Osman Nûri Topbaş Hocaefendi 22 Mart 2021 Sohbeti
Osman Nûri Topbaş Hocaefendi'nin Beraat Gecesi ve öneminden bahsettiği, Erkam Radyo ve Erkam TV de yayınlanan 27 Mart 2021 tarihli Beraat Kandili sohbeti...
Osman Nûri Topbaş Hocaefendi 22 Mart 2021 Sohbeti
Selâmun aleyküm muhterem kardeşlerimiz, günümüz mübârek olsun!
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in azîz, latîf, pâk rûh-i tayyibelerine;
Ehl-i Beyt’in, Ashâb-ı Kirâm’ın, Sâdât-ı Kirâm Hazarâtı’nın, şehidlerimizin ve bütün cümle geçmişlerimizin rûh-i şerîflerine;
Hicrî 1442 BERAAT KANDİLİ’mizin bütün ümmet-i Muhammed için hayır ve bereket olması,
Cenâb-ı Hakk’ın, musibet, belâlardan muhafazası,
Hayırların celbi, şerlerin def’i, ümmet-i Muhammed’in sıhhat ve selâmeti, bu niyâz ile;
Bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs!..
Muhterem Kardeşlerimiz!
Rabbimiz, âyet-i kerîmede ümmet-i Muhammed’in fârik vasfını şöyle beyan ediyor:
كُنْتُمْ خَيْرَ اُمَّةٍ اُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ
“Siz, insanların (iyiliği, hayrı) için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırsınız…” (Âl-i İmrân, 110)
Demek bu bir ümmet-i Muhammed’in, yani bizlerin, fârik vasfı olacak. Yani hayırlı bir ümmet olmak ve bunu emr-i bi’l-mârûf, nehy-i ani’l-münker, hâlimizle, kālimizle, yaşayışımızla temsil edebilmek.
Cenâb-ı Hak bizleri, üç büyük nîmet ile kulluğa dâvet ediyor:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
İnsanlıkta âbide. Hidâyet rehberi. Kıyamete kadar gelen bütün insanlığa bir “Üsve-i Hasene” örnek karakter, örnek şahsiyet.
Ve Cenâb-ı Hak:
وَمَاۤ اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ
(“(Rasûlüm!) Biz Seni ancak «Âlemlere Rahmet» olarak gönderdik.” [el-Enbiyâ, 107]) Rahmet olarak gönderiyor, bildiğimiz ve bilemediğimiz âlemlere.
Bir mü’minin de vazifesi, Efendimiz’i örnek alarak bir “rahmet insanı” olabilmek, yüreğinden bir rahmet taşırabilmek…
Bu ise ancak ne ile mümkündür?
-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i kalpte tanıyabilmek, hâlimizi ve davranışlarımızı O’nun hâliyle bir mîzân edebilmek.
–O’nun gönül dokusundan hisse alabilmek,
–O’nun ibadet, muâmelât ve ahlâkından nasîb alabilmekle ancak mümkündür, rahmet insanı olabilmek.
Cenâb-ı Hakk’ın ikinci büyük nîmeti; Kur’ân-ı Kerîm:
–İnsanlığa son çağrı.
–Hâlık’ın kullarına gönderdiği ilâhî mektup.
–Bütün insanlığa bir ders kitabı.
–Ebedî saâdet reçetesi…
اَلرَّحْمٰنُ ﴿1﴾ عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ ﴿2﴾ خَلَقَ الْاِنْسَانَ ﴿3﴾ عَلَّمَهُ الْبَيَانَ ﴿4﴾
(“Rahman, Kur’ân’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyânı öğretti.” [er-Rahmân, 1-4])
Cenâb-ı Hakk’ın büyük bir lûtfu.
Şuarâ’da buyruluyor:
“(Ey Rasûlüm!) Onu Rûhu’l-Emîn (yani Cebrâil vâsıtasıyla…) apaçık Arap diliyle, Sen’in kalbine indirdik (Kur’ân-ı Kerîm’i indiriyor).” (Bkz. eş-Şuarâ, 193-195)
Rasûlullah Efendimiz’in kalbinden, yaşayışından, hâlinden, Kur’ân-ı Kerîm bütün beşeriyete sergileniyor.
Bu sebeple -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hayatı, Kur’ân’ın tatbîki ve canlı bir tefsiri mâhiyetinde.
Üçüncü nîmet; Kâinat:
İnsan daha dünyaya gelmeden bu kâinat, insana, insanoğluna ve cinlere bir mektep olarak hazırlandı, mekteb-i âlem. Muhteşem ve hârika bir dershâne. İlâhî bir, muhteşem bir laboratuvar. Zerreden küreye ilâhî sır ve hikmetler vitrini.
Kâinat, sessiz bir Kur’ân, Kur’ân da sesli bir kâinat. Kâinat, kevnî âyetlerdir. Yani Cenâb-ı Hakk’ın azamet-i ilâhiyyesinin, kudret akışlarının temsil edildiği bir mekândır. Kur’ân-ı Kerîm ise kavlî âyetlerdir. Kur’ân ve kâinat, iki muhteşem kitaptır. Bu iki kitabın âyetleri birbirinin tefsiri mâhiyetindedir.
Bir mü’min, Kur’ân’ın kavlî âyetlerini, kâinat kitabının kevnî âyetlerini, ancak kalbinin seviyesine göre idrâk eder ve hazmeder. Yani îman ve takvâsı nisbetinde âyetleri tefekkürde derinleştirir.
Cenâb-ı Hak bizi bir tefekküre davet ediyor.
Sâdî-i Şîrâzî vardır, o buyuruyor ki:
“İdrâk sahipleri için (yani kâmil insanlar için) ağaçlardaki bir yaprak, Cenâb-ı Hakk’ı kalpte tanıyabilmek için mufassal bir kitaptır. Gâfillere ise bütün ağaçlar tek bir yaprak bile değildir.”
Diğer mahlûkâtın gördüğü gibi görür.
Yine bir Hak dostu buyurur:
“Bu cihan akıl sahipleri için bir seyr-i bedâyî (yani ilâhî bir azamet tecellîsi); ahmaklar içinse yemek ile şehvet.”
Diğer mahlûkâtın seviyesine düşmek oluyor.
Velhâsıl Cenâb-ı Hak;
Peygamber Efendimiz’le, Kur’ân-ı Kerîm ile, kâinat kitabı ile bizleri ebedî kurtuluşa davet ediyor.
Bu büyük ihsan ve ikramlarına mukâbil, bizden de takvâ üzere bir kulluk arzu ediyor.
Âyet-i kerîmede buyruluyor:
يَا اَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ حَقَّ تُقَاتِهِ وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ
“Ey îmân edenler! Allah’tan, O’nun (azametine) yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102)
Bu da bir sefer. “Sakın ha, başka türlü can vermeyin!” buyuruyor Cenâb-ı Hak.
