâlinde olacağız? Câsiye Sûresi’nin 13. âyetinde:

“O, göklerde-yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lûtuf olmak üzere) âmâde kıldı. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.”

Mü’min, Cenâb-ı Hakk’ın lûtfettiği bu imtihan malzemelerini düzgün kullanmak mecbûriyetinde.

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bizlere ibret olarak kendi şahsından misal veriyor. Hazret-i Fâtıma -radıyallâhu anhâ- Annemiz’e:

“Ey Allâh’ın Rasûlü Muhammed’in kızı Fâtıma diyor. Allah katında makbul olan sâlih ameller işle! (Sâlih amellerin yoksa, babanın peygamber olduğuna güvenme buyuruyor.) Çünkü ben (kulluk yapmadığınız takdirde) sizi Allâh’ın azâbından kurtaramam!” buyuruyor. (İbn-i Sa‘d, II, 256; Buhârî, Menâkıb, 13-14; Müslim, Îman, 348-353)

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bu tebligâtı bütün ümmete şâmildir. Yani kimse şöyle bir iddiâ edemez;

“Benim anam-babam vs. şuydu buydu, şöyle mertebedeydi vs. Ben onun sayesinde kendimi kurtarırım…” diye, öyle bir iddiâda bulunamaz. Fakat kendi yakınlarından sâlih kimseler varsa, onların hâliyle hâllenmeyi, onları bir nîmet olarak telâkkî etmek zarureti vardır.

Cenâb-ı Hak verdiği, ikram ettiği nîmetleri, Cenâb-ı Hakk’ın yolunda, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşma yolunda değil de, yanlış yerde harcanması, o nîmetleri ikram edene, yani Cenâb-ı Hakk’a karşı bir ihanettir, bir nankörlüktür.

Cenâb-ı Hak İnsan Sûresi’nde:

“İster…”

O nîmetleri düşündürür Cenâb-ı Hak, tefekküre davet eder.

“İster şükredici ol, istersen nankör ol.” (Bkz. el-İnsân, 3) buyuruyor.

Yine Mü’minûn Sûresi 78. âyette:

“O, sizin için kulakları (yani kulaklar vahye muhatap olacak), gözleri ve gönülleri yaratandır (yani gözler, gönüller tefekkür içinde olacak). Ne kadar az şükrediyorsunuz!” buyuruyor.

Demek ki Cenâb-ı Hak verdiği nîmetlere şükredebilmeyi… En büyük nîmet, müslüman olarak dünyaya gelebilmemiz. En büyük nîmet, Rasûlullah Efendimiz’e ümmet olabilmemiz. En büyük nîmet, bir İslâm câmiasının içinde bulunabilmemiz. Bunları… Kendi bedenimizdeki nîmetler... Velhâsıl bunu saymakla bitiremeyiz.

Rabbimiz kulundan, fedakârlık istiyor. Kendisine ihsân etmiş olduğu mal ve canı Allah yolunda cömertçe harcamasını arzu ediyor.

Demek ki mallar ve canlar, bir malzeme olarak veriliyor. Bir imtihan dünyası içindeyiz. Bu dünya imtihanı için en mühim, mallar ve canlar. Diğer bir âyette de “evlâtlar” olarak da gelmektedir.

Cenâb-ı Hak Tevbe Sûresi 111. âyette, Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Allah mü’minlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) Cennet karşılığında satın almıştır…”

Yani dünya bir pazar. Bu pazar, Cennet pazarı. Allah korusun, aksi, kötü bir âkıbetin pazarı. Cenâb-ı Hak… Mallar ve canlar, en mühim malzeme. Demek ki malları nasıl kullanıyoruz, canları nasıl kullanıyoruz? Cenâb-ı Hakk’a, en mühim, bunların hesabıyla gideceğiz.

Can ve mal nasıl kullanılacak? Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“…Çünkü onlar, Allah yolunda savaşırlar; öldürürler, ölürler…” (et-Tevbe, 111)

Yani kendi menfaatleri için değil, Allah yolunda, Allah rızâsı için.

“…(Bu), Tevrat’ta, İncil’de, Kur’ân’da Allah üzerine hak bir vaaddir. (Yani büyük bir mükâfat vardır.) Allah’tan daha çok vaadini yerine getiren kim vardır?!

O hâlde Cenâb-ı Hak’la yapmış olduğunuz bu alışverişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük bir kazançtır.(Bkz. et-Tevbe, 111)

Bu âyet Akabe’de indi, Akabe Bey’ati’nde indi.

Abdullah bin Revâha dedi ki:

“–Yâ Rasûlâllah! Allâh’a bey’at hâlindeyiz. Sana bey’at hâlindeyiz. Bunun karşılığında ne var?” dedi.

Efendimiz:

“–Cennet var.” buyurdu.

Abdullah bin Revâha dedi ki:

“–Yâ Rasûlâllah! Biz aslâ bu akitten dönmeyiz.” dedi. (Bkz. İbn-i Kesîr, Tefsîr, II, 406)

Bunun üzerine bu âyet-i kerîme indi; canlarıyla-mallarıyla Cennet’i satın aldılar…

Yine Rabbimiz buyuruyor:

(İslâm dînine girme hususunda) öne geçen ilk Muhâcirler (yani Mekkeliler), Ensâr (Medîneliler) ile onlara güzellikle tâbî olanlar var ya; (yani onlar, ashâb-ı kiramdan sonra kıyamete kadar gelen ümmet), İşte Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Allah’tan râzı olmuştur. Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan Cennetler hazırlamıştır. İşte bu (büyük bir kazançtır) büyük bir kurtuluştur.(et-Tevbe, 100)

Biz, hayatın her safhasında… Cenâb-ı Hak on üç sene Mekkelilerin bir îman mücâdelesini bizlere bildiriyor. İkinci olarak Medînelilerin İslâm için fedakârlığını bildiriyor. Demek ki bize de, ölçümüzü biz toplumdan, içinde bulunduğumuz toplumdan almayacağız. Muhâcirden, Ensar’dan, yani Rasûlullah Efendimiz’in en yetişkin talebeleri, ashâb-ı kirâmdan alacağız. Hâlimizi, ashâb-ı kirâmla mîzân etme durumundayız.

Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ” buyuruyor. Yani bu “gerçek ticaret”. (Bkz. Fâtır, 29)

Çok ticaretler var. Fakat en mühim ticareti buyuruyor. En büyük ticaret, âhiret ticareti. Ve bu ticaret, ebedî bir saadet. Hem dünyada saâdet, hem âhirette saadet:

Birincisi; “Kur’ân’ı tilâvet edenler.” “يَتْلُونَ: tilâvet edenler.” (Bkz. Fâtır, 29) Yani Kur’ân’ı okuyanlar, Kur’ân’la yaşayanlar, Kur’ân’ı yaşatanlar, Kur’ân’a emek verenler, birincisi.

Demek ki Cenâb-ı Hakk’ın bu en büyük lûtfu olan Kur’ân-ı Kerîm’i, bir idrâk hâlinde olanlar.

İkincisi; “Namazlarını ikāme edenler.” (Bkz. Fâtır, 29) Beden ve kalp âhengi içinde namazlarını îfâ edenler. Bu da kalbin bir sanatı oluyor.

Üçüncüsü; “İnfâk edenler.” (Bkz. Fâtır, 29) Yani Allah ne verdi; bunları zaruret varsa açık, zaruret yoksa gizli olarak Allah yolunda infâk edenler.

“İşte bunlar «تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ» umulur ki (beklenir ki) bunlar kurtuluştadır.” (Bkz. Fâtır, 29)

Cenâb-ı Hak bize akāid hususunda muhtelif misaller veriyor Kur’ân-ı Kerîm’de:

Firavun’un sihirbazlarını bildiriyor. Onlar nasıl bir îman mücadelesine girdiler. Ölümü göze aldılar. Firavun’a en ufak bir minnette bulunmayı reddettiler. Onun zulmüne karşı, “esas hayat âhiret hayatıdır” dediler. “Biz nasıl olsa Rabbimiz’e döndürüleceğiz” dediler. “Yâ Rabbi dediler, bizim üzerimize sabır yağdır ki biz Firavun’dan, -canımızı al- Firavun’a bir tâviz vermeyelim.” dediler.

رَبَّنَا اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَتَوَفَّنَا مُسْلِمِينَ

(“…Ey Rabbimiz! Bize bol bol sabır ver, müslüman olarak canımızı al!” [el-A‘râf, 126]) dediler.  

Ashâb-ı Uhdûd. Ateşe atılanlar, îmânı dolayısıyla.

Habib-i Neccâr. Taşlananlar.

Mekke-Medîneliler.

Cenâb-ı Hak bizlere misal veriyor ki nasıl güçlü bir îman olacak bizlerde. Cenâb-ı Hak maldan fedakârlık istiyor, candan fedakârlık istiyor.

Maldan fedakârlık:

“Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcamadıkça birr’e (yani îmanda, amelde, ahlâkta hayrın kemâline) erişemezsiniz. Her ne harcarsanız, Allah onu hakkıyla bilir.” (Âl-i İmrân, 92) buyruluyor.

Demek ki burada, Cenâb-ı Hak malı verdi, malı niye verdi bana? Tabi malla imtihan hâlindeyiz. Malı veren Cenâb-ı Hak. Malın bedelini de Cenâb-ı Hakk’a ödeyebilmek. Bu da Allah yolunda malı sarf edebilmek.