“…Ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) buyuruyor.
Cenâb-ı Hak yine âyet-i kerîmelerde:
“…Allâhʼın nîmetini saymaya kalkarsanız, onu sayamazsınız…” (en-Nahl, 18) buyuruyor.
Tabi bu, Allâh’ın nîmetlerini okuyabilmek -maddî ve mânevî- kalbin sanatına göredir. Kalbin durumuna göre ancak okunabilir.
Yine Cenâb-ı Hak, Câsiye Sûresi’nin 13. âyetinde:
“Göklerde ve yerde ne varsa sizin için âmâde kıldık (emrinize verdik)…” buyuruyor.
Güneş âmâde, Ay âmâde, atmosfer âmâde, toprak âmâde… Her şey insana Cenâb-ı Hakk’ın bir lûtfu.
Yine Cenâb-ı Hak İnsan Sûresi’nde:
“…İster şükredici ol (Cenâb-ı Hakk’ın bu kadar nîmetleri karşısında idrâk sahibi ol, kalp sahibi ol, tefekkür et. Eğer onu yapamıyorsan) nankör ol.” (el-İnsân, 3) buyuruyor Cenâb-ı Hak.
Yine Kıyâme Sûresi’nde:
“İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı zannediyor.” (el-Kıyâme, 36) Bu dünyada başıboş. Esas son nefesten sonra, esas insanın mâcerası başlayacak.
Yine Cenâb-ı Hak:
“Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları, oyun-eğlence olarak yaratmadık.” (ed-Duhân, 38) buyuruyor.
Yani bu dünya, ilâhî bir imtihan dershânesi…
Cenâb-ı Hak bazı günlerde, bazı gecelerde, bazı aylarda müstesnâ lûtuflar ihsân ediyor mü’minlere. İçinde bulunduğumuz Şâbân-ı Şerîf, bu müstesnâ aylardan biridir. Ve Şâbân-ı Şerîf’in 14’ünü 15. gününe bağlayan Berâat Gecesi müstesnâ bir gecedir.
Bu Beraat gecesi her sene sâlih mü’minler tarafından büyük bir coşkuyla, vecd içinde ihyâ edilir.
Bu geceye fazîletine binâen;
–Leyle-i Mübâreke yani Cenâb-ı Hakk’ın af, mağfiret ve rahmetinin bol bol tecellî ettiği bir bereket gecesi.
Diğer ismi:
–Leyle-i Berâe yani kurtuluş berâtını, kurtuluş belgesini alma gecesi.
Diğer bir ismi:
–Leyle-i Sakk vesîka gecesi.
Diğeri:
–Leyle-i Rahmet denilmiştir. Bu da bir rahmet gecesi.
Yani Cenâb-ı Hak, mü’minin temizlenmesi, felâha ermesi için feyizli bir gece lûtfetti. Bu gece rahmet gecesi ve af gecesi…
Yani Allâh’ın affı ve bağışlamasıyla günah yükünden kurtulacağı umularak beklenen bir berat olarak isimlendirilmiştir.
Tebrie, Teberrâ ve Beraat kelimeleri aynı kökten gelmektedir.
İlâhî huzurda beraate nâil olabilmek için:
Teberrî: Yani Cenâb-ı Hak’tan uzaklaştıran her şeyden uzaklaşmak. Yani “لَا اِلٰهَ” bir nefy ile başlıyor. Allah’tan ne uzaklaştırırsa, kul ondan, kalp ondan uzaklaşacak. Neler bunlar? Şirk, (riyâ da ufak bir şirk), küfür, nifak, gurur, kibir, enâniyet, dedikodu, yalan, israf, pintilik, iffetsizlik ve emsallerinden kalbin selâmete ermesi… Teberrî…
Tebrie: Cenâb-ı Hak ile beraberlik neticesinde temizlenmek. Yani “اِلَّا اللّٰه”. “لَا اِلٰهَ”den sıyrılmak. “اِلَّا اللّٰه” Cenâb-ı Hak ile beraber, dost olmakla temizlenmek. Yani cemâlî sıfatların kalpte tecellî etmesi... Îman, ihlâs, takvâ, merhamet, şefkat, hizmet, nezâket, tevâzu, sabır, edep, hayâ ve emsalleri ile kalbin müzeyyen hâle gelebilmesi...
Mükerrem olacak insan, muhteşem olan Cennet’e lâyık hâle gelecek. Cenâb-ı Hak ile dost olmaya lâyık hâle gelecek.
Yani kalbin, nefsânî hayattan, menfî duygulardan uzaklaşmak ve rûhâniyetin inkişâf etmesi neticesinde Cemâlî sıfatların tecellîgâhı hâline gelmesi kalbin…
Mevlânâ’nın burada güzel bir nüktesi var:
“Kâbe’ye gidenler diyor, orada Kâbe’nin Rabbiyle buluşmaya baksınlar diyor. O zaman diyor, Kâbe’yi her yerde bulurlar.” diyor.
Fücurdan temizlenecek.
فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰيهَا ﴿8﴾ قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا ﴿9﴾
(“Sonra da ona günahını ve takvâsını ilhâm edene (yemin olsun ki) onu (o nefsini, günahlardan) temizleyen muhakkak kurtulmuştur!” [eş-Şems, 8-9])
O şekilde bir kul fücurdan temizlenmek sûretiyle takvâda mesafe alacak. Yani kalp, tecellîgâhı ilâhî olacak. Yani nasıl bir bardak suya bir damla necâset düşse, içilmez, bütün kalp de aynı onun gibi. Cenâb-ı Hak:
اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ
(“…Ancak Allâhʼa kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” [eş-Şuarâ, 89])
Rafine olmuş, tertemiz, berraklaşmış bir kalple Cenâb-ı Hak Cennet’e davet ediyor.
Velhâsıl bu Beraat Kandili için buyrulan, rivayetlere göre tefsirlerde:
–Bir sene içinde doğacak ve ölecekler yazılır,
–Rızıklar indirilir.
–Bir hadîste bildirildiğine göre, bu gece, amellerin ilâhî huzûra yükseltildiği bir gecedir. (Bkz. Nesâî, Sıyâm, 70/2355; Ahmed, V, 201)
Senelik muhasebesi Şaban Ayı’nda ilâhî huzura takdim edilir.
Tabi orada farkında olmadığımız, birçok şeyi unuttuk, orada zelleler önümüzde akacak.
Yani her şey, Kirâmen Kâtibîn tarafından ilâhî dosyalara tevzî edildi. Artık bu dosyaları değiştirebilmek mümkün değil. Tashih yapmak da mümkün değil. İşte bu mübârek gecelerden, mübârek günlerden istifâde etmek, Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etmek. Zira:
اِقْرَاْ كِتَابَكَ كَفٰى بِنَفْسِكَ الْيَوْمَ عَلَيْكَ حَسِيبًا
Buyrulacak.
“Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter.” (el-İsrâ, 14) denilecek.
Yine âyette, Kıyâme’de:
“O gün insana, ileri götürdüğü, geri bıraktığı ne varsa bildirilir. Artık insan, kendi kendinin şahididir.” (el-Kıyâme, 13-14)
Yabancı şahit yok. Gözler şâhit, kulaklar şâhit, deriler şâhit, mekânlar şahit olacak. Bu dünyada yalnız dilimiz konuşuyor, lâkin ilâhî huzurda diğer uzuvlarımız da dile gelerek şâhitlik edecek.
Âyet-i kerîmede buyruluyor, Fussilet Sûresi 20. âyet:
“Nihayet oraya geldikleri zaman kulakları, gözleri, derileri, işledikleri şeye karşı onların aleyhine şahitlik edecektir.”
“O gün onların ağızlarını mühürleriz; yaptıklarını elleri anlatır, ayakları şahitlik eder.” (Bkz. Yâsîn, 65)
Kur’ân’ın nüzûlü ile ilgili iki mübârek gece vardır. Biri Beraat Gecesi:
Yani bu, ilm-i ilâhîden topluca zâhiren meleklere yazdırıldığı gecedir. Yani icmâlî olarak dünya semâsına indirildiği gece Kur’ân-ı Kerîm’in.
İkincisi; Kadir Gecesi:
Bu da fiilen indirilmeye başlandığı gecedir.
اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَۚ
(“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” [el-Alak, 1]) ile başlıyor.
Peygamber Efendimiz’in 23 senelik nebevî hayatında âyet âyet, sûre sûre Hakk’a teşne gönüllere tebliğ edilmektedir.
Yani Kur’ân’ın dünya semâsına icmâlen nüzûlü “Berâat Gecesi”nde.
“Hâ. Mîm. Apaçık olan Kur’ân’a andolsun ki, Biz onu (Kur’ân’ı) mübârek bir gecede indirdik. Kuşkusuz Biz uyarıcıyız (buyruluyor. Yine) katımızdan bir emirle her hikmetli işe o gecede hükmedilir. Çünkü Biz, Rabbinin bir rahmeti olarak peygamberler göndermekteyiz. O işitendir, bilendir.” (ed-Duhân, 1-6) buyruluyor.
Tafsîlen nüzûlü de:
اِنَّا اَنْزَلْنَاهُ فِى لَيْلَةِ الْقَدْرِ
“Onu Kadir gecesinde indirdik.” (el-Kadr, 1) buyuruyor.
Velhâsıl;
اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَۚ
(“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” [el-Alak, 1]) ile başlıyor.
اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ
(“…Bugün size dîninizi tamamladım…” [el-Mâide, 3]) âyetiyle -alâ rivâyetin- tamamlanıyor. 23 senede İslâm tamamlanıyor. Yani bütün, İslâm bütün muhtevasıyla.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz üsve-i hasene. O her inen âyeti tatbik ediyor, bir vecd, istiğrak içinde, haz içinde. Ashâb-ı kirâm da muhabbetle tatbik ediyor.
Ömer -radıyallâhu anh- buyuruyor:
“Biz her inen âyette toplanırdık; «Allâh’ın bu husustaki hikmeti nedir, nasıl istikâmetlenelim, nasıl Allah rızâsını yaşayalım?» diye aramızda istişâre ederdik.”
Akşamleyin hanımlar da:
“Bugün hangi âyet indi?” derlerdi. “Allah Rasûlü’nün mübârek ağzından, fem-i muhsininden ne gibi kelimeler çıktı, siz bana onları anlatın.” derlerdi efendilerine.
Yine sabahleyin yolcu ederlerken:
“Aman, sakın bize yanlış lokma getirme! Biz dünyada her şeye katlanırız ama Cehennem azâbına katlanamayız.” derlerdi.
İşte sâlih efendiler, sâliha hanımefendiler…
Velhâsıl Kur’ân-ı Kerîm ölçüleri içinde yaşayabilmek, İslâm kültürünü hazmedebilmek. Cenâb-ı Hakk’a, sâlih ve sâdık bir kul olabilmek. Rasûlullah Efendimiz de inen her âyeti bizzat yaşayıp yaşatmak sûretiyle ashâba tebliğ etti ve ashâb-ı kirâmı yetiştirdi.
Şâbân-ı Şerîf, Ramazân-ı Şerîfʼe bir hazırlık ayıdır.
Ayların sultanı olan Ramazân-ı Şerîf ise, ilâhî rahmet, mağfiretin âdeta tuğyân ettiği mübarek bir aydır, lûtuf ayı.
Efendimiz buyuruyor:
“…(Üç ayların başlangıcı) Receb ayı ile, sonu Ramazân-ı Şerîf ayları arasında kalan Şâbân-ı Şerîf ihmal edilen bir aydır.” buyuruyor. Efendimiz hattâ bu ayı mümkün olduğu kadar oruçlu geçiriyor. Efendimiz buyuruyor yine:
“…İnsanların kendisinden gâfil olduğu bir aydır.” (Bkz. Nesâî, Sıyâm, 70/2355)
Demek ki bu Şâbân ayında da öyle bir vecd ve istiğrak içinde ibadet, tâat, muâmelât, hizmet içinde olacağız ki, bu Ramazan’ın -inşâallah- feyziyle, rûhâniyetiyle devam edeceğiz.
Efendimiz buyuruyor hadîs-i şerîflerde:
“Şâban’ın yarısı gecesinde namaz kılınız. (Namazı huşû ile kılmalı ki, mîrâc olabilsin.) Gündüzde de oruç tutunuz. (Orucu da göze, kulağa, bilhassa dile tutturabilmekle orucun faziletini korumak îcâb eder. Zira oruçtan maksat: “لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ Umulur ki takvâ sahibi olursunuz.” [el-Bakara, 183] Bütün uzuvlara oruç, bilhassa kalbe oruç. Yine buyruluyor hadîs-i şerîfte:)
Allah Teâlâ, Güneş’in batmasıyla beraber Dünya semâsına rahmet nurlarıyla tecellî buyurur;
«–Yok mu Ben’den af dileyen, onun günahlarını bağışlayayım?
Yok mu Ben’den rızık isteyen, onu merzuk kılayım?
Yok mu bir musibete uğramış kişi, duâ etsin de ona âfiyet vereyim?