Hazret-i Câbir -radıyallâhu anh- buyuruyor:

“Muhâcir ve Ensâr’dan imkân sahibi olup da malını vakfetmemiş bulunan tek kişi bilmiyorum.” (İbnü Kudâme, el-Muğnî, V, 598)

Candan Misal:

Câbir bin Abdullah şöyle demiştir:

“Uhud Harbi’nden önceki gece babam beni yanına çağırdı. Dedi ki:

«–Oğlum dedi, yarın dedi, Uhud Harbiʼnde dedi, sahâbîlerden ilk şehîd edilecek kişinin ben olacağımı zannediyorum dedi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den sonra, benim için geride bırakacağım en kıymetli kişi sensin oğlum dedi. (Fakat sana iki tane vasiyetim var. Birincisi;) borçlarım var, onları ödersin dedi. (İkincisi; kız kardeşlerin var) dâimâ onları koru onlara iyi davran.» dedi.”

Diğer bir rivâyete göre, bu îman heyecanını oğluyla da paylaşma arzusunu şöyle dile getirdi:

“–Câbir dedi, evde himâyeye muhtaç kızlar olmasaydı, ben senin de benimle beraber şehîd olmanı isterdim!..” dedi. (Bkz. Buhârî, Cenâiz, 78)

Yine Mûte Harbi’ne giderken Efendimiz üç kumandan seçerek, Zeyd, Câfer ve Abdullah bin Revâhaʼya kumandanlık vazifesi verdi. “Üçü de şehîd olursa içinizden bir kumandan seçersiniz.” dedi. Fakat bu üç kumandan da şehîd olacaklarını anladılar. Hiçbir hüzün duymadan, hattâ bir tebessümle Mûte Seferi’ne katıldılar.

Hep bunlar neyi gösteriyor? Candan bir fedakârlığı gösteriyor.

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz sahâbîye herhangi bir arzusunu bildirdiği zaman, sahâbî efendilerimiz hiç tereddüt etmeden;

“Anam-babam, canım, malım, her şeyim Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” diyerek mukâbelede bulunurdu.

Yani Rasûlullah Efendimizʼin, Oʼnun arzusunu yerine getirmeyi canlarına bir nîmet olarak telâkkî ederlerdi.

İnsanlıkta bir âbide gördü. O âbideye hayran oldu. Âhirette de o âbideyle beraber olmanın arzusunu daima taşıdı.

Yine bir misal vermek arzu ederim, yine bir îman, nasıl bir îman, nasıl bir Efendimizʼe bir muhabbet?

Zülbicâdeyn Abdullah bin Avf el-Müzenî -radıyallâhu anh-. Bu cefakâr sahâbîyi yakından tanıyalım:

Bunun babası vefat etmişti. Amcası zengindi, amcasının yanında çalışıyordu. Amcasına;

“‒Amca dedi, bak dedi, bir Peygamber geldi dedi, hak geldi dedi, artık bâtıl bitsin dedi. Ben dedi, müslüman olacağım dedi. Peygamberimizʼin yanına gideceğim dedi.

Koyu bir putperestti amcası. Bir dövdü, üzerindekileri aldı, bir de kovdu.

Annesine geldi Zülbicâdeyn. Ağlayarak geldi:

“‒Anne dedi, bana amcam böyle böyle yaptı dedi. Anne dedi ne olur bana bir imkân dedi. Ben dedi, Medîne-i Münevvereʼye gideyim, Allah Rasûlüʼne kavuşayım.” dedi.

Anne de -annelik muhabbeti- çâresiz, onda da bir şey yok. Bir kilim parçasını ikiye böldü:

“‒Al oğlum.” dedi. Birini beline sardı, birini de omzuna koydu:

“‒Hadi yolun açık olsun.” dedi.

Velhâsıl bu şekilde 400 küsur km. yolu katetti. Ravzaʼya girdi. Üstü başı perişandı, ayakları kanlar içindeydi çölden. Rasûlullah Efendimiz şöyle bir baktı, seyretti; cezb ve incizab kânunu;

“‒Zülbicâdeyn, sen misin?” dedi. İki kilim sahibi…

“‒Evet, benim.” dedi.

Orada Rasûlullah Efendimizʼle devamlı bir gönül beraberliği başladı. Zülbicâdeyn orada Kur’ân-ı Kerîm öğrendi, bir takvâ hayatı yaşıyordu. En nihâyet Tebük Harbi oldu. Tebük Harbiʼnde dedi ki:

“‒Yâ Rasûlâllah dedi, Senʼden bir tek istirhâmım var dedi. Bir ricam var dedi, bir arzum var.” dedi.

“‒Nedir, Zülbicâdeyn?” dedi.

“‒Yâ Rasûlâllah! Ben dedi, Tebükʼe iştirak edeceğim, orada paramparça olup Allah yolunda şehîd olayım.” dedi.

“‒Zülbicâdeyn dedi, sen dedi, orada dedi, bir hummâya tutulursun, hasta olursun, orada vefat edersin, yine seferde olduğun için şehîd ecri alırsın.” dedi.

“‒Yok yok yâ Rasûlâllah dedi, Allah bana çok büyük bir nîmet verdi. Bu nîmet mukâbilinde büyük bir fedakârâne olarak ölmek istiyorum.” dedi.

En nihâyet sefer oldu. Medîne-i Münevvereʼden Tebükʼe kadar bin km. yol gidildi. Orada Zülbicâdeyn hummâya tutuldu, vefat etti.

İbn-i Mesʼûd diyor ki:

Baktım bir gece diyor, önde Allah Rasûlü diyor, arkada Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, arkada Ömer -radıyallâhu anh-. Kucakta da bir şey var diyor. Ben uzaktan takip ettim. En nihâyet bir yere vardılar. Orada bir çukur kazdılar, bir kabir kazdılar. Rasûlullah Efendimiz kabre indi.

“‒Kardeşinizi benim kucağıma verin.” dedi. Zülbicâdeynʼi kucağına aldı ve kabre indirdi.

İbn-i Mesʼûd diyor ki:

“O kadar diyor imrendim ki gıpta ettim ki, keşke Zülbicâdeynʼin yerinde ben olsaydım. Allah Rasûlü beni kucaklayıp beni indirseydi.” (Bkz. İbn-i Hişâm, IV, 183; Vâkıdî, III, 1013-1014; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Ğābe, III, 227)

Demek ki burada görüyoruz; nedir bu? Hep fedakârlık… Fedakârlığın neticesinde Cenâb-ı Hak büyük mükâfatlar ihsân ediyor.

فَاِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا اِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا

(“Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.” [el-İnşirah, 5-6])

Her zorluktan sonra Cenâb-ı Hak fedakârlık karşılığında büyük mükâfat ihsan etmiş oluyor.

Yine bir, ayrı bir misal; Efendimizʼe muhabbet, canını Allah yolunda kullanmak:

Yine Vâsile bin Eskâ var ashâb-ı kirâmdan. O da yaşlı bir sahâbî. Bu, Tebük Harbi/Gazvesi tellâllar tarafından bildirildiği zaman Medîne meydanına geldi:

“‒Ey ahâlî dedi, ey halk dedi, benim devem yok dedi, erzağım yok dedi. Uzun bir yol gideceğiz dedi. Beni dedi, bana yardım edecek, ben de sizinle beraber geleyim ve bunun bedelini ben Tebük’te ödeyeyim, var mı?” dedi.

Yaşlı bir sahâbî dedi:

“–Hadi gel dedi, bir devem var ama, beraber gideriz.” dedi.

En nihâyet Tebük’e kadar vardılar.

Tebük, ilk Haçlı seferidir. Orada Bizans ordusu geriye çekildi. Müslümanlara ganimet kaldı. Vâsile bin Eskâ -radıyallâhu anh-’a üç tane deve kaldı.

“–Gel kardeşim dedi, ben sana söz vermiştim, sen beni buraya kadar getirdin. Ben bunun bedelini Tebük’te ödeyeceğim demiştim. Al üç tane deve.” dedi.

O kardeşi de dedi ki:

“–Kardeşim dedi, bırak üç tane deveyi dedi, ben seni üç tane deve için getirmedim dedi. Biz kardeşiz dedi, Allah bizi kardeş yaptı dedi. Ben seni buraya Allah rızâsı için getirdim dedi. Ben bunun ecrini kaybetmek istemem.” dedi. (Bkz. Ebû Dâvûd, Cihâd, 113/2676)

Velhâsıl ashâb-ı kirâm işte böyleydi. Yani bir taraftan Allâh’a yaklaşmak, kardeşliği yaşamak, Rasûlullah Efendimiz’le beraber olabilmek. İşte;

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” buyuruyor Efendimiz.

Ashâb-ı kirâm buyuruyor:

“En çok bizi sevindiren hadîs-i şerîf de budur.” buyuruyor. (Bkz. Müslim, Birr, 163) Biz nasıl dünyada büyük bir lezzet duyduk, O’nunla beraber olmaktan; bu lezzetin âhirette de devam etmesi için daimî bir gayretin içinde olduk, buyuruyor.

Yine, diğer bir misal:

Efendimiz, yabancı krallara; Bizans kralına, Pers kralına, Mısır mukavkısı ve muhtelif krallara mektuplar gönderdi, gönderiyordu. Gönderirken;

“–Bu mektubu kimler götürecek?” dediği zaman, yediden yetmişe sahâbe ayağa kalkıyor:

“–Yâ Rasûlâllah bu şerefi bana ver.” diyordu.

Fakat Rasûlullah Efendimiz’e;

“Ben bu yolcuğu, bu kilometrelerce bu çöl yolculuğunu, dağ yollarını nasıl gideceğim, nasıl ineceğim, kralların karşısında cellâtlar var, bu cellâtların yanında bunu ben nasıl okuyacağım Sen’in mektubunu?” demiyorlardı. Yeter ki Rasûlullah Efendimiz’in kalbinde sahâbînin bir değeri olsun.

Velhâsıl bunlar bir kısmı hakîkaten gidip cesaretle okudu. Bir kısmı hakâret gördü. Bir kısmı öldürüldü. Fakat bunlar, hiçbir zaman onların bir derdi değildi. Derdi; Rasûlullah Efendimiz’in gönlünde onların bir yeri olmasıydı.