Şöyle olan yok mu, böyle olan yok mu?..» diyerek kullarına tan yeri ağarıncaya kadar (Cenâb-ı Hak) hitapta bulunur.” (İbn-i Mâce, İkāmetü’s-Salât, 191)
Bu da Cenâb-ı Hakk’ın kullarına olan muhabbeti.
Efendim; bu gece, duâ gecesi, tevbe gecesi, gözyaşı gecesi.
Berâat Gecesi’nde, ilâhî af berâtına nâil olabilmek için bilhassa duâ, tevbe, istiğfâra samimiyetle sarılmak îcâb ediyor.
Duâ, istiğfar, evvelâ nasuh bir tevbe olacak. Birtakım mâlâyânî hâllerimizden, gayr-i İslâmî hâllerimizden bir nasuh tevbesi olacak.
Nasuh tevbesi bir mânâda şöyle:
Bizi bir okyanus ortasında bir kayıkta bıraksalar ne yaparız? “Aman yâ Rabbi!” deriz devamlı. Bir imdat bekleriz Cenâb-ı Hak’tan. Bu işte nasuh tevbesi. “Tevbeten nasûhâ” buyruluyor.
Beşeriyet îcâbı, farkında olduğumuz, farkında olmadığımız nice hata, kusurlarımız vardır. Hiçbir günahı olmayanın dahî istiğfâr etmesi gerekir. Nitekim peygamberler dahî daima istiğfar hâlinde. Rasûlullah Efendimiz;
“Bazen kalbimin perdelendiği olur. Ama ben Allâh’a günde yüz defa istiğfâr ederim.” (Müslim, Zikir, 41; Ebû Dâvûd, Vitir, 26)
Diğer bir hadiste yetmiş kere istiğfar ederim buyuruyor. (Bkz. Buhârî, Deavât, 3; Tirmizî, Tefsîr, 47; İbn-i Mâce, Edeb, 57)
Yine buyruluyor:
“Bir kimse istiğfârı dilinden düşürmezse, (tabi dilinden düşürmüyor ama bu kalben de istiğfar edecek) Allah Teâlâ ona her darlıktan çıkış, her üzüntüden bir kurtuluş yolu ihsan eder…” (Ebû Dâvûd, Vitir, 26/1518; İbn-i Mâce, Edeb, 57)
Buyruluyor, âyet-i kerîmenin tefsirinde, âyet-i kerîme şöyle, Enfâl 33. âyet:
“Sen aralarında olduğun müddetçe Allah onlara (umûmî bir) azap indirmeyecektir…” (el-Enfâl, 33)
O Mekke devrinde, bu, zulmün şâhikaya çıktığı bir zamanda bile, aralarında Rasûlullah Efendimiz olduğu için, bir, toptan bir azap inmedi. Fakat hicret oldu, açlık başladı, kıtlık başladı. Semâya baksa, semâyı bembeyaz görüyorlardı.
İkinci olarak:
“…Onlar istiğfarda bulundukları müddetçe, Allah onlara azâb etmeyecektir.” (el-Enfâl, 33)
Tirmizî’de buyruluyor:
“Ben aralarından ayrıldığımda, (Allâh’ın azâbını önleyecek ikinci emân istiğfardır) ümmetimin yanında istiğfârı bırakıyorum.” buyuruyor. (Bkz. Tirmizî, Tefsîr, 8/3082)
İşte bugün virüs vs. Bugün de en mühim istiğfar, seherlerde istiğfar edebilmek. Ve Cenâb-ı Hak’tan bir mânevî olarak şifâ beklemek.
Yine Rasûlullah Efendimiz:
“Yâ Rabbi (diyor). Gözümü açıp kapayıncaya kadar, beni nefsime bırakma!..” diyor. (Câmiu’s-Sağîr, I, 58)
Kendi hâlimizi bir düşünmemiz lâzım.
Yani bir anlık bir gafletten bile Rasûlullah Efendimiz Cenâb-ı Hakk’a sığınıyor.
Hasan Basrî Hazretleri’ne dört kişi geldi. Biri kuraklıktan, biri fakirlikten, öteki tarlasının verimsizliğinden, dördüncüsü de çocuğu olmamasından bahsetti. Hasan Basrî Hazretleri dördüne de: “İstiğfar…”
Yanındaki zât dedi ki:
“–Üstad dedi, dördünün de ayrıydı arzuları, sen hepsine «istiğfar» dedin.
O zaman Nuh Sûresi’nin 12. âyetini okudu. Cenâb-ı Hak burada o dört kişiyi işin muhtevasına alıyor, hepsine Cenâb-ı Hak “istiğfar” buyuruyor:
“Rabbinizden mağfiret dileyin; çünkü O çok bağışlayıcıdır. (Mağfiret dileyin ki) üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin, mallarınız ve çocuklarınızı çoğaltsın, size bahçeler ihsan etsin, sizin için ırmaklar akıtsın!” (Nûh, 10-12) (İbn-i Hacer, Fethu’l-Bârî, XI, 98; Aynî, Umdetü’l-Kārî, Beyrut ts. XXII, 277-278)
Dolayısıyla içinde bulunduğumuz şu günleri, hayırların fethi, şerlerin def’i, ümmet-i Muhammed’in sıhhat ve selâmeti için bilhassa “istiğfâr” ile ihyâ edelim -inşâallah-.
Hem bu günlerde hem Ramazân-ı Şerîf’te Cenâb-ı Hakk’a öyle bir ibadet, tâat, sâlih amellerde bulunalım ki, onlar, dünyada ve ukbâda karşılaşacağımız zorluklara vesîle-i necât, yani bir kurtuluş vesîlesi olsun.
Cenâb-ı Hak Kehf Sûresi’nde Ashâb-ı Rakîm’den bahsediyor. Bu Ashâb-ı Rakîm, amelleriyle Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etti. Bir yerden bir yere giderken, bir gece mağaraya sığındılar. Yağmur da vardı. Gece mağarada yukarıdan bir taş düştü, mağarayı kapattı. Üçünün gücü taşı oynatmaya kâfî gelmedi. Üçü de dediler ki:
“–Biz, amellerimizle Cenâb-ı Hakk’a bir ilticâ edelim.”
Üçü de ayrı ayrı Allah rızâsı için yaptığı amelleri bildirdiler. Birincide biraz daha açıldı, ikincide daha açıldı, üçüncüde açıldı ve o şekilde çıkıldı.
Bizim de yarın zor günlerimiz olabilir. Kabirde muhakkak zor günler olabilir. Onun için -inşâallah- amel-i sâlihlere ehemmiyet vermemiz îcâb ediyor.
Cenâb-ı Hak yine buyuruyor Kehf Sûresi’nde:
“(Rasûlüm)! Yoksa Sen, Biz’im âyetlerimizden Ashâb-ı Kehf ve Ashâb-ı Rakîm’in durumlarını şaşırtıcı mı buldun?” (el-Kehf, 9)
Onlar düştükleri zor durumdan sâlih amellerini vesîle edinerek kurtuluşa çıktılar.
Bilhassa seherler, hâssaten, gözyaşı ve tefekkür ile Cenâb-ı Hakk’a yaklaşma zamanlarıdır.
Mevlânâ Hazretleri buyuruyor:
“Geceleri uyan (diyor. Geceleri uyan) ve Hakk’a yürü! Çünkü gece, senin için sırlar yurduna rehberlik eder. Herkes uyurken ilâhî aşk sırları, mânevî zevkleri gönlüne bereketli bir yağmur gibi yağar. Çünkü geceleyin gönül pencereleri açılır, ötelerden (mâverâdan) nasipler gelir. Lâkin bu hâller, yabancıların gözlerinden gizlenir.”
Onlar idrâk edemezler.
Yine buyruluyor:
“Üç türlü insanın, ru’yetullâh, Cenâb-ı Hakk’ı göreceği müjdelenmiştir:
Birincisi; Samimî ve saf kalpler (yani Cenâb-ı Hak ile dostluğu elde edenler)
İkincisi; Gecenin karanlığında güneşi bulanlar (yani seherlerin feyzinden istifade ederek gecelerini gündüzlerden daha aydınlık hâle getirenler)
Üçüncüsü; Ölümü hayatta iken bütün hareketleriyle birleştirmiş olanlar (yani ölümü ve âhireti unutmayanlar. Dâimâ esas hayatın âhiret hayatı olduğunun idrâki içinde yaşayanlar.)”
Günümüzde bir hastalık dolayısıyla mâtem ülkesine dönen dünyada esas hatırlanması gereken, ölüm hakikatidir.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Bütün zevkleri kökünden yok eden ölümü çok çok hatırlayın.” buyuruyor. (Tirmizî, Zühd, 4)
Efendimiz buyuruyor:
اَللّٰهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنْ عَذَابِ الْقَبْرِ وَمِنْ عَذَابِ النَّارِ
“Allâh’ım! Kabir azâbından, Cehennem azâbından Sana sığınırım.” (Bkz. Buhârî, Cenâiz, 88; Müslim, Mesâcid, 128-134)
Demek ki hastalıklar ve ölümler ile dolan şu zor günler; bizlere kabir hayatını ve sonsuzluk yurdu âhireti daha çok tefekkür ettirmelidir.
Hikmet ehli şöyle buyurur:
“Duâ ve gözyaşı, Cenâb-ı Hakk’ın ümit dergâhıdır. Bu dergâhın eşiğinde ağlayabilenler, gerçek bahtiyarlardır.”
Gözyaşının ehemmiyeti hakkında nakledilen şu hâdise ne kadar câlib-i dikkattir:
Cüneyd-i Bağdadî Hazretleri, bir gün yolda giderken gökten meleklerin indiğini -bir zuhurat oldu- yerden bir şeyler kapıştıklarını görür. Onlardan birine:
“–Kapıştığınız şey nedir?” diye sorar.
Melekler şöyle der:
“–Bir Allah dostu buradan geçerken iştiyakla bir «Âh!..» çekti ve gözünden birkaç da damla döküldü. Bu vesîle ile Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve mağfiretine nâil olalım diye o damlaları kapışıyoruz.”
İlâhî rahmeti celbeden gözyaşı…
Yine bu, Tebük Seferi vardı. Tebük Seferi’nde yedi tane müslüman, Efendimiz’den ayrılmak istemedi. Fakat ne binekleri vardı ne yiyecekleri vardı, Rasûlullah Efendimiz’e geldiler, Rasûlullah Efendimiz de elde imkân olmadığı için bir şey yapamadı. Âyet-i kerîmede:
“…(Onlar): «Sizi bindirecek bir vâsıta bulamıyorum.» deyince, harcayacak bir şey bulamadıklarından dolayı üzüntüden gözleri yaş döke döke (oradan ayrıldılar…)” (et-Tevbe, 92) İşte bu gözyaşı öyle bir gözyaşı, meleklerin kapıştığı gözyaşı…
Tabi bu Ramazân-ı Şerîf’te bilhassa duracağımız, hattâ şimdiden, kul hakkı. Mutlaka helâlleşmek lâzım. -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- îkaz buyurur:
“Ey insanlar! Kimin üzerinde bir kul hakkı varsa onu hemen ödesin. Dünyada rezil-rüsvâ oluyorum diye düşünmesin. İyi bilin ki dünyada rüsvâlık, âhirettekinden pek hafif kalır.” (İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 319; İbn-i Sa’d, II, 255)
Neler kul hakkıdır?
En başta gıybet-dedikodu. Bir yemek kokusuyla bir komşuna ziyan etmek kul hakkıdır. Yahut da üst balkondan halı serperek rahatsız etmek bir kul hakkıdır. Trafikte giderken sollayarak bütün vâsıtaların önüne geçmek bir kul hakkıdır...
Onun için kul hakkına dikkat etmek lâzımdır. Çünkü kul hakkının affı, kıyâmete kalıyor.
Ramazan’da da af var. Tabi bu borçlar, borçlar ödenecek, kul hakkı yine kıyamete kalıyor. Onun için Efendimiz “helâlleşin” buyuruyor.
Hasan Basrî Hazretleri şöyle buyuruyor:
“Duâlarınızın kabul olunmayacağından endişe etmiyorum, duâ edemez hâle gelmenizden korkuyorum.”
Dil söyler; kalp, alâkası yoktur, kalp başka yerlerdedir. Demek ki kalple dil bir âhenk içinde olacak.
Yani vecd hâlinde olan duâlar, gönlün ilâhî rahmetle kucaklaşmasıdır. Duâda istenen, ilâhî rahmet ve merhamettir. Bu itibarla duâda yüreklerden ilâhî dergâha yükselecek ilk ifade; âsîlik, günahkârlık, zayıflık, acziyetinin îtirâfı olmalıdır. Yani kul, evvelâ bir “abd-i âciz” olduğunu, âciz bir kul olduğunu îtirâf etmelidir.
Bu abd-i âcizliğini idrâk edebilmek için;
–Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’ne Bursa sokaklarından sırmalı cübbesiyle ciğer sattırıldı. Benlikten vazgeçmek, enâniyetten vazgeçmek, “ben”den vazgeçmek.
–Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, dergâhın tuvaletleri temizlettirildi.
–Bahâeddin Nakşibendî Hazretleri’ne hasta hayvanlar, cerahatli hayvanlar, hasta insanlar ve yollar temizlettirildi.