Cenâb-ı Hak bize Mekkelileri, Medînelileri misal veriyor ashâb-ı kiramdan. Şimdi, Mekkelilere baktığımız zaman, onlar îmanlarını korumak için canlarını, mallarını fedâ ettiler. Hakârete tahammül ettiler, işkenceye tahammül ettiler, ambargolara tahammül ettiler. Çocukların açlık sesleri diğer mahallelerden geliyordu. Fakat hiçbir zaman îmanlarından en ufak bir tâviz vermediler.

Ondan sonra, Medîneliler: Onlar da dînini yaşamak için, İslâm’ı yaşamak için her türlü fedakârlığa katlandılar. Canlarını, mallarını cömertçe bezlettiler, harcadılar.

Yine Medîne’de bir taraftan yahudiler, bir taraftan Mekkeli müşrikler, bir taraftan münâfıklar; yani üç ateşin arasında sahâbî, daimâ İslâm’ı bir şevkle, heyecanla yaşadı.

Zaten hicretin de sebebi oydu. Medîne’de dînin yaşanması, malının korunması, iffetinin korunması. Bunlar için hicret edildi.

Bu şekilde İslâm site devleti kurulmuş oldu. Cenâb-ı Hak’tan gelen ahkâm âyetleri inmeye başladı Medîne’de. Her inen âyete; سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا  “İşittik ve itaat ettik” diye tatbik ediyorlardı. (Bkz. el-Bakara, 285)

En mühimi şurada: Yani Mekkeliler büyük bir zahmete katlandılar. İşkencelere katlandılar. Medîneliler öyle. Fakat Cenâb-ı Hakk’a olan dostluğun, müslüman olmanın, Allah Rasûlü’ne ümmet olmanın şükranesi olarak da yeryüzünde Allâh’ın şahidi olmak için dünyanın dört tarafına yayıldılar. Böyle canlarını, mallarını Hakk’a yaklaşmanın, O’nunla dost olmanın sermayesi yaptılar.

Yine ayrı bir hâtıra… Tabi hâtıra, binlerce hâtıra…

Uhud Harbi’nde Rasûlullah Efendimiz, “düşmanı kovalayın” dedi. Gücü görsün, bir daha dönmesin diye.

“Hamrâü’l-Esed’e kadar dedi, düşmanı dedi, takip edin.” dedi.

Şimdi burada, iki kardeş, biri ağır yaralıydı, biri hafif yaralıydı. İkisi birbirine;

“–Biz muâfız dediler, çünkü biz yaralıyız, bizim yürümeye tâkatimiz de yok. Fakat Allah Rasûlü böyle böyle dedi. Gerçi bize değil, sağlamlara dedi. Fakat biz Allah Rasûlü’nden uzakta kalmayalım, gel kardeşim, biz de dedi devam edelim dedi, Allah kolaylık verir.” dedi.

Hafif yaralı, ağır yaralının koluna girdi. Bir müddet yürüdüler. Sonra bu ağır yaralının tâkati kalmadı. Hafif yaralı eğildi:

“–Sırtıma bin.” dedi. Ağır yaralıyı sırtına aldı. O şekilde Hamrâü’l-Esed’e kadar gittiler. Yani Allah Rasûlü’nün bir arzusunun içinde olabilmek… Âyet-i kerîme, Âl-i İmrân, 172. âyette:

“Yara aldıktan sonra yine Allâh’ın ve Peygamber’in çağrısına uyanlar (özellikle) bunların içlerinden amel-i sâlih sahibi olanlar, takvâ sahibi olanlar için pek büyük bir mükâfat vardır.”

Demek ki Cenâb-ı Hak, zahmetler karşısında büyük mükâfatları bildiriyor. Zahmetsiz rahmet olmaz. Bütün ihsan ve ikramlar, gayret ve fedakârlıklardan sonra. Fedakârlık, o muhabbeti gösterir.

Şunu unutmamak lâzım ki;

Dünyada âhiret için varız. Dünyada âhiret için varız. Âhiret için dünyaya gönderildik. Bir mekteb-i âlemdeyiz. Âhiret mektebinin içindeyiz. Kulluk mektebinin içindeyiz. Esas hayat, âhiret hayatı. Bunun idrâki içinde yaşayabilmek. Dünyanın geçici bir imtihan dershanesi olduğunu da unutmamak.

Âyet-i kerîmede buyruluyor yine:

“Ey îmân edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi? (Saff Sûresi, 10-12. âyet.) Allâh’a ve Rasûl’üne inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihâd edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.

İşte bu takdirde Cenâb-ı Hak günahlarınızı bağışlar, sizi zemininden ırmaklar akan Cennetlere, Adn Cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte bu en büyük kurtuluş yoludur.” (Bkz. es-Saff, 10-12)

Yani cihad; çok kimse “cihad” deyince; adam öldürmek, kan dökmek… gidiyor. Toprağı kanla sulamak olarak hatırlıyor. Hayır, o değil! Mekke devrinde müslümanların hiçbir şeyi yoktu. Orada da cihad âyetleri vardı. Oradaki cihad, îmanda sabırdı, îmandan bir tâviz vermemekti.

Medîne’deki cihad ise İslâm’a yapılan tecavüzlere karşı bir mukâvemette bulunmak, bir zulmü ortadan kaldırmak, hidâyetlere vesîle olmaktı. İşte Cenâb-ı Hak; “bu büyük kurtuluştur” buyuruyor. (Bkz. es-Saff, 12)

Diğer bir âyette:

“Andolsun ki, mallarınız ve canlarınız konusunda imtihana çekileceksiniz…” (Âl-i İmrân, 186)

Şimdi burada âyetlere baktığımız zaman, yani Cenâb-ı Hakk’a yakın olabilmek; bu, fedakârlık istiyor.

Enfâl Sûresi’nde Cenâb-ı Hak bize beş madde bildiriyor:

Birincisi; kalp o duruma gelecek, bu, îman bir kalbin tahsilidir. Birinci madde;

“وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ” “…Allah anıldığı zaman kalpleri titrer...” (el-Enfâl, 2)

Nasıl insan dünyevî bir meselede heyecanlanıyor, kalbi titriyor, esas olan; “Allah anıldığı zaman kalpleri titrer.” Yani zikrin bu duruma getirebilmesi kalbi.

İkincisi; “…Allâh’ın âyetleri okunduğu zaman îmanları artar...” (el-Enfâl, 2)

İşte sahâbî daima bu şeyin içindeydi. Her âyet indiği zaman; “Allâh’ın murâdı nedir, nasıl tahsil edeceğiz Allâh’ın rızâsını?” derlerdi.

Üçüncüsü; “…(Değişen şartlarda) tevekkül (ve teslim) olurlar.” (Bkz. el-Enfâl, 2)

Esbâba tevessül var, sebeplere yapışılacak, fakat sebeplerin bittiği yerde teslîmiyet olacak.

Râdıye; Allâh’tan râzı olacak. “Yâ Rabbi, Sana teslimim.” diyecek.

Merdıyye; Allah da o kuldan râzı olacak.

“Cennet’ime gir.” buyuruyor. (Bkz. el-Fecr, 28-30)

Dördüncüsü; “Namazlarını ikāme ederler…” (el-Enfâl, 3)

Namaz, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmaya en mühim bir vâsıta. Hangi namaz? “…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyuruyor Cenâb-ı Hak. Kalp ve beden âhengi içinde, bir vecd içinde, bir huşû içinde kılınan bir namaz.

Beşincisi de; “…Allâh’ın verdiği nîmetleri, Allah yolunda sarf edebilmek.” (Bkz. el-Enfâl, 3)

Çünkü nîmet, mülk Allâh’a aittir. Nefsin arzularını bertaraf ederek onu Allah yolunda seferber edebilmek.

Bu da îmânın kemâlini gösteren beş madde olmuş oluyor.

Tabi;

فَاِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا . اِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا

“Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.” (el-İnşirâh, 5-6) buyruluyor.

Peki, hayat tarzımız ne olacak bu durumda?

Zaman kaybedilmeyecek. Hayırlı bir işi bitirir bitirmez, hemen başka bir işe koşulacak.

Efendimiz buyuruyor:

“Bir yetim başı okşadınız mı?

Bir hasta ziyaretinde bulundunuz mu?

Bir cenaze teşyiinde bulundunuz mu?

Bir yalnız, bir kimsesiz, bir dertlinin derdine derman oldunuz mu?” (Bkz. Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 12)

Devamlı Rasûlullah Efendimiz bizi bir ferdî tekâmülden sonra, ictimâî hizmetlere yönlendirirdi.

Tabi burada boşluk istemiyor. Boşluk, büyük bir kayba sebep oluyor. Hemen insan böyle bir mânevî bir hizmeti de derhal yerine getirmesi lâzım.

Hasan-ı Basrî Hazretleri buyuruyor:

Bir gece baktım diyor mescide bir garip geldi diyor. Bana dedi:

“–Ben açım.” dedi diyor.

“–Olur dedim.” diyor. Gideyim dedi, evden getireyim dedi.

Eve gittim dedi, unuttum dedi. Sabahleyin baktım dedi, garip dedi, mescidin bir köşesinde vefat etmiş dedi.

Çok üzüldüm dedi, bu ihmâlime dedi. Hemen bir kefen aldım dedi, kefenledim dedi, gömülene kadar başında durdum dedi, ayrılmadım dedi. Ertesi sabah yine mescide girdim, yakaza hâlinde, kıble tarafında bir yazı; evet, senin yaptığın bu hayır kabul edilmedi.

Onun için dedi, bir amelle karşılaştığımda hemen onu derhâl yerine getiririm dedi.

Hattâ bir arkadaşı; birisi geliyor yine mescide, bir şey istiyor, hemen gömleğini çıkarıp veriyor, yanında bir şeyi yok.