–İmâm Gazâlî Hazretleri, Nizâmiye Medresesi’nde sayısız talebesi vardı. Kendi kendisini muhasebe etti:
“Ben acaba, Hak rızâsında mıyım, yoksa şöhret sevdâsında mıyım bu kadar talebemle?” diye.
Hepsini dağıttı, servetini dağıttı, Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etti. “Rûhâniyet-i Rasûlullah ile karşılaştım ve kurtuldum.” buyuruyor.
Tekke ve dergâhlarda, üzerinde “Hîç” yazan bir levha vardır. Bu, insana, enâniyetten vazgeçip ilâhî kudret, ilâhî azamet karşısında acziyetini idrâk etmeyi telkîn eder. “Ben”i yasaklar. Kul mâzîsine bakacak, hiçliğini hatırlayacak, aczini hatırlayacak, Allâh’ın verdiği nîmetleri tefekkür edecek.
Yine Mevlânâ buyuruyor:
“Nedâmet ateşiyle dolu bir gönülle, nemli gözlerle duâ ve tevbe et! Zira çiçekler, güneşli ve ıslak yerlerde açar!”
Yine buyruluyor, Efendimiz’den hadîs-i şerîf:
“Şüphesiz Allah Teâlâ Şâban ayının on beşinci gecesi (kullarına rahmetle) nazar eder ve herkesi mağfiret buyurur.
Yalnız O’na şirk koşana, kin ve düşmanlık besleyene mağfiret olmaz.” (İbn-i Mâce, İkāme, 191; Ahmed, II, 176 [Hasen])
Burada, hadîs-i şerîfte zikredilen “kin ve düşmanlık beslemek”ten maksadın; nefsi için insanlara buğz etmek, müslümanlara kin ve husûmet duymak, bid’atlere saparak İslâm cemaatinden ayrı düşmek olduğu, hadislerde ifade edilmektedir.
Efendimiz’in bu Berat gecesi çok ibadet ettiği, gözyaşı döktüğü, hattâ kabristana gittiği, orada kabristanda, vefat edenlere dua ettiği bir gecedir.
Yani bizler için Kur’ân-ı Kerîm, zikir, tesbih, salevât-ı şerîfe, mânevî sohbetlerle ihyâ etmeye gayret etmek, gündüzünü de mümkünse oruçlu olarak geçirmek, derde düşen mü’minlerin derdiyle dertlenebilmek. Bilhassa günümüzde, zâlimlerin zulmü altında, küresel güçlerin zulmü altında olan müslümanların hissiyâtına ortak olabilmek, onlara duâ edebilmek, elden geliyorsa yardım edebilmek. Biz orada olabilirdik, onlar burada olabilirdi. Onların gönül yangınlarını yüreğimizde hissedebilmek.
Velhâsıl küresel güçlerin altında ezilen kardeşlerimiz, her türlü zulme mâruz kalmıştır. Ve orada bir merhamet kazınmıştır. Merhametten mahrum bir hüsran beldeleri olmuştur, mâtem ülkeleri olmuştur.
Dünya tekrar bir câhiliye devrine döndü, aynı… Câhiliye devrinde ne varsa bugün de aynı; gardırop farkı var.
Onun için, bu zor zamanlarda yapılan hizmetler, duâlar, ibadetler, yardımlar, gönül almalar, bir müslümanın derdiyle dertlenmeler çok mühim. Yani mazlumlar, çaresizler, yetimler, garipler, kimsesizlere karşı Muhâcir ve Ensâr’ın din kardeşliğini yaşayabilmek. Zira kardeş kardeşe, mü’min mü’mine zimmetlidir. Mü’min, mü’mine borçludur. Bu borcun ne kadar olduğunu kıyamet gününde göreceğiz.
“Allah bana verdi, ona vermedi. Demek ki o bana zimmetli. Ona verdi, öbürüne vermedi; o ona zimmetli. O da onun duâsına muhtaç.”
Dolayısıyla din kardeşimizi sevindirmek, onların sevinciyle haz duyabilmek, sevinebilmek.
Ebu’l-Hasan Harakānî Hazretleri:
“Türkistan’dan Şam’a kadar olan sahada birinin parmağına batan diken, benim parmağıma batmıştır. Birinin ayağına çarpan taş, benim ayağıma çarpmıştır. Onun acısını ben de duyarım. Bir kalpte hüzün varsa, o kalp benim kalbimdir.”
Böyle evliyâullâh’ın muhtelif îkazları vardır.
Bir kimse Rasûlullah Efendimiz’e geldi:
“–Yâ Rasûlâllah! Bana faydalı bir söz söyle.” dedi.
Efendimiz de ona şunları söyledi:
“Namaza durduğun zaman, dünyaya vedâ eden bir kimse gibi ol!..”
(Yani huşû içinde bir namaz. Kalp ve beden âhengi içinde bir namaz.
قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ
“Mü’minler felâh buldu.” (el-Mü’minûn, 1)
Felâh bulan mü’minler, namazını huşû ile kılan mü’minler. (Bkz. el-Mü’minûn, 2)
İki:)
“…Özür dilemen gereken bir sözü konuşma!..”
(Bir şey kırılırsa istediğin kadar yapıştırırsın, o izler kalır.
Üçüncüsü:)
“…İnsanların elinde bulunan dünyalıklardan ümidini kesmeye karar ver.” (Bkz. İbn-i Mâce, Zühd, 15)
Yani onlara imrenme! Onlardan müstağnî ol.
Bu üç şeyi Efendimiz misal olarak verdi.
Bunun en güzel misali, Medîneli Ensâr vermek istedi, Muhâcir kardeşleri de istiğnâ gösterdi:
“–Kardeşim, sen bana çarşının yolunu göster dedi. Bana bir iş göster.” dedi.
Yine unutmayalım ki;
–İhyâ olunan kandil geceleri, mezar karanlıklarının Cennet âvizeleridir.
–Seherlerde ilâhî nurlarla sürmelenen, nemlenen gözlerin mükâfatı, Hakk’a vuslattır.
Berâat Gecesi’nden sonraki gün ve geceler de Ramazân-ı Şerîf’e hazırlık mâhiyetinde oldukları için îtinâ gösterelim. Zira o gelen geceler;
–Birer rahmet geceleri olup, nur kaynağı Ramazân-ı Şerîf’in mukaddes davetçileridir.
Ramazan neşvesiyle;
–Îmanlı adımlarımızı hızlandırmak zarûrî.
–Hayırlarımızı çoğalmak, ibadetlerimize daha ehemmiyet vermek,
–Dînî muhabbetlerimiz, Hakk’a sadâkatimizi artırmak,
–Bilhassa -demin bahsettiğim- yetimler, garipler, kimsesizlerin gönlünü almamız, onların gönüllerine girebilmemiz. Bilhassa bilhassa bilhassa irşâda muhtaç yani müsterşidi irşâd edebilmek. İrşâda muhtaç kişileri, en yakınımızdan başlayarak, onları irşâd edebilmek.