“–Yâhu diyor, niye acele ediyorsun? Eve gitsen, evden…”

“–Yok diyor, bir sefer benim başıma böyle bir hâdise geldi. Bundan sonra hep bu korkuyu ben yaşıyorum.” buyurdu.

Tekkelerde dört tane levha vardı meşhur:

Bunlardan biri, bu levhalardan; “hoş gör yâ hû” yazardı. Yani bu “hoş gör yâ hû” sana yapılan yanlış harekette, onu hoş gör gitsin, yani hiçbir mahlûkattan incinme! Yani bu selîm bir vasfın hâlidir.

Şâir ne güzel ifade eder:

Cihan bâğında ey âkil, budur makbûl-i ins ü cin;

Ne senden kimse incinsin, ne sen bir kimseden incin!..

Bu levha, demek ki her tekkeye girene “hoş gör yâ hû” kimseye kalbinde en ufak bir burûdet olmayacak.

Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor Enfâl Sûresi’nin başında:

“…Eğer müslümansanız, aranızı düzeltin (buyuruyor). Allah ve Rasûlü’ne itaat edin.” (el-Enfâl, 1) buyuruyor.

Demek ki “hoş gör yâ hû” bu, hayatımızın her safhasında verilen bize bir tâlimat.

Diğer bir levha vardı:

“Bu da geçer yâ hû” diye. Bu da, ifadesi şudur:

“Ey insan! Sana gelen gamlar, sürurlar sende misafirdir. Sakın onları dâimî zannetme! Gelen fânî gamlara üzülme, çünkü onlar gidicidir. Fânî sevinçlere de sevinme; zira onların bekāsı yoktur. Yani sen bir misafirhânesin, gamlar-sürurlar da sana gelip geçen birkaç günlük ziyaretçilerdir.”

Düşündüğümüz zaman; dünyevî hayatta gamlar, sürurlar vs. hepsi bir hâtıra olarak mâzîde kalıyor, tesirini kaybediyor. Demek ki esas mü’minin dertleneceği, âhiret derdi olacak.

Yine Mevlânâ’nın güzel bir ifadesi var burada:

“Ey Hak yolcusu! Gam ve kederin varsa sevin! (Diyor. Tabi bu, çok yüksek mertebelerdeki insanlar için.) Onlar, yârin (yani Allâh’ın) senin için hazırladığı buluşma tuzağıdır. Zira insan gam ve kederle dolu olduğu zaman Hakk’a sığınır, Hakk’ı hatırlar.”

“Gam ve keder, bir hazinedir. Senin hastalığın ve başına gelen belâlar, sıkıntılar da birer hazinedir.”

Tabi bu, yüksek bir kalp için bu. Yani bir avam için değil de bu, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşan bir kalp için.

Yine bir levha da “Edeb hû”dur. Zira edep, ahlâkın zirve noktasıdır. Tasavvufun gâyelerinden biri de budur. En başta Cenâb-ı Hakk’a edep, Rasûlullâh’a edep, insanlara edep, hayvanlara edep. Bu, ham insanı ihsan duygusu ile kâmil insan hâline yücelterek Allâh’a karşı edep sahibi kılmaktır.

Yani burada Mevlânâ diyor ki:

“Aklım diyor, kalbime sordu diyor, «Din nedir?» diye. Kalbim de aklıma dedi ki «Din, edepten ibarettir.»”

Yine buyrulmuştur:

Üç haslet vardır, bunlara sahip olanlar mahrum kalmazlar:

–“Güzel edep sahibi olabilmek.” Bunlar her canlıdan îtibar görürler, gönülde bir yer edinirler.

–İkincisi; “Edep ehliyle oturmak.” Onlardan hâl alabilmek.

–Üçüncüsü; “Başkalarına da daima bir hüsn-i hâl hâlinde bulunabilmek.”

Yine buyruluyor:

Edep bir tâc imiş nûr-i Hüdâ’dan,

Giy o tâcı emîn ol her belâdan!..

Yine Yunus Emre Hazretleri:

Ehl-i diller arasında (yani gönül ehilleri arasında, dil/gönül)

Ehl-i diller arasında aradım kıldım talep,

Her hüner makbûl imiş; illâ edep, illâ edep...

İllâ edep, yani edep, bütün hünerlerin daha ötesinde olduğunu bildiriyor.

Bunun için çok daha şeyler var, misaller var.

Bir de burada “hiç” diye bir levha vardır. Bu levha da çok mühimdir, “hiç” levhası. Yani sen bir hiç olduğunu hatırla. Bir hiçtin dünyaya gelmeden evvel. Seni insan yapan, Allah -celle celâlühû-. Sana bütün kâbiliyeti, meziyeti veren. İnsan… Demek ki bir hiç olduğunu unutmayacaksın.

مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ

Yani “Kendinin hâlini bilen, Cenâb-ı Hakk’ı bilmiş olur.” Bilmiş olan; mütevâzı olur, merhametli olur, şefkatli olur. Cemâlî sıfatlar o kalpte tecellî etmiş olur.

Velhâsıl bir virüs hâdisesi insanlığın başında. İnsanın vazifesi, bir mü’minin vazifesi, bu îkazlardan gerekli ibretleri alarak hayat mücâdelesini ve kulluk mes’ûliyetini yerine getirmektir. Cüz’î irâdesiyle tedbirleri aldıktan sonra Cenâb-ı Hakk’ın küllî irâdesine teslim olabilmektir. Böylece en yüce kudret sahibine sığınabilmektir.

En mühim vazifemiz, Kur’ân’ın kavlî âyetleri gibi, kâinat kitabının kevnî âyetlerinde de verilen ilâhî mesajları okumak, onlardan ders alabilmek.

Allah Teâlâ, imtihan hikmetine binâen, hayatı da ölümü de her insana mukadder kılmıştır. Bu sebeple Cenâb-ı Hak’la cidâle giren kimse ne oluyor; büyük bir zarara uğramıştır, büyük bir kayba uğramıştır. Zira Cenâb-ı Hak bir virüsle, yok kadar bir şeyle, bir mahlukla… Yapay zekâ diyorlar, bilmem ne diyorlar, insan kendisini tanrılaştırmaya kadar gidiyor…

Cenâb-ı Hak nasıl bir Ebrehe ordusunu ufacık bir taşlarla koca filleri, tank ordusunu perişan etti? Yine Cenâb-ı Hak Nemrud’u bir topal sinekle onun hayatına kastettirdi.

Velhâsıl buna benzer çok hâdise… Burada Cenâb-ı Hak şımaran bir dünya karşısında Cenâb-ı Hak büyük bir îkaz hâlinde.

Tabi bu, daha ziyade baktığımız zaman, merhameti yitirmiş, merhamet filizinin çürümüş beldeler arasında bunu daha çok görüyoruz. Müslüman memleketlerde daha az görüyoruz. Hattâ çok ibrettir; bu, Suriye’deki o kamplarda yaşayanlarda da yok kadar az.

Burada Mevlânâ’nın güzel bir misâli var; bu, kendini bilmeyenler, “benim” diyenlere karşı, gaflete dûçâr olanlara karşı; bir sineğin hikâyesini anlatır Mevlânâ.

“Bir sinek, küçük bir su birikintisi üzerindeki saman çöpünün üzerine konduğunda, kendisine büyük bir mevkî biçerek kaptanlık hevesine düşer (sinek. Bir çöpün üzerinde, saman çöpünün).”

“Der ki: Denizi de, gemiyi de en iyi bilen benim der. Çünkü ben şu an, koca bir deryâ üzerinde sağlam bir gemide, ehliyetli, doğru düşünen ve yerinde karar veren bir kaptanım, der.”

“Ey küçücük hacmini bir sinek gözüyle seyreden kişi (diyor burada Mevlânâ misal vererek.) Azrâil, altındaki saman çöpünü çektiği zaman, hâlinin nice olacağını hiç düşünmez misin sen?!” buyuruyor. Yani ölümün hatırlatılması.

Velhâsıl bu virüste evimizi bir dergâh hâline getirebilmek… Bir Hak dostu buyuruyor -evde sıkılanlar oluyor-:

“Sen diyor, şükretmek için diyor, bir hastahaneleri dolaş diyor. Orada çok muzdarip, kıvranan hastalar görürsün diyor. Onlardan biri sen olabilirdin bugün diyor.

Kabristanları gez diyor. Orada kendinden küçük çok insanlar görebilirdin diyor. Sen de onlardan biri olabilirdin, bugün kabirde olabilirdin diyor.

Üçüncü olarak diyor, zindanları/hapishaneleri gez diyor. Orada bir anlık öfkeyle diyor, hayatını mahvedenleri görürsün diyor. Sen de onlardan biri olabilirdin.” diyor.

Velhâsıl devamlı menfîleri düşünmek, o menfîlerin içinde olabilme ihtimalin vardır senin diyor. Onun için daima diyor, onları düşünerek diyor, sıhhate de bu da şükür hâlinde ol, buyuruyor.

Bu, evlere kapanma durumunda kalan kardeşlerimiz, vakitlerini en güzel şekilde değerlendirmelidir. Yavrularını televizyonun, internetin şerrinden muhafaza etmelidir. Evlâtlara sohbet etmeli, onların İslâmî kültürünü artırmaya gayret etmelidir.

İslâmî kültür denince, halkın nazarında; câmiye git, işte ona göre bir namaz kıl, oruç tut Ramazan’da… İşte budur olarak görünüyor. Değil!.. İslâm kültürü 23 senede tamamlandı.

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ

“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” (el-Alak, 1)

Neyi okuyacak burada? Bir hiçliğini okuyacak. Azamet-i ilâhiyyeyi okuyacak. Rasûlullah Efendimiz’i okuyacak. Allâh’ın verdiği nîmetleri okuyacak. Güzel bir kul olacak, kalpten bir pencere açılacak.