Yani unutmayalım ki, Rasûlullah Efendimiz bir yetim olarak dünyaya geldi. Dolayısıyla yetimlerin hem maddî hem mânevî, bilhassa dînî ve uhrevî istikballeri için çok gayret göstermemiz lâzım. Yani onları, bir yetimi ben sevindireyim, bir çikolata vermek kâfî değil. Onların esas mânevî hayatlarını düzenlemek.
Kur’ân kurslarımıza, İmam Hatip okullarımıza, diğer İslâmî müesseselerimize destek olmaya gayret etmemiz lâzımdır.
Kalplerimiz bir dergâh hâline gelmeli, kendimizi bütün insanlar ve mahlûkattan mes’ûl görmeliyiz.
Dergâhlar bu gâye ile kuruldu ve bir rehabilite merkeziydi toplumun.
Sakın, dünyanın gel-geç nîmetleri, fanî parıltıları bizleri ebedî saadetten alıkoymasın!
İlâhî nîmetler; yani ibadet, tâat ve güzel ahlâkla beslenen rûhumuzu, günahların zehirli dişlerine parçalatmayalım!
Âhiret gıdalarımızı, nefsâniyet lokmaları yapmaktan kaçınalım!
Îman bahçelerimizi, isyan ve günah rüzgârlarıyla soldurmayalım!..
Allâh’ın rahmet kapısını kulluk niyazlarımızla çalalım, zira muradlar ancak oradan verilir.
Bu gece yine Sâmi Efendi Hazretleri’nin Duâlar ve Zikirler isimli eserinde, Beraat gecesinde yapılacak olan bazı ehemmiyetli olan ibadetleri bildirir:
Akşam namazından sonra üç kere Yâsîn-i Şerîf okunması.
Birincisi; Allâh’ın saîd kullarından olmak niyetiyle, yani Cennetlik kullarından olmak. Tabi istikâmette bulunmak şart.
İkincisi; hayırlı ömür uzunluğu niyetiyle okumak.
Üçüncüsü; kaza ve belâlardan emîn olmak, hayırlı rızık için okuyabilmek.
Ondan sonra bir de Beraat duâsı vardır.
Fakat bu gece esas olan, yapılacak da namaz çok mühim, duâlar çok mühim. Namazlarda bilhassa kazâ namazı ön plânda olmalı. Kazâmız olmasa bile, birçok, gafleten kıldığımız namazlar vardır. Gençken tahârete vs. dikkat etmediğimiz namazlar vardır. Onun için kazâ namazlarına ehemmiyet vermemiz îcâb eder -inşâallah-.
Tabi bu gece bir şeyden geçirmemiz lâzım, sorgulamamız:
–Rabbimiz’in kelâmı olan Kur’ân-ı Kerîm’e ne kadar yakınız?
–Kur’ân-ı Kerîm’e hizmetimiz ne kadar.
–Evlâtlarımızı, torunlarımızı ne kadar teşvik ediyoruz? Ne kadar onları Kur’ân Kursu’nda dînî bir tahsilden geçiriyoruz?
–Ne kadar müslümanın derdiyle dertleniyoruz? Gariplerin, kimsesizlerin duâlarını alabiliyor muyuz?
–Bütün mahlûkâtı kuşatan bir şefkat ve merhamet, Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakacak tarzda mıyız?
Yine bu, rûhumuzun tekâmülü üzerinde kendimizi bir tâdâd ettiğimiz zaman, şunları düşünmemiz lâzım:
–Cismânî ve nefsânî duygularımız zayıfladı mı? Yani dünyanın nefsânî arzularına olan muhabbetimiz azaldı, ukbâya olan muhabbetimiz arttı mı?
–Rûhâniyetlerimiz kuvvetlendi mi?
–Nîmetlerin şükrünü idrâk edebilmenin hazzı içinde miyiz?
–Acziyetimizi, hiçliğimizi hissedebiliyor muyuz?
–Kalbimiz bir rikkat kazanabildi mi? Mahlûkâta merhametimiz arttı mı?
–Muhtaçların hâlini bir nebze idrâk edebildik mi? Bu küresel güçlerin zulmü altındaki kardeşlerimizin.
Fahreddin Râzî Hazretleri, müfessir, o, “saklı hazineler vardır” diyor. Yani manevî kazançlar vardır diyor. Onları şöyle sıralıyor:
–Hak Teâlâ rızâsının hangi ibadette olduğunu gizlemiştir ki bütün ibadetlere rağbet edilsin.
–Gazabının hangi isyanda olduğunu gizlemiştir ki bütün günahlardan kaçınılsın, en ufağından en büyüğüne kadar.
–Yine, insanlar arasında dostlarını gizlemiştir ki bütün insanlara hürmet edilsin. (Her geceyi Kadir, her gördüğünü Hızır bil.)
–Duâlar arasında kabul ettiği duayı gizlemiştir ki bütün duâlara îtibâr edilsin.
–İsimler arasında ism-i Âzam’ı gizlemiştir ki bütün isimlere tâzim edilsin. (Mü’min bütün cemâlî sıfatların mazharı olmaya gayret etsin.)
–Namazlar arasında âyet-i kerîmede bilhassa müstakil olarak zikrettiği, husûsî bir sır ve şeref verdiği salât-ı vustâ, yani orta namazın hangisi olduğunu gizlemiştir ki bütün namazlar huşû ile îfâ edilsin.
–Tevbeler arasında makbul olanı gizlemiştir ki, çok tevbe edilsin. (Bilhassa seherlerde. وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالأَسْحَار (“…Seher vaktinde Allahʼtan bağışlanma dileyenler.” [Âl-i İmrân, 17] İstiğfar edilsin.)
–Canlılar içinde ölümü gizlemiştir ki her an ölüme hazır olmak gerektiğinin şuurunda olunsun.
–Kadir Gecesi’ni Ramazan geceleri arasında gizlemiştir ki, bütün Ramazan gecelerine îtinâ edilsin.
Bugün, aile hayatı çok mühim, kardeşler!
Bugün aile müessesesine ciddî saldırılar yapılıyor. Bizim de aileyi tahkim etmek vazifemizdir. Aile çözülürse, din de vatan da zaafa uğrar. Neslin korunması ve yetişmesinde aile ihmal edilmemesi gereken bir “kale”mizdir. İfsat hareketlerine karşı uyanık olmak durumundayız.
Aile demek; nikâh demektir, iffet demektir. Erkeğin de kadının da şerefi ve kıymeti, nikâh ile akdedilen ailede gerçekleşir.