En sonra, 23 sene sonra;

“اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ” âyeti indi. “Dîn tamamlandı.” (Bkz. el-Mâide, 3)

O zaman zarfında İslâm kültürü teşekkül etti.

Rasûlullah Efendimiz, ashâb-ı kirâma her inen âyette onu tatbik ettirirdi. Hattâ infak âyetleri indiği zaman, ashâb-ı kirâm dağlara çıktılar, odun kestiler. Kendileri yoksuldu. Öyle olduğu hâlde Medîne çarşısında sattılar, Allah Rasûlü’nün önüne koydular.

Efendimiz her inen âyeti tatbik ettirirdi. Bir yere Efendimiz davet edildiği zaman, kendisi yalnız olarak gitmezdi. Mümkünse birkaç kardeşiyle beraber giderdi, olabildiği kadarıyla. Efendimiz sahâbîye de onu tâlim etti.

Meselâ beden yemekle doyar, ruh yedirmekle doyar. Efendimiz daima yedirmekle doyardı. Ashâb-ı kirâmı da ikram ve yedirmekle doyururdu.

Meselâ Yermük Harbi’nde bir bardak su, üç tane şehidin ortasında kaldı.

Velhâsıl esas İslâm kültürü budur. Yani İslâm’ı, âyetleri yaşayabilmek. Kevnî âyetler, şu kâinattaki zerreden küreye, mikrodan makroya olan bütün ilâhî azamet karşısında kulu tefekküre davet etmek. Onun için yavrumuza bu karantina esnâsında bol bol sohbet etmeli, onların İslâm kültürünü artırmaya gayret etmeliyiz.

Kur’ân tilâvetiyle her zamandan daha fazla meşgul olmalıdır. İbadet için meydana gelen bu fırsatı ganimet bilmelidir.

Âdeta bir îtikâf mâhiyetinde olmalıdır. Allah için olan, yalnızlık hissetmez. Çünkü Cenâb-ı Hak; “…Nereye gitseniz, Allah sizinle beraberdir...” (Bkz. el-Hadîd, 4) buyuruyor.

Bu şekilde, önümüzde Ramazân-ı Şerîf var. Bir esas Ramazân-ı Şerîf, bir bayram. Esas bayramı, esas bayramı düşünmek lâzım. Esas bayram, son nefeste îmân ile, yüz akıyla göçebilmektir. Esas bayram, mîzanda hayırların ağır gelmesidir.

فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ. وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ.

(“Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.” [ez-Zilzâl, 7-8])

Esas bayram, amel defterini sağdan alabilmektir.

Âişe Vâlidemiz soruyor:

“–Yâ Rasûlâllah diyor. Siz diyor, bizi hep hatırlar mısınız o zor günlerde?” diyor.

“–Yâ Âişe diyor, üç yerde hatırlayamam, onlardan biri de defterlerin verildiği zaman.” diyor. (Bkz. Hâkim, IV, 622/8722)

Esas bayram, şefaat-i Rasûlullâh’a nâil olmak, âhirette Fahr-i Kâinât Efendimiz’in merhamet kanatları içinde olabilmektir.

Bu da; وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ

(“Nerede olsanız, O sizinle beraberdir.” [el-Hadîd, 4])

Bu da çok mühim. Yani insan Cenâb-ı Hak’la beraber olacak. Rasûlullah Efendimiz’le beraber olacak. O şekilde huzurlu bir ömür yaşamış olacak. Daha ötesi tabi, -Allah nasîb eylesin- esas bayram, Cemâlullah, yani Ru’yetullâh’a nâil olabilmek. Bu, cennetin içinde ikinci bir nîmet olarak bildiriliyor.

Velhâsıl; bir aziz zât Nakşibend Hazretleri’ni vefatından sonra rüyâda görmüş, ona sormuş:

“–Efendim, ebedî kurtuluşumuz için ne yapalım?”

Üstad Hazretleri şöyle cevap vermiş:

“–Son nefeste neyle meşgul olmak gerekiyorsa, o şekilde meşgul olun.”

Yani son nefeste nasıl ki Hak Teâlâ’yı düşünmemiz lâzımsa, âkıbetimizi lâzımsa, hayatımız boyunca da o şekilde uyanık olmamız zarûrî olmuş oluyor.

Rabbimiz hepimize bu hususta yardım eylesin -inşâallah-.

Ondan sonra gelen âyette ise Cenâb-ı Hak, bu alışverişi yapanlar, yani canlarıyla, mallarıyla Cennet’i satın alanlar, onların Cenâb-ı Hak vasıflarını bildiriyor:

“Onlar, tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, oruç tutanlar, rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredip kötülükten alıkoyanlar ve Allâh’ın sınırlarını koruyanlar. O mü’minleri müjdele!” (et-Tevbe, 112) buyuruyor.

Onlar, işte:

لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

(“…Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” [Yûnus, 62])

Birincisi burada “اَلتَّاۤئِبُونَ” geliyor. Yani “tevbe edenler”. Cenâb-ı Hak:

“Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Ne babanın evlâdı, ne de evlâdın babası nâmına bir şey ödeyemeyeceği günden çekinin. Bilin ki, Allâh’ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın. Şeytan, Allâh’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.” (Lokmân, 33)

Çok câhil insan da var; “Allah Erhamü’r-Râhimîn’dir, ben en merhametliye…” Âmennâ ve saddaknâ! Fakat Cenâb-ı Hak bizden de bunun karşısında bir istikâmet istiyor. İstikâmette olacağız, ondan sonra bir istiğfar hâlinde olacağız. Daima yaptığımız ibadetleri, tâatleri az göreceğiz. Daima İbrahim -aleyhisselâm- gibi, Cenâb-ı Hakk’a devamlı ilticâ hâlinde olacağız.

Cenâb-ı Hak:

“…Allâh’ın affına güvendirerek şeytan sizi kandırmasın.” (Lokmân, 33) buyuruyor.

Yusuf’un kardeşleri de böyle dediler, gâfilâne. Cenâb-ı Hak onu bildiriyor. Yusuf’un kardeşleri;

“Biz dediler Yusuf’u ortadan kaldırırız dediler. Babamızın teveccühü bize döner. Biz sonradan tevbe ederiz, sâlihlerden oluruz.”

Böyle bir şey, bir avamvârî bir hâdise. Kul, istikâmette olacak. Cenâb-ı Hak:

فَاسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ

(“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!..” [Hûd, 112]) buyuruyor.

Cenâb-ı Hakk’a ilticâ hâlinde olacak. Yine Cenâb-ı Hakk’a “اَلتَّاۤئِبُونَ” tevbe hâlinde olacak.

Tevbenin en güzel zamanı da seherler oluyor.

وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ

(“…Seherlerde istiğfar edenler.” (Âl-i İmrân, 17]) buyruluyor.

Cenâb-ı Hak kapıları açıyor, istiğfar kapılarını açıyor, buyrun diyor.

Seherlerde ne var? İstiğfar var, îmânın yenilenmesi var, kelime-i tevhîd var. Efendimiz’le beraberlik var, salevât-ı şerîfe var. Âkıbetimiz ölümü bir tefekkür var. İçimizdeki letâif denilen zikir merkezlerini canlandırma var…

Bu şekilde bir gündüze hazırlanmak. Gündüze hazırlanmak da gündüzün karşılaşacağımız nefsânî arzulara karşı rûhumuzun bir mukâvemet kesbedebilmesi.

Bu şekilde bir gündüz olacak. Yine gündüzden geceye hazırlanacağız. Yine gece, seher vaktiyle yine gündüze hazırlanacağız.

Bu, tevbenin şartları:

Pişmanlık zarûrî. تَوْبَةً نَصُوحًا  (Tahrîm, 8) Yani kalbin tevbe edilen kötülükten nefret etmesi, aynı günahı bir daha işlememeye kuvvetle azmetmesi.

Üçüncüsü; tevbedeki samimiyetimizi amel-i sâlihlerle te’yid etmemiz… Cenâb-ı Hak bize «اَحْسَنُ عَمَلًا» (en güzel amel) buyuruyor. (Bkz. Hûd, 7; el-Kehf, 7, el-Mülk, 2) Amellerimizin en güzel olmasını arzu ediyor.

İlk sorulacak soru:

Rasûlullah Efendimiz buyuruyor, kıyâmette insan yerinden kıpırdamadan bildirilen sorular:

“Ömrünü nerede tükettin?”

Sana Cenâb-ı Hak niye verdi bu ömrü? Ne kadar ömür verdiyse… Onun için en büyük pişmanlık, ömrün israfı olacak.

İkincisi:

“İlminle ne gibi işler yaptın?”

Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm ile bir ilim veriyor. Sünnet-i Seniyye bunu şerh ediyor. Kâinattaki kevnî âyetlerle sana bir tefekkür veriyor. İlminle ne gibi işler yaptın?

“Malını nereden kazandın ve nereye sarf ettin?”

Tabi helâlse helâle gidecek, şüpheliyse şüpheliye gidecek, duruma göre.

“Bu vücudunu (bu ömrünü) nerede yıprattın?” (Bkz. Tirmizî, Kıyâmet, 1)

نُنَكِّسْهُ فِى الْخَلْقِ

(“…Biz onun gelişmesini tersine çeviririz…” [Yâsîn, 68])

Bu yaratılış nerede geçti? Tabi burada tevbe eden kimse için yardımcı olmak çok mühim. Tevbe eden kimsenin önünü açmak lâzım. Bunun ashâb-ı kirâmdan Hazret-i Ömer çok sert mizaçlı olduğu hâlde, tevbe etmeye gelenler için çok büyük kolaylıklar gösterirdi. Onlara yardımcı olurdu.

Yine rahmetli Sami Efendi Hazretleri’nden bir misal:

Bir gün talebelerinden biri, işi bozuluyor, vs. bir gaflete düşüyor, içkiye müptelâ oluyor. Aynı o şekilde Efendi Baba’nın kapısına geliyor. Hattâ dâmâdı Ömer abi kızıyor:

“–Sen hangi kapıya geldiğinin farkında mısın diyor, ne hâlde olduğunu biliyor musun?” diyor.

O da diyor ki:

“–Gidecek başka kapı var mı diyor, var mı başka gidecek kapı?” diyor.

Arkadan Efendi Baba geliyor, içeri alıyor, ikram ediyor, ona sohbet ediyor. Sonra o kardeşimiz, sâlihlerden birisi oluyor.

Yine Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri’nin bir talebesi, bir gaflete düşüyor. Artık sohbete gelmiyor ve kaçar oluyor. Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri de talebeleriyle bir yere giderken onu görüyor. Talebesine, siz geride kalın diyor. Kendisi hızlı olarak o kaçan talebeye yaklaşmaya çalışıyor. Kaçan talebe de utancından kaçmaya başlıyor. En nihâyet bir duvara çarpıyor, orada kalıyor. Cüneyd-i Bağdâdî:

“–Yavrum diyor, niye kaçıyorsun diyor. Bak ben diyor, senin içinim.” diyor.

Onu alıyor, Cüneyd-i Bağdâdî, yeni baştan bir nasihatte bulunuyor, terbiye ediyor, o da yine sâlih talebelerinden biri oluyor.

Mevlânâ’da da var bu. Bir sarhoş zikre geliyor. Zikirde Mevlânâ’ya birkaç sefer çarpıyor. Dışarı çıkarmak istiyorlar.

“–Yok diyor, bırakın diyor. O bu kapıya geldi diyor. Bu kapıda kurtuluşu buldu diyor. Niye çıkarıyorsun diyor. O diyor içmiş diyor, siz sarhoş olmuşsunuz!” diyor.

Velhâsıl bu çok mühim. Tevbe etmek, devamlı istiğfar hâlinde olmak, istiğfâr edeceklere de yardımcı olabilmek. Güzel bir nasihatle, güzel bir hâl ile -elhamdülillâh-.

Ondan sonra:

الْعَابِدُونَ buyruluyor. İbadetler. Bu çok mühim.

Ebû’l-Hasan Harakānî Hazretleri buyuruyor:

“Bir mü’minin âzâlarından (en az) birinin devamlı Yüce Allah ile meşgul olması gerekir. (Çok ibretli bir şey. Âzâlarından biri hiç yoksa Allah ile meşgul olacak devamlı, ayrılmayacak hiç.)

–Ya diyor, kalbiyle hatırlayacak,

–Ya diyor, diliyle zikredecek,

–Ya diyor, gözüyle O’nun görülmesini istediği şeyleri görmek, (ilâhî azamet tecellîlerini görmek,)

–Ya eliyle cömert olmak, vermek,

–Ya ayağıyla insanları ziyaret etmeli, hasta, garip vs…

–Ve bütün varlığıyla mü’minlere hizmette bulunmalı,

–Ya aklıyla tefekkür ederek mârifete ulaşmaya gayret etmeli,

–Ya ihlâsla (amelen sâlihâ) amel etmeli,

–Ya kıyâmetin dehşetinden korkmalı ve insanları bu hususta îkâz etmeli.

Böyle birinin, kabirden başını kaldırır kaldırmaz kefenini sürüye sürüye Cennet’e gideceğine ben kefilim!” diyor Ebu’l-Hasan Harakānî Hazretleri. (Bkz. Harakānî, Nûru’l-Ulûm, s. 240)

Demek ki Cenâb-ı Hak nasıl;

“Onlar ayaktayken, otururken, yanları üzerindeyken zikrederler...” (Âl-i İmrân, 191)

Demek ki zikre medâr olacak daima bedenimizin bir faaliyet içinde olabilmesi.

Ondan sonra gelen;

الْحَامِدُونَ “hamd edenler”

Fâtiha’da:

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ buyruluyor. “Övgü (şükür), âlemlerin Rabbi olan Allâh’a aittir.” (el-Fâtiha, 2)

Âlemlerin Rabbi. Ne kadar âlem var, belli değil.

Kul daimâ bir hamd hâlinde olacak, şükür hâlinde olacak. Hamd, bütün ibadetlerin sırrıdır. Hamdin esâsı, kalp ile yapılır. Kalbin Allâh’ın nûru ile dolması, kalbin Allâh’ın hamdi ile dolmasıdır.

Hamd, tefekkürü gerektirir. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de 137 yerde bize ilâhî azamet, ilâhî kudret akışları, ilâhî nakışları tefekküre davet ediyor. Yani kul daima Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz azametini… Bir boşluk yok. Semânın… Yedi kat semâ, ondan sonra Arş, Kürsî, ondan sonra boşluk yok. Yani hayal ötesi ne gelebilirse insan idrâkiyle mümkün değil, hepsi Cenâb-ı Hakk’ın mülkünde. O’nun mülkünün dışında hiçbir şey de yok. Bunun için en mühim, hamd. Devamlı Cenâb-ı Hakk’ı bu şekilde bir övgüyle daima bir senâ ile hamd edebilmek.

Efendimiz buyurur:

“Allâh’a hamd ederek başlanmayan her mühim iş, bereketsiz olur.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 18/4840)

Daimâ:

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

(“Hamd, Âlemlerin Rabbi Allâh’a mahsustur.” [el-Fâtiha, 2]) diyeceğiz. Bunu dilimizden, gönlümüzden düşürmeyeceğiz.

Ondan sonra:

اَلسَّاۤئِحُونَ “oruç tutanlar”, bir de “Allah için seyahat edenler”. İlmini artıracak, görüşünü artıracak, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşacak, orada güzel insanlarla görüşecek. Onun için “اَلسَّاۤئِحُونَ”, bir mânâda seyahat edenler, bir mânâda oruç tutanlar.

İşte Ramazân-ı Şerîf’e geliyoruz, giriyoruz. Çok az bir zamanımız kaldı.

Peygamberler nübüvvetin/peygamberliğin rûhâniyetine oruçla başla­mışlardır.

Sinâ Dağı’nın pek kıymetli peygamberi Mûsâ -aleyhisselâm- kendisine Tevrat ininceye kadar kırk gün kırk gece oruç tutmuştur Mûsâ -aleyhisselâm-. Yani savm-ı visal tutmuştur bir rivâyette, iftarsız oruç tutmuştur.

Tabi bu, peygamberlere âit. Yani Rasûlullah Efendimiz bunu yasaklamıştır, çünkü tahammül edilemez.

Sair Dağı’nın mukaddes peygamberi Hazret-i Îsâ da, İncil’den ilk kelâmı duyuncaya kadar, kırk gün kırk gece oruç tutturulmuştur ona da.

Yusuf -aleyhisselâm- kendisine hazineler verildiği zaman, fakir­lerin hâlinden gâfil kalmayayım diye aç olarak dağıtmıştır.

Âişe Vâlidemiz buyuruyor:

Rasûlullâh’ın âile efrâdı, Medîne’ye geldiği günden vefât ettiği güne kadar, üç gün arka arkaya buğday ekmeğiyle doymadı.” buyuruyor. (Müslim, Zühd 20)

Efendimiz zaman zaman da “Savm-ı Visâl” tutardı. İftarsız oruç tutardı. Bu, iftar etmeden birkaç gün peş peşe tutulan bu oruç, sadece Efendimiz’e ait. Sahâbî de tutmak istedi. “Yok, siz kaldıramazsınız.” dedi. (Bkz. Buhârî, Savm, 48)

Demek ki “اَلسَّاۤئِحُونَ” oruç tutanlar.

Burada orucun bize olan faydaları. Namazın faydaları ayrı, orucun faydaları ayrı, zekâtın, infâkın faydaları, haccın ayrı. Orucun faydaları, nîmetlerin kadrini bildirme.

Yarım gün bir tahammülümüz yok. Hemen mide acıkıyor, hemen hatırlamaya başlıyor. Hemen birkaç lokmaya hasret duymaya başlıyor. Tabi bu, o lokmaların sahibine ne kadar hasret duyacağız?..

Şükran hislerini uyandıran, bir teşekkürü, bu sebeple.

Cenâb-ı Hak; “…Umulur ki (diyor) takvâ sahibi olursunuz.” (el-Bakara, 183)

لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ

Yoksulların ve çâresizlerin hâlinden anlama şuuru kazandırıyor. Merhameti zirveleştiriyor.

Nefsânî arzuları, temâyülleri azaltıyor.

Maddenin esaretinden kurtarıp “sabır” denilen yüksek ahlâkî meziyetlere eriştiren bir ibadet.

Yani oruç, içimizdeki nefsî arzuları zabt u rabt altına alan ve böylelikle insanın derûnundaki merhamet ve şefkat duygularının inkişâfını sağlayan rûhî bir disiplin olmuş oluyor.

Bu hususta tabi çok muhtelif, oruç hakkında şeyler var. Tabi “(Makbul) oruç, (Cehennem’e) kalkandır.” buyruluyor. (Nesâî; Sıyâm, 43)

Bu oruç hangi oruçtur? Gözümüze oruç, kulağımıza oruç,  kalbimize oruç, velhâsıl bütün âzâlarımıza oruç.

Merhamet hissini tahrik ettirecek oruç, onun için iftarlar çok mühimdir.

“İftar edenin sevabı azalmadan, ettirene de aynı ecir verilir.” buyruluyor. (Bkz. Tirmizî, Savm, 81)

Bunun için de bu Ramazân-ı Şerîf’te bilhassa merhamet, şefkat, iftarlar vs. Cenâb-ı Hakk’a bir teşekkür edâsıyla -inşâallah- artırmak îcâb ediyor.