İffet, insana ait bir keyfiyettir. İffetsizlik ise, insanlık haysiyetinden uzaklaşmaktır; hayvanlar gibi sorumsuz, rezil, pespâye bir hayat sürmektir.
Ailenin kuruluşu, sevk ve idaresi, korunması, mesken ve mektep olması, ciddî olarak ele alınmalıdır.
Anneye “el-ümmü medrese” denmiştir. Anne bir medresedir.
Ailenin temeli de takvâ üzerine atılmalıdır.
Evlenmeye mânîsi olmayan bekârları evlendirmek, ümmet-i Muhammed’in vazifesidir.
İmkânı olduğu hâlde evliliği geciktirmek, şerre kapı açmaktır.
Vakıf ve derneklerimiz ve hattâ varlıklı kardeşlerimiz, evlenmek isteyip de evlenemeyen gençlerimize yardımcı olmalıdır.
Rahmetli Muhterem Pederimiz gençleri evlendirmeye ayrı bir hususiyet verirlerdi. Senede bir gün, on-on beş kişinin birden düğünü yapılırdı Hüdâyî Vakfı’nda. Tabi bunu da -inşâallah- devam ettirmemiz îcâb eder. Yine oluyor ama, daha da canlandırmamız lâzım.
Evlilikte dindarlığı ve ahlâk güzelliğini öne almalıdır.
Evliliği zorlaştırmak, fitne kapısı aralamaktan kaçınılmalıdır.
En hayırlı sadaka-i câriye, evliliğe vesîle olmaktır.
Burada Muhyiddin-i Arabî Hazretleri buyuruyor ki:
Evliliğe vesîle ol diyor, sen de onların yaptıkları amellerinden sana sadaka-i câriye gelir. Vesîle olduğun için sadaka-i câriye.
Ancak küfüv şarttır.
Mevlânâ diyor:
“Bir ayakkabı dar gelirse, öbür ayakkabının bir kıymeti olmaz.”
Onun için en çok tarafların bakacağı, zevc ve zevce küfüv mü, değil mi? Oraya dikkat etmek lâzım.
Velhâsıl bugün bilhassa bu, aileye yapılan saldırılar karşısında, Erkek ya da kızlarımıza sâlih-saliha eş bulmak ve onların evliliğine vesile olmak durumundayız.
Tabi, tekrar, evlenecek insanlarda denklik mühimdir.
Gençleri evlenme ve eş bulma noktasında kendi hâllerine bırakmak pek muvâfık değildir. Onlar yapılıyor, arkadan mahkeme kapılarına gidiyorlar.
Evliliğin temelleri, haram iş ve davranışla atılmamalıdır.
Nişan sonrası sanki nikâhlanmış gibi beraberlik doğru değildir.
Düğünlerimizde ihtilata dikkat edilmelidir. Düğünlerimiz sohbetle, Kur’ân-ı Kerîm ziyafetiyle başlamalıdır. İsraf ve lükse düşülmemelidir. Lüks mekânlarda şatafatlı düğünler, zedeler ailenin rûhâniyetini. Bütün bunlar yabancı bir dünyanın, egoizm, hodgâmlık, savurganlık ve enâniyet ihtivâ eden menfîliklerdir... Sanki bir aşağılık duygusunu -böyle düğünler- bir bastırma hareketidir...
Efendimiz buyuruyor:
“Hepiniz çobansınız (buyuruyor. Burada çobanlık:)
–Erkek, ailesinin çobanıdır ve sürüsünden mes’ûldür. (En mühim, dînî, yavrularının dînî hayatından mes’ûl.)
–Kadın, kocasının evinin çobanıdır, o da sürüsünden mes’ûldür...” (Buhârî, Ahkâm, 1; Müslim, İmâret, 20) O da “el-ümmü medrese” olacak.
Ailede iş bölümü mühimdir.
Erkek ve kadının fıtratları, istîdatları, sıfatları birbirinden farklıdır. Onun için yerli yerinde kullanmak zarûrîdir. Bugün maalesef tek cins hâline getirmeye çalışıyorlar. Lût Kavmi’nin fesatlığından daha beter bir fesatlığa doğru gidiş var maalesef.
Kadınlar; internet vs. aileden, evlilikten ve annelikten soğutularak, sokağa ve dış dünyasına, kendisini vitrine etmeye teşvik ediliyor.
Yani sanki nâdîde bir çiçek, kaldırımlarda ayak altında ezdirilmekte ve çiğnetilmektedir. Bu ne kadar hazin bir faciadır!..
Erkek ailesine karşı cömert ve merhametli olmalıdır.
“Sizin en hayırlınız, ailenize en güzel muâmelede bulunanıdır!..” buyruluyor. (İbn-i Mâce, Nikâh, 50; Dârimî, Nikâh, 55)
Bunun için, en mühim, kızlarımıza, oğullarımıza, İslâm ahlâkı, Rasûlullah Efendimiz’in o mübârek evlilik hayatını telkin etmemiz lâzım.
Batı’da/Avrupa’da; aile çökmüş, nüfus azalmaya yüz tutmuş, kadın-erkek, evlilik dışı çirkinliklerin girdabında boğulmaktadır. Yani müşterek beraberlik diyorlar, nikâhsız.
Hâlbuki şanlı mâzîmiz ortadadır. Annelerimiz, ninelerimiz, dedelerimiz, o mübârek neslimiz ortadadır. 1400 senelik tarihimizde kadına şiddet ve tâcizden bahsedilmez; bilâkis, onun şeref ve haysiyetini koruma vardır.
İslâmiyet; sadece insana ve kadına değil, hiçbir varlığa şiddete müsâmaha etmez. Hayvanâta eziyete müsaade etmez. Bir ağacın dahî şiddetle silkelenmesine de İslâm râzı olmaz.
Esas şiddet ve tâciz, ilk defa Batı’da başladı. Bunun sebebi de; kadının metâ hâline getirilerek, sokakların insafına itilmesi ve vitrine edilmesidir.
Günümüzde kadına şiddet vak‘aları bir bir incelense; birçoğunda erkeklerin, İslâm’ın haram kıldığı içki, uyuşturucu, kumar gibi illetlerle müptelâ olarak şiddete yöneldikleri görülmektedir.
Maalesef Avrupa’dan ithal ve taklit kanunlar, sonu gelmeyen boşanma dâvâları, erkeklere boşandığı hanıma zorla ömür boyu nafaka ödettirmek gibi problemler de, meselenin adlî diğer bir sıkıntısıdır.
-İnşâallah- Cenâb-ı Hak evlâtlarımıza, yavrularımıza huzurlu aileler ihsân eder -inşâallah-.
Duâmızın kabûlü niyâzıyla; Lillâhi Teâle’l-Fâtiha!..