En mühim, oruç; mazlumların, muhtaçların “Acıyın bize!” diyen sessiz feryatlarını duyabilmek. İşte Suriyeliler, işte Myanmarlılar vs. İşten çıkarılan kardeşlerimiz… Yani bu sessiz feryada “Acıyın” feryadını ancak merhametle yoğrulmuş hassas yürekler duyabilir. Bu sebeple de bütün mahlûkâtın muhtaçlarına seferber hâlinde olur.

Hizmet, gönülleri ilâhî zirvelere ulaştıracak müstesnâ ve ulvî bir basamaktır. Öyle bir basamak ki, ilâhî vuslat, ebedî mükâfâta mazhar olanların cümlesi; yani peygamberler, Hak dostları, sâlih, sâdık mü’minler, hep hizmet basamakları üzerinde yürümüşlerdir.

Fakat hizmet de çok daha mühim. Bir seferde nâfileydi, ashâb-ı kirâm oruçlular. Oruç tutmayanlar, oruç tutanlara su getirdi, abdest aldılar. Onlara yelpaze vurdular, sıcak şeyden.

Efendimiz iftar vakti:

“Bugün, oruç tutmayanlar (daha fazla ecre nâil oldu).” (Buhârî, Cihâd, 71; Müslim, Sıyâm, 100-101; Nesâî, Savm, 52)

Nâfile ibadetti, demek ki hizmet nâfile ibadetin önüne geçmektedir.

Mevlânâ da diyor:

“İbadet ederek, ihsan ve ikramlarda bulunarak ve halka hizmet ederek elde edeceğin gönül gözüyle, bu gördüğün çeşitli renklerden başka renkler görürsün. Âdî taşlar yerine inciler, mücevherler seyredersin. İnci de nedir ki? Sen kendin deniz olursun; göklerde seyreden, gezip dolaşan Güneş kesilirsin.”

Yine Mevlânâ Hazretleri’nin Mesnevî şerhinde buyruluyor:

“Renklerin de nihâî noktası renksizliktir.” diyor.

Yani renkleri bir tabloya koyun, onu çevirin, orada bütün renkler kaybolur.

“Aynı denizler de diyor, semâlardaki suyun rengi yoktur diyor. Denizlere baktığınız zaman, deryalara baktığınız zaman, semânın rengiyle renklenirler diyor. Sen diyor, öyle bir hâl ol ki diyor, bütün renklerden, yani bütün nefsânî arzulardan kendini bertaraf et. Sen semânın rengiyle, yani ilâhî vahyin rengiyle boyan.” buyuruyor.

Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri’nin bu hizmetleri ayrı. Ve “Ben bütün bu makamları hizmette kazandım.” buyuruyor.

Tabi o, en zor bir hizmete tâlip. Birincisi; din kardeşlerinin kendisine zimmetli olduğunu… Onun için yedi sene civârında, hastalara bakıyor. Hangi hastalara? Kimsenin bakamadığı hastalara bakıyor.

Ubeydullah Ahrar Hazretleri de aynı şekilde. Diğer evliyâullah da aynı şekilde. Hattâ merhum Sâmi Efendi Hazretleri, Cide Müftüsü Hüseyin Efendi varmış dergâhta. Hattâ o çok ağır hastalanmış. O da onun hizmetinde bulunmuş.

Demek ki bu hizmet çok mühim. Yani bir kardeşini zimmetli olarak bilebilme. Tabi bunlar, kıyamette de yedi kişi Arş’ın altındaki yedi kişiden biri olacaklar. Bahâüddîn Nakşibend’de bunu görüyoruz. Yani bütün mü’min kardeşlerini kendisine zimmetli olarak görebilmesi.

İkincisi; bütün hasta hayvanlara. Bütün mahlûkat insanlar için yaratıldı. İnsanlara emânet. Demek ki bütün mahlûkata Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı kazanmak.

Mâlum, çok hadîs-i şerîfler var bunun müsbeti ve menfîsi hususunda.

Üçüncüsü; Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri, vakit kaldıkça yolları temizliyor. Yollardaki çukurları kapatıyor, gelip geçen bir insanın, bir hayvanın ayağı takılmasın. Bir Allâh’ın mahlûkâtı incinmesin.

خَيْرُ النَّاسِ مَنْ يَنْفَعُ النَّاسِ

“İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır.” (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XVI, 128)

Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri; “En çok diyor, fayda gördüğüm diyor, bu diyor, hizmette diyor, mânevî derecelerim arttı.” buyuruyor.

Tabi bu maddî meziyetlerin yanında ahlâkî meziyetler de çok mühim. Meselâ Hucurât Sûresi’nde:

“…Birbirinizin gıybetini yapmayın! Herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz (değil mi?)...” (el-Hucurât, 12) diyor Hucurât Sûresi’nde.

Nasıl bir ölünün yanında konuş, ölü anlamaz konuştuğunu; aynı diyor, şey de, -bir misal veriyor Cenâb-ı Hak- senin yanında bulunmayan bir kimseyi çekiştirme…

Bir kişi geliyor. Efendimiz diyor ki:

“–Dişlerinin arasında diyor, etler var, git onları çıkar.” diyor.

“–Yâ Rasûlâllah! Ben et yemedim ki.” diyor.

“–Sen diyor, kardeşini gıybet ettin.” diyor. (Bkz. İbn-i Kesîr, Tefsîr, IV, 231)

Yine iki kadın, -o da Ramazan için çok mühim, her zaman için mühim, Ramazan’da daha da mühim- iki kadın bayılacak hâle geliyorlar. Rasûlullah Efendimiz’e müracaat ediyorlar, oruçlarını açsın mı diye, iftar etsin mi diye. Efendimiz:

“–Onlar, oruçlarını açtılar.” buyuruyor.

“–Yok yâ Rasûlâllah diyor, açmadılar, bayılıyorlar diyor, baygın hâlde…”

“–Çağır diyor, gelsin biri.” diyor. Geliyor, getiriyorlar kadını. Elinde bir çanak:

“–Tükür!” diyor. Bir kan pıhtısı şey yapıyor.

“–Bak sen diyor, gıybet etmekle orucunu açmışsın.” diyor. (Bkz. Ahmed, V, 431; Heysemî, III, 171)

Yine Abdullah Dehlevî Hazretleri, sâdâttan, Altın Silsile’den. Bir yerden geçerken, gıybet meclisinin oradan geçiyor. Talebesine diyor ki:

“–Orucum bozuldu.” diyor.

“–Üstad diyor, siz gıybet etmediniz ki, orucunuz bozulsun.” diyor.

“–Oradan diyor, bana diyor, bir in’ikâs geldi.” diyor.

Velhâsıl, demek ki Ramazân-ı Şerîf’te de bu ahlâkî meziyetlere çok dikkat edeceğiz ki, Cenâb-ı Hak “لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ, “…Umulur ki (bu Ramazan’da, bu oruçta) takvâ sahibi olursunuz.” (el-Bakara, 183) buyruluyor.

Ondan sonra الرَّاكِعُونَ السَّاجِدُونَ  buyruluyor.

Yani namaz, bu rekâtlar, rükûlar ve secdeler. Rükûlar ayrı bir güzellik olacak. Rükûlar bir rahmet taşıracak. Secdeler öyle olacak.

“O zaman vecd ile bin secde eder varsa taşım.” Mehmed Âkif’in dediği gibi, bin vecd ile bir secde, yani rûhânî bir duyuşla bir secde edebilmek. Cenâb-ı Hak:

“…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyuruyor.

Bilhassa terâvihlerin bir huzurla îfâ edilebilmesi. Belki evlerimizde -inşâallah- kendi ailelerimizle cemaatle kılmamız…

Namaza ehemmiyet… Yine A‘râf, 31. âyet:

“Ey Âdemoğulları! Her secde edişinizde güzel elbiseler giyin...” (el-A’râf, 31) Yani pasaklı bir şekilde ilâhî huzura çıkmayın, buyruluyor.

Yine bu namazın ehemmiyeti. Efendimiz buyuruyor:

“Kul namaz kılar, fakat namazının yarısı, üçte biri, dörtte biri, beşte biri, altıda biri, yedide biri, sekizde biri, dokuzda biri hattâ onda biri kendisi için yazılır (onda dokuzu gider).” (Ebû Dâvûd, Salât, 123, 124)

Yani namazı bir geometrik bir hareket olmaktan kurtarmak lâzım. Ne kurtarır namazı böyle geometri olmaktan? Kalp kurtarır. Kalbin eğitimi kurtarır.

أِياَّكَ نَعْبُدُ وَ أِياَّكَ نَسْتَعِينُ diyoruz.

“Sana kulluk ederiz, ancak Sen’den yardım dileriz.” (el-Fâtiha, 5)

Demek ki ne kadar Cenâb-ı Hakk’a kulluğumuz olursa o kadar Cenâb-ı Hak’tan yardım gelmiş olur.

Yine namaz o kadar mühim ki:

“Ey îmân edenler! (Zor zamanda) sabır ve namazla Allah’tan yardım isteyin...” (el-Bakara, 153)

Sâre Vâlidemiz çok zor durumda kaldı. Firavun’un tecavüzüne uğrayacaktı. Hemen iki rekât orada bir namaz kıldı, hâcet namazı kıldı. Firavun’un eli titremeye başladı, korkmaya başladı:

“–Bu kadın dedi, sihir mi var, sihir midir nedir, aman bu kadını gönderin gitsin dedi. Hattâ yanına da dedi, uzaklaşsın dedi, Hacer’i verin, Hacer’le beraber gitsin.” dedi.

Yine Ebû Firas vardı. Bu, Efendimiz’e su getirirdi. Geceleri Hâne-i Saâdet’e su koyardı. Efendimiz buyurdu:

“–Ebû Firas dedi, ben herkese (hizmetinin) bedelini verdim, ne arzu edersin dedi. Dünyada iste istediğini.” dedi.

“–Yok dedi, yok yâ Rasûlâllah dedi. Yok dedi. Ben yalnız Sen’inle âhirette de beraber olmamı istiyorum.” dedi.

“–Ebû Firas dedi, çok zor şey istedin benden dedi. Biraz kolaylaştır, dünyalık iste.” dedi.

“–Yok, yok yâ Rasûlâllah!” dedi.

Efendimiz’in mevkii, peygamberlerin en üstü, o da beraber olmak istiyor…

“–O zaman Ebû Firas dedi, çok çok Allâh’a secde ederek bana yardımcı ol.” buyurdu. (Bkz. Müslim, Salât, 226)

Velhâsıl namazın şeylerini sayamayız. İbrahim -aleyhisselâm-’ın derdi o:

“–Yâ Rabbi! Benim soyumdan gelenleri namaz kılanlardan eyle. Beni ve soyumdan gelenleri. (Çünkü namaz, terfi-i derecât, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşma.) Ey Rabbim! Duâmı kabul et.” buyurdu. (Bkz. İbrahim, 40)

Demek ki duânın en mühimlerinden biri;

“Yâ Rabbi! Bize namaz kılmayı sevdir.”

Namaz çünkü en büyük; fahşâdan münkerden korur. (Bkz. el-Ankebût, 45)

Yine bu Sekar Cehennemi’ne düşenlerin ilk verdiği cevap:

“Biz namaz kılanlardan değildik.” diyorlar. (Bkz. el-Müddessir, 43)

Ondan sonra:

“Mârûfu emredenler, münkerden nehyedenler.” (et-Tevbe, 112)

Cenâb-ı Hak:

“Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.”  (Âl-i İmrân, 104)

Yine buyuruyor:

“Sizler, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten men edersiniz…” (Âl-i İmrân, 110)

Demek ki bir mü’min, ferdî olarak kendini inkişâf ettirecek. Kâmil insan olacak. O şekilde bir emr-i bi’l-mârûf, nehy-i ani’l-münker’de bulunacak.

Modern bir câhiliye devri yaşayan bugünkü insanlık, teknolojinin, demirin terakkîsini medeniyet zannediyor. İnsanlar, teknolojinin esâreti altında iyice dünyevîleşti.

Teknolojinin terakkîsi, maddî faydasının yanında, gafil insanın gafletini artırdıkça artırdı. Merhamet filizi çürüdü.

Konfor, lüks, israf, âhireti unutturuyor. İnsanı insan yapan, gönül dünyasını güzelleştiren, hayâ, vefâ, merhamet, şefkat, tevâzu, nezâket unutuldu.

Âd Kavmi, Semûd Kavmi, Keldâni Kavmi, Lût Kavmi’nin insanları yeniden peydâ oldu.

Televizyon, internet, reklâmlar, modalar, robot insanlar yetiştiriyor. Ancak uzaktan kumandalı oyuncaklar gibi. Neticede ilâhî aşk ve hikmete vedâ ediliyor.

İşte bugünkü virüs, Cenâb-ı Hakk’ın âhireti unutanlara bir imtihanı. Rabbimiz bir virüsle bütün dünyaya pek çok hikmet ve ibret dersi veriyor.

Kitap ve Sünnet’in, yani Allah ve Rasûlü’nün bizi davet ettiği hususların, bize hayat ve huzur verdiğini, bizi ebedî saâdete kavuşturan hakikatler olduğunu tekrar hatırlattı.

Mültecîlere yardım ellerini uzatmayanlar, onların hattâ botlarını batıranlar, Suriye’de perişan hâlde bırakanlar, onlara en ufak bir yardım etmekten sakınan güçlü devletler, virüs sebebiyle onun kaç kat mislini ödüyorlar. Yani bu, Allâh’ın bu getirdiği bu terbiye, îkaz; âdeta bütün insanlığa, iki cihanda da huzur ve saâdetin yegâne reçetesinin İslâm olduğunu haykırıyor.

Bizi bu cendereden kurtaracak olan yegâne ruh; Hirâ, Sevr ve Vedâ Hutbesi’nde bırakılan mukaddes mîrastır.

Âyet çok mühim, dünyaya dalmamak hususunda, âhireti unutmamak hususunda, Tevbe Sûresi’nin 24. âyeti:

“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesâda uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler; size Allah’tan, Rasûlullah’tan, Allah yolunda cihâd etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.”

Demek ki bunlar, -Allah korusun- dünyayı öne çıkarıp âhireti geriye atmak, fâsıkların alâmeti olduğu bildiriliyor.

Cenâb-ı Hak kendisini sevmeyi, Rasûlullah’ı sevmeyi… En büyük nîmet Kur’ân-ı Kerîm, en büyük nîmet bu kâinattaki kevnî âyetler, en mühim Rasûlullah Efendimiz’in irşâdı… Cenâb-ı Hak bu îkazlar karşısında mü’minin fazîlet sahibi bir mü’min olmasını arzu ediyor ki, bütün İslâmı, hayatın muhtevâsı içinde yaşayacak, fedakâr olacak.

Zira seven, sevdiği uğruna, sevgisi ölçüsünde fedâkârlık yapmayı kendine en büyük zevk telâkkî eder.

Bugün bize düşen vazifeler neler?

  1. Allah Rasûlü’nün insanları nasıl eğittiğine dikkat etmemiz. Nasıl o câhiliye insanlarından bir fazîletler medeniyeti meydana geldi?

O’nu seven, yani Rasûlullah’ı seven O’nun gibi insan yetiştirmeye gayret eder. Arkasında bir insan mîrâsı bırakabilmek.

Câhiliyenin yarı vahşi insanlarını nasıl bir eğitime tâbî tuttu ki onlar göklerdeki yıldızlara dönüştüler.

Ashâb-ı Suffe’de Efendimiz’in yaptığı eğitim bizim için en güzel örnektir. Yani yaşatarak eğitim yaptırmak.

Efendimiz; Muhâcir’i severdi, Ensâr’ı da severdi. Fakat en çok meşgul olduğu, Suffe talebeleri idi. Yani Kur’ân talebeleri idi. Kur’ân’a yapılan hizmetlerdi. En büyük derdi, arkasında güzel bir nesil bırakmaktı.

Hattâ Âişe Vâlidemiz anlatıyor:

Efendimiz’in vefat günüydü diyor. Kendisinin diyor, mescide çıkacak gücü yoktu diyor. Babamı diyor, vazifelendirdi diyor. Kendisi perdenin arkasından seyretti diyor. En nihâyet diyor, babam selâm verdi diyor. Efendimiz perdeyi araladı, baktı diyor. O muzdarip hâlinde o kadar güzel tebessüm etti ki, arkasında bir ashâb-ı kirâm cemaati bırakmak, bir insan mîrâsı bırakmak…

Peygamberlerin maddî bir mîrâsı yoktu. Hepsinin bıraktığı, bir ümmet mîrâsıydı. Cenâb-ı Hak bizim cümlemize de -inşâallah- bu ümmet mîrâsından bir nasîb almayı, o şekilde bir insan mîrâsı bırakmayı Cenâb-ı Hak nasîb eylesin.

Cenâb-ı Hak peygamberlerine çobanlık yaptırmıştır. Çobanlık, bir sanattır. Peygamberler bu sanatın da üstadlarıdır.

Peygamber Efendimiz buyuruyor:

“Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden mes’ulsünüz:

İmâm çobandır, sürüsünden mes’uldür. (Yani öndeki insan.)

Erkek, ailesinin çobanıdır, sürüsünden mes’uldür.

Kadın, efendisinin evinde çobandır, o da sürüsünden mes’uldür... “ (Buhârî, Ahkâm, 1; Müslim, İmâret, 20)

Velhâsıl Cenâb-ı Hak -inşâallah- erkek isek, mü’min isek, güzel bir, dış hayatta çoban olmayı; eğer hanım isek, âile “اَلأُمُّ مَدْرَسَةٌ” (Anne, bir mekteptir.) Güzel bir, annenin bir medrese olması, bir nesil yetiştirmesi… Cenâb-ı Hak nasîb eylesin. Cenâb-ı Hak:

رَبَّنَا هَبْ لَنَا مِنْ اَزْوَاجِنَا وَذُرِّيَّاتِنَا قُرَّةَ اَعْيُنٍ وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّقِينَ اِمَامًا

((Ve o kullar): «Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl…” [el-Furkân, 74]) buyuruyor.

Yani burada “zevceler” buyuruyor. Demek ki en mühim, kız evlâtlarımızı yetiştirmek. Bu kız evlâtlarımızı, bereketli bir nesil meydana gelmesi… “قُرَّةَ اَعْيُنٍ”; “göz nûru” olması.

“وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّقِينَ اِمَامًا” Takvâda önder olması.

Ondan sonra gelen âyet:

“Allâh’ın hudutlarını koruyanlar.” (et-Tevbe, 112)

Yani emr-i ilâhînin içinde yaşayanlar. İbadet, muâmelât, muâşeret, ahlâk, ukubat vs…

Cenâb-ı Hak -inşâallah- cümlemize nasîb eylesin. Sohbetimizin muhtevasından hisseler nasîb eylesin.

Cenâb-ı Hak Ramazân-ı Şerîf’in; seherlerini uyanık bir gönülle îfâ ederek teheccüd, tefekkür, zikir ve Kur’ân tilâvetiyle,

Gündüzlerini, gönlü Hakk’a vererek yapılan ibadet, infak ve amel-i sâlihlerle,

İcâbet saati olan iftar vakitlerini, istiğfar, duâ ve bir mü’mine iftar ettirebilme huzuru ile,

Gecelerini de tâdil-i erkân üzere îfâ edilen terâvih namazları, teheccüd namazlarını, Cenâb-ı Hakk’ın lûtf u keremiyle îfâ etmeyi, Cenâb-ı Hak cümlemize ikram eylesin.

Duâmızın kabulü niyazıyla; Lillâhi Teâle’l-Fâtiha